“Noel Baba Operasyonu” – Yakup Köse

Yakup Köse, Tayyar Tercan ve “Noel Baba Operasyonu” mağduru diğer 30 arkadaşına “askere karşı isyan” ve “yangın çıkarma” suçlarından dava açıldı. Yargıtay 9. Ceza Dairesi, 25 Aralık 2013 tarihinde Yakup Köse ve arkadaşlarına verilen bu cezayı onadı. Yakup Köse’nin payına 6 yıl 8 ay hapis cezası düşerken, bu 32 mazluma toplamda 236 yıl ceza verildi. Sadece bu isimleri değil tabi ki yıl dönümünü geçirdiğimiz şu günlerde Hayata Dönüş Operasyonu mağduru tüm siyasi tutuklu ve hükümlüler için bir travma oldu bu dava sonucu. Diğer taraftan Veli Saçılık Burdur’daki operasyonda kolunu kaybetmesine rağmen “devlet malına zarar vermekle” suçlandığı tazminat davası ile boğuşuyor. Mustafa Balbay rahatlıkla dışarı çıkabilirken BDP’li vekillere türlü engeller bulunuyor. 28 Şubat davası tutukluları tahliye edilirken, YakupKöse’ye, Teyyar Tercan’a yeniden mapushane yolu gösteriliyor. Siyaset kürsüleri ve ekran sahnesinde “Yeni Türkiye”nin edebiyatı yapılırken “Eski Türkiye”nin memurlarından Mehmet Ağar’a af niteliğinde karar çıkıyor. Dolayısıyla aklımıza Hasip Kaplan’ın o veciz sözü geliyor; “Adalet Bakanı, hani adalet?”

Peki, neydi suçu bu insanların ki yeniden hapsedilmek isteniyorlar. İşte devletin insanından daha değerli gördüğü malları için açtığı davanın gerekçesi ve o insanlara neler yaptığı. Yakup Köse’nin o dönemde yaşadıklarını anlattığı kitabından Noel Baba Operasyonu:

“2000 yılının 3 Ocak’ı… Daha önceden revire çıkmama sebebiyet veren boğaz ağrımdan dolayı hastaneye sevk edileceğim… Sabah hastaneye götürülmek üzere hazırlık yapmam için gardiyan tarafından uyarılıyorum. Hastenede muayene edildim, durumum pek de kötü değilmiş.  Geri dönüyoruz; yolda cezaevi aracının küçük penceresinden artık nüfuz sahib(!) bir mahkum olarak insanlara, ağaçlara ve hatta dağlara tepeden bakan bir eda ile çevreyi izliyorum… Cezaevi kavşağını dönerken üç adet itfaiye ile sekiz-dokuz kadar ambulans görüyorum. Bizimle birlikte onlar da kavşağı dönüyor. Cezaevine gittiklerini anlamak için dahi olmayı gerektirmeyen bir durum… Cezaevi bahçesindeyiz ve beni arabadan indirmiyorlar. Kapıyı çalıp “Hadi alın!” diye sabırsızlanıyorum. “Bekle!” diyorlar. Tabii ki bekliyorum. Yaklaşık on beş dakika süren bir bekleyişten sonra aşağı indiriyorlar: cezaevinin dış bahçesi yüzlerce “Robocop”ın işgali altında…  Adını Ünsal olarak hatırladığım komutana “bunun neyin hazırlığı olduğunu” soruyorum. Sessizlikle karşılık veriyor.

Benim ısrarlı sorularım karşısında dayanamıyor:

-Tatbikat var, ondan bu kalabalık.

İstersen inanma, ne değişir ki? Koğuşuma doğru yürümeye başlıyorum… Gardiyanlar, askerler kadar soğukkanlı değiller, hal ve hareketlerinden bir sorun olduğu kolayca anlaşılıyor. Nihayet koğuşuma geliyorum ve arkadaşlarımı sağ salim görüyorum. Her şey yolunda görünüyor. Hemen koğuş ahalisine dışarıda karşılaştığım manzaradan söz ediyorum, gardiyanların tuhaf tutumlarını da ekleyerek… Nihayetinde bir operasyon olacağını bilsek bile ne yapabilirdik ki? Sadece gündelik  hayatta işimize yaramayan bir bilgi olurdu.

Bunlardan hiç etkilenmemiş gibi günlük işlerimize devam ediyoruz. Bunun bir parçası olan akşam yemeğimizi yerken birden elektrikler kesiliyor; cezaevi zifiri karanlık… Normal şartlarda elektrik kesintisinin ardından 3 dakika içinde jeneratörlerin devreye girmesi gerekiyor. Üç dakikadan çok daha fazlası geçti ama ışıktan eser yok. Kimsenin bir halt göremediği bu şartlarda elimizdeki çakmakları yakıp yürümeye çalışıyoruz. Pencereden diğer koğuşlarda elektrik olup olmadığına bakıyoruz. Onlarda da yok! Karanlıkta ana malta kapısı, tam elektrikler geldiği sırada da koğuş mazgalı açılıyor. Mazgaldaki sarışın ve mavi gözlü, albay olduğunu sandığım rütbeli bir asker koğuş yetkilisini çağırıyor. “Birazdan koğuşa gireceklermiş, bütün kitaplarımızı toplayacaklarmış, karşı çıkanın da canına okuyacaklarmış!”.

Koğuş temsilcimiz akıllı adam, “damardan” bir karşılık veriyor:

-Sen Sırp askeri misin? Kur’an-ı Kerim’den ve fikri kitaplardan ne istiyorsun? Senin yaptığını ancak lanetlenmiş bir küfür askeri yapar!

-Siz gebermek istiyorsunuz!

-Müslüman gebermez, bu yolda ölürse şehit olur.

-Biz de sizi istediğiniz yere göndeririz.

Aslında niyetleri kitapları alıp gitmek değil. Böyle düşündüklerini bilsek ne istiyorlarsa verip kurtulacağız. Bu bir operasyondu, niyetleri kan dökmekti, onlara kitapları versek bile yine aynısını yapacakları kesindi. Hissettiğimiz bu kanlı operasyonu elimiz kolumuz bağlı bekleyemezdik. Koğuş kapılarına barikatlar yerleştiriyoruz… Saat 21.00 sıralarında tekrar elektrikler kesiliyor… Böyle karanlıkta bir saat bekledikten sonra koğuşun orta yerine şükür ki kimseye isabet etmeyen bir ateş… Bu ilk mermiden sonra yine bir saat kadar süren sessizlik… Yere yatmış bekliyoruz, o sırada üzerimizden geçen bir mermi daha; etti iki. Bundan sonra sessizlik saat 1.00’a kadar sürüyor. Bu kadar uzun sürmesinin sebebi Bursa, Balıkesir, Susurluk ve İzmir’den beklenen takviye asker kuvveti (imiş)… Otuz üç mahkuma karşı iki bin(rakamla 2.000) kişilik bir “orduyla” yapılan operasyon.

Operasyon koğuşlara gaz bombası atılmasıyla başlıyor. Kısa sürede camları kırıp içeri düşen gaz bombalarının sayısı otuzu buluyor. Neredeyse boğuluyoruz. Öyle bir hale geliyorum ki, öksürmekten gözlerim yuvalarından fırlayacak. Bir battaniyeyi üzerime alıp korunmaya çalışıyorum. Sabaha kadar sadece gaz bombalarıyla müdahale ediyorlar, altmış tane mi oldu yetmiş tane mi?Koğuş zaten çok küçük, göz gözü görmez bir vaziyette nefes almaya çalışıyoruz. Elektrikler kesik olduğundan koğuşun bahçesine çıkmak için bir hamle yapamıyoruz. Bu şekilde nasıl bu kadar dayandığımızı anlayamadım ama işte sabah oluyor… Zar zor kendimizi banyoya atıyoruz… Suyla birazcık kendimizi rahatlatmayı düşünüyorduk ama suları da kesmişler. Bu arada salavat, tekbir, slogan gırla; yıkılmadık ayaktayız mesajı… Avlunun kilit kapısını kırıp kendimizi bahçeye atıyoruz. Bahçenin kapısında keskin nişancılarla göz göze geliyoruz! Hiçbir tepki vermiyorlar ve on beş dakika boyunca “sakin sakin” birbirimize bakıyoruz… Korkulu bekleyiş topyekun savaş başlatmalarıyla sona eriyor, bahçeye doğru tekrar gaz bombaları atıp ardından idam mangası gibi silahlarını ateşliyorlar. Bahçede bulunanlardan Hasan Meriç, İsmail Uysal ve İbrahim Taştan mermilerin hedefi oluyorlar ve Hasan Meriç orada hayatını kaybediyor. Tekrar koğuşun içine çekiliyoruz, vurulanları da Hasan Meriç hariç koğuşun içime taşıyabiliyoruz.Arkadaşlardan biri almak üzereyken pencerenin diğer tarafından, iki tane asker Hasan ağabeyin cansız bedenini kapıp kaçırıyorlar.

Bütün bunları en küçük bir diyoloğa girmeden, hiçbir şekilde çağrı yapmadan yapıyorlar. Rütbeliler emir veriyor ve askerler ateş ediyor. İçlerinde “biz bunlara niye düşman askeriymiş gibi ateş ediyoruz?” diye düşünüp tereddür eden bir Allah’ın kulu yok! Haklarındaki genel kanaatim içimde kalmak üzere hiç unutmayacağımızı söyleyeyim.

Koğuşta bir taraftan yararlılarla ilgilenip bir taraftan gaz bombaları ve mermilerden kaçmak hiç kolay değil. Gaz bombalarının menzilinden çıkayım derken koluma kurşunu yiyorum ve bir süre sonra kendimden geçiyorum.Vurulduğumu iyi hatırlıyorum ama gözlerimi tekrar açana kadar olan biten her şeyi unuttum.

Yavaş yavaş kendime geliyorum, başımda dudaklarıma su serpen bir arkadaş var. Ben baygın yatarken kurşunlar sebebiyle yaralananların sayısı artmış. Megafonla uyarı alıyoruz: Rıfat Aksu ismindeki katil binbaşı teslim olmamızı istiyor. Amaçları kanımızı akıtmaktı ve istediklerini aldılar nasıl olsa. Önce ateş edip öldür ve yarala, ondan sonra da “”Teslim ol!”. Zaten neyin tesliminden bahsediyorsunuz ki? Ben cezaevindeyim! Senin kanunlarınla yargılanmışım, senin idaren altında bulunan bir cezaevinde, yine senin memurlarının elinde esir durumdayım. Ve güya senin kanunlarının koruması altındayım. Olan biten şu aslında: Bir operasyon düzenleyip mahkumları derdest etmek üzere “kitap” bahanesiyle tepelerine biniyorlar. Mahkumlar, başlarına ne geleceğini iyi bildikleri için kuzu gibi kendilerini bunların ellerine bırakmıyorlar. Adamlar da fırsat bu fırsat deyip ancak savaş şartlarında sahip olabilecekleri bir yetkiyi kullanarak silahsız insanlara ÖLDÜRME NİYETİYLE ateş ediyorlar.

Metris Cezaevi’nde bulunan Salih Mirzabeyoğlu ve onun liderliğindeki diğer tutsakların “Bandırma’daki kardeşlerimizi katletmeye derhal son verin” ültimatomları, büyüklerin himmeti ve tasarrufu imdadımıza yetişiyor ve idare yetkilileri bizimle görüşmeye razı oluyorlar.

Koğuş yetkilimiz” size güvenmiyoruz başsavcı gelsin, onunla görüşeceğiz!” deyince yarım saat sonra başsavcı olay yerine geliyor. Hiçbirimize zarar vermeyeceklerine dair söz verdikten sonra -yeterince zarar görmedik sanki- dışarı çıkıyoruz. Bunlar sadece özet olarak anlattıklarım…

….Ana maltaya çıkınca yğne yüzü maskeli bir komutan silahını bana doğrultup, bağırarak “yere yat, yere yat!” diyor. “Yaralıyım görmüyor musun?” karşılığımdan hiç etkilenmeden “yat lan yere, ateş ederim!” demesiyle ona doğru yürümeye başlıyorum. Bir iki adım attıktan sonra yanımdaki askerler dizlerimin arkasını tekmeleyip beni yere düşürüyorlar ve sürükleyerek komutanlarının yanına götürüyorlar. Kafamı yere doğru bastırırken üzerimdeki elbiseleri çıkarmaya çalışıyorlar. Kurşun yiyen kolum vücudumun altında kaldığından “anlatılmaz yaşanır” türünden bir acı çektiğim için “Allahsızlar, kolum!” diye bağırıyorum.”Seni hastaneye götüreceğiz değil mi? İyi de sen hala konuşabiliyorsun!”. Yerde yatarken suratıma gelen tekmeler, adeta beynimde şimşekler çaktırıyor.

Bir cezaevi ritüeli olarak adına “koridor” dedikleri şey: karşılıklı olarak tek sıra halinde dizilen askerlerin, aralarından geçmekte olan mahkuma Allah ne verdiyse(tekme, dipçik) saydırmaları… İşte bu koridorun arkasından karnıma ve kafama yediğim tekmelerin haddi hesabı olmaksızın geçiyorum. Törenle yanına uğurlandığım ambulansın başında bekleyen iki asker tarafından teslim alınıyorum ve bir sedyeye konuyorum. Öleceğimden o kadar eminim ki ağzımdan çıkan tek söz “Allah!”

Ambulansta kalan bir asker çaresizlik içinde konuşuyor: “Hakkını helal et. Ben de Müslümanım! Biz operasyona katılmadık erlerin hepsi dışarıda kaldı. İçeridekilerin hepsi rütbeliydi… Abi ne olur hakkını helal et!”. Cevap vermek hiç içimden gelmiyor, susuyorum. Ambulansı bekletiyorlar. Askere “Neyi bekliyorsunuz? Ben çok kötüyüm!” diye çıkışınca “ben de bilmiyorum,” diyor. “Siz üç gün içeride nasıl dayandınız? Biz dışarıda olduğumuz halde size attıkları gaz bombalarından etkilendik, açık havada duramadık. Nasıl başardınız?” sorusuna ve itirafına karşılık “Allah’ın yardımı,” diyebilirdim ancak. Ve dedim de.

Tekrar kapı açılıyor, içeriye komutanlardan biri giriyor, “asker öne geç gidiyoruz!”. Bana rafakat etmekte olan bu komutan, ambulans biraz ilerledikten sonra elinde cep telefonuyla eşini arıyor. Eşi, kocasının cephede olduğunu mu sanıyor acaba ki, komutanın teskin edici sesinden anladığım kadarıyla panik yapıyor: “Meraklanma, kazandık, hepsini yakaladık. Yobazlardan biri şimdi ayaklarımın dibinde yatıyor! Bu kadar işte, bitti. Yarın evime geliyorum, çocukları benim yerime öp. Bayramda beraberiz canım.” Ölümle burun buruna olan ben herhalde korkacak değilim. “Kazanan siz olmadınız, biz olduk. Zafer Allah’ındır!” deyiveriyorum yattığım yerden. Hayret, hiç karşılık vermedi ve sustu! Umarım sükut gerçekten de ikrardan geliyordur!

Normal zaman hesabıyla yarım saat, benim içinse yarım yüzyıl süren bir yolculuktan sonra hastaneye getiriliyorum. Hastane bizim için hazırlanmış. Sedyeden indirilip doktorlara teslim edildikten sonra yediğim iğne… Kafama atılmış dikişler ve sargılı kolumla uyanışım…

Yanımdaki sedyede Emrullah Aslan var… Emrullah, biri kafasına olmak üzere üç mermi yemişti… Kafasına yediği merminin en yakın şahidi benim: Rütbelilerden biri Emrullah’a kımıldamamasını söyleyip silahını kafasına dayamıştı. Emrullah geriye doğru çekilince bu hayvan herif hiç düşünmeden tetiğe basmıştı. Allah’tan silah ateş almadı. Emrullah bundan faydalanıp da kafasını silahın namlusundan çekmeye çalışınca adam ikinci kez tetiğe bastı ve bu sefer silah ateş aldı. Emrullah’ın kafasından bir parçayla beraber kurşun duvara saplandı. Kurşunun bıraktığı iz hala Emrullah’ın kafasında durur. Ama bizim hayvan oğlu hayvan hala teskin olmuyor; Emrullah’ın vücuduna doğru bir şarjör boşalttı. Kurşunlardan biri koluna biri de bacağına isabet etti. Şimdi ağır yaralı olmasına rağmen konuşabilen Emrullah yanımda yatıyor. Soyadıyla müsemma Emrullah’a soruyorum:

-Nasılsın Emrullah?

-İyiyim gönüldaş! Bak, zafer inananlarındır!

Hemen biraz ötemizde Okan duruyor. Okan’ın kulağına bir gaz bombası isabet etmiş ve kulağı yerinden kopmuştu! Savaş alanı küçük olduğu için bu olaya da şahit olabilmiştim. Okan, mermilerden kaçmaya çalışırken mevzubahis olay oldu. En ufak bir panik tavrı göstermeden bize dönüp “Arkadaşlar, galiba kulağım koptu!” demişti. Kulağından, kesinlikle abartmıyorum, Tarantino filmlerindeki gibi kan fışkırıyordu.

Bulunduğum yerden ağır yaralı bir şekilde İsmail Uysal ve Tayyar Tercan ağabeyleri de görüyorum. Diğer arkadaşlar sanırım başka bölümlerde tutuluyor. Tayyar Tercan’ın karnına bir G3 mermisi isabet etmiş, durumu pek iyi görünmüyor. Bir ara, hiç unutmuyorum beni yanına çağırıp “Yakup’um, aslanım, karnımdan çok kan akıyor bana bir yerden bir pantolon bul da şu üzerimdekiyle değiştireyim!” diyor. “Abi bir şey olmaz. Fazla kımıldama bir şey olmaz!” Israrına devam edince dediğini yapıyorum. Bu ağır yaralıların sedyelere kelepçeli olduklarını da ekleyeyim bu arada!

Bünyamin Eser’in vurulması da daha başkalarıyla birlikte kısaca anlatılmalı… Bünyamin, kolumdan yaralı olduğumu fark edince bana daha geniş bir yer hazırlamak isterken, kapı deliğinden hareketliliği gören bir adet “müptezel” onun bulunduğu yeri kurşun yağmuruna tutuyor. Bünyamin Eser’in karnına isabet eden iki kurşun… Yine aynı yerde ağır bir şekilde yaralanan Osman…

Kendimizi savunabilecek hiçbir aletimiz yokken bu vahşet nasıl oluyor? Ayaklarına dört kurşun yemiş Yusuf Taştan yerde yatarken müptezellerden biri üzerine kendi hazırladıkları molotof kokteylini atıyor. Bir arkadaşımızın battaniyeyle üzerini örterek yanmaktan kurtardığı Yusuf Taştan bugün ayaklarından sakat.

Gece oluyor, çok ağır yaralılar  Bursa’daki hastaneye gönderilirken geri kalanlarımız tabutluklarıyla meşhur Eskişehir Cezaevi’ne sevk ediliyoruz…”

1 Response

  1. mehtap çıracı dedi ki:

    bunları okumasam, ne var yani adam hapishanede isyan çıkarmış diyebilirdim ama resmen ürperdim!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir