Kenan Kalyon: “Sosyalist sol, burjuva solu ile aynı dalga üzerinden yükselemez”

KENAN KALYON, İki kez Türkiye Komünist Emek Partisi soruşturması nedeni ile tutuklandı. BSP ve ÖDP’nin kuruluş süreçlerinde yer aldı. Halen Sosyalist Emek Hareketi Parti Girişimi içinde yer alıyor.

» Bir yazınızda, Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayıp Cumhuriyet dönemini boydan boya kat eden bir Doğu/Batı ikiliğinden, bu ikiliğin en genel çerçevede sağ/sol saflaşmasının en önemli belirleyenlerinden biri olagelmesinden, ama bir başka açıdan bakıldığında, bunun hakiki bir sağ/sol saflaşması olmamasından söz ediyorsunuz. İslam dininin egemen olduğu bir ülkede bu ikilik nasıl aşılacak ve başka türlü bir sağ/sol saflaşması nasıl oluşacak?

Tamamen yeni ve özgün şeyler söylüyor değilim. Fikirlerinden haberdar olanlar bilirler; İd-ris Küçükömer benzer şeyleri yıllarca işleyip durdu. “Doğucu-İslamcı/batıcı-laik” kutuplaşmasının Türkiye’nin ufkunu kapattığını, sınıf temelli ve gerçekten “halkçı” bir seçeneğin ortaya çıkışını önlediğini söyledi. Bu ikiliği veri aldıkça, solun düzene yabancılaşan halk yığınlarıyla buluşamayacağını ileri sürdü.

» Küçükömer’e katılıyorsunuz?

Sözünü ettiğiniz yazıda sorunun gerekçelendirilişi, bu ikiliğin tarihsel seyrine ve geleceğine bakış, dolayısıyla vargıların bir bölümü epeyce farklı. Ama İ. Küçükömer’in buradan kalkarak yaptığı kimi saptamalara katılıyorum. Yukarıdakilere ek olarak, örneğin, “Türkiye Batılaşamaz” saptaması. Bununla kastettiği şu: Türkiye, yaklaştıkça uzaklaşan bir hedef gibi, sonu gelmez bir batılılaşma kulvarında kulaç atıp durabilir; ama tarihsel, iktisadi ve kültürel nedenlerle, bu süreci tamama erdirip ve söz konusu ikiliği tümüyle arkada bırakıp aynılaşmış bir öğesi olarak Batı’ya duhul olamaz. AB sürecine, bu sürecin Batı’da ve bizde tahrik ettiği tartışmalara bir de bu ışık altında bakmakta yarar var. Avrupa’nın muhafazakâr elitlerinin, genişleme Türkiye ve Rusya sınırlarına dayanınca kekelemeye başlaması nedensiz değil.

» Hep bu ikilikle mi yaşayacağız?

Çok iddialı bir tespit gibi gelebilir; ama bu ikiliğin çözümü kapitalizmin ve burjuva uygarlığın ötesinde. İnsanlığı ileriye sıçratacak yeni bir sentezde. Dolayısıyla, basmakalıp cevaplar bu ikiliğin çözümü değil. Bunlardan birine göre, AB’ye tam üyelik, “batılılaşma” serüveninin nihayet tam tekmil “batılaşmaya” dönüşmesi demek. Oysa Osmanlı ıslahatlarından günümüze kadar bu mümkün olmadıysa, bundan sonrasında, yani Batı’nın irtifa kaybetmeye başladığı ve yeni bir evrensel uygarlığın Batı uygarlığının doğrusal uzantısı olamayacağının giderek açıklık kazandığı koşullarda hiç mümkün olmaz. Türk muhafazakârlığının amentüsü niteliğindeki diğer cevap, “Batı’nın tekniğini ve ilmini milli ve manevi değerlerle birleştirmek” olagel-di. Elbette, modernleşme ile batılılaşma arasında ille de Türkiye’de olduğu gibi yüksek bir özdeşlik kurulması gerekmez. Modernleşme pratikleri, belirli kültürel görecilikle pekâlâ bağdaşabilir. Ama maddi kültürle manevi kültür, bir maddi üretim tarzı içinde ve etrafında oluşmuş toplumsal ilişki kipleri ile genel olarak kültür arasında aşırı keyfi ve kategorik bir ayrıma dayanan bu cevap, aslında ikiliği dondurarak yeniden üretmeyi bir “sentez” sanma yanılgısı.

» Nedir sizce Doğu/Batı ikiliğinin mahiyeti?

Öncelikle, ilk sorunuzdaki “İslam dininin egemen olduğu bir ülke” kaydı, Doğu’yu darlaştırıyor. Elbette, İslam dünyası Doğu’nun içinde ayrıksı özellikleri olan bir alt İdime. Ama Doğu çok daha geniş. Hatta Türkiye ikiliğin yaşanış biçimi ve bir “geçiş ülkesi” olması bakımından öteki İslam ülkelerinden çok Rusya’ya benziyor. Bu benzerliği, malum “uygarlıklar savaşı” tezinde Huntington da saptıyor. Ama şu farkı da görmek gerekiyor: Rusya, Büyük Petro’dan başlayarak, bu ikiliği sadece devlet ve egemen güçler katında değil, muhalif akımlar arasında da tıkız bir dengecilik ve eli titreklikle değil, uçlarda gezinerek, özgüven dozu daha yüksek biçimde, basit bir öykünme denemeyecek özgünlükler yaratarak, edebiyat gibi göreli ilerilik sergilediği alanlarda Batı ile aşık atarak yaşadı. Daha önemlisi, orada Batıcılık/Slavcılık kutuplaşmasını sarsarak denklemi değiştiren halkçı ve giderek sınıf temelli bir seçenek erkenden doğdu. Gene de, bu farklar Rusya’nın da bizim gibi “geçiş ülkesi” olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

» Geçiş ülkesi olmak ne anlama geliyor?

Her şeyden önce, Batı’ya da Doğu’ya da eleştirel bir mesafeden bakabilme, ikiliğin ötesine geçecek bir sentez yaratma imkânı demek. Yeni ve evrensellik iddiası olan bir sıçrama ve “kurucu” silkiniş imkânı da denebilir. Bu “nesnel” imkânın somut bir seçenek haline gelememesi halinde ise kimlik bunalımının sıkça nüksetmesi demek. Türkiye’nin büyük talihsizliklerinden biri, bu senteze talip olabilecek biricik güç olan solun, bunu esaslı bir sorun alanı olarak bilince çıkarmamasıdır. Sentezin Doğu tarafı ile arasında, eleştirel mesafenin değil, tarihten gelen bir duvar bulunmasıdır.

» Tekrar ikiliğin mahiyetine dönersek

Burası mayınlı bir alan olduğu için, önce ne olmadığının altını çizmek ve bir Doğu tanımı vermek gerekiyor. Doğu/Batı ikiliğinden söz etmek, hiçbir şekilde kültürel özcülüğe göz kırpmak, şarkiyatçılığın Batı’daki veya Doğu’daki çeşitlemelerinden birine onay vermek anlamına gelmez. Konunun şu uğursuz “uygarlıklar savaşı” teziyle veya uygarlıkları dine indirgeyen “dinler arası buluşma” girişimleriyle de bir ilgisi yok. Bu ikilik emperyalizm/ezilen halklar çelişkisini de ikame etmiyor. Kapitalist dünya sisteminin daha özgül bir gerilimine işaret ediyor. Burjuva dönüşümlerin ve modernleşme süreçlerinin iç dinamiklerin itkisiyle değil, Batı’nın dışsal basıncı altında başladığı, ama Batı’nın kendi suretini kolayca çıkaramadığı bir uygarlık birikimine, merkezi devlet örgütlenmesi geleneğine, tarihsel ve kültürel dirençlere sahip siyasal coğrafya Doğu’dur. Tek bir örnek açıklayıcı olabilir: Batı pagan dinlerle karşılaştığı her yere Hıristiyanlığı götürdü. Ama İslam dünyasında ve semavi din olmasalar bile, etik ve ahlaki anlamda sistematik öğretilerin genel kabul gördüğü yerlerde misyoner faaliyetleri tutmadı, tutamazdı.

» Sermaye kendi suretinden bir dünya yaratamadı mı?

Genel anlamda yarattı ama bunun içsel ve dışsal sınırları var. Doğru, kapitalizm bir dünya sistemi haline geleli beri, tarih gerçek anlamda birleşik bir dünya tarihi. Artık hiçbir ülke, kıta, halk ve kültür kendi başına, münferit ve yalıtık bir evrim geçirmiyor. Bu eşikten itibaren olaylar ve süreçler, dünya-tarihsel bir çevrimden geçerek kıymet kazanıyorlar. Sorunun bu yanının en özlü ve edebi anlatımı, aradan yüz elli yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen hâlâ “Komünist Manifesto”dur. Ama bu “birleşik” vurgusu, hiçbir şekilde dünyanın dört bir yanının uygun adım yürüyüşü anlamına gelmiyor. Dünya tarihsel gelişme birleşik olduğu kadar eşitsiz bir gelişme. “Manifesto” bağlamından koparılarak okunursa, sermayenin dünyayı türdeşleştirme, önündeki engelleri düzleyerek eşbiçimli bir uzam yaratma ve bütün farklılıkları bir “ergitme potası”ndan geçirme gücü abartılır ve kapitalizm için bir “ideal gerçekleşme” hali mümkün görülür. Oysa dünyanın geri kalanı bir yana, bu “ergitme potası” mecazı artık Amerika’nın kendisi için bile tartışmalı. Batı’nın nispeten kendine benzettiği Latin Amerika’da bile, yerli halkların tarihe gömüldüğü sanılan komünal gelenekleri, yeni bir tarihsel bağlamda etkinleşmeye başladı. İşte, Doğu/Batı ikiliği, aynı zamanda bu eşitsiz gelişme dediğimiz yasanın bir tezahürü.

» Biraz açar mısınız?

Konu geniş ve bu yasanın pek çok içerimi var. Doğu/Batı ikiliği konusunu ilgilendiren yanıyla şöyle söylenebilir. Doğu, gecikmişliği nedeniyle Batı’nın yaşadığı süreç ve dönüşümleri sırasıyla, aynen, aynı sindirme ve içselleştirme temposuyla yaşayamaz. Birleşik gelişmeyi doğrusal bir anlayışla yorumlarsanız, Doğu’nun sorunu, Batı’yı yakalamak için daha yüksek bir hız ve ivme ile daha dar bir zaman aralığına aynı şeyleri sıkıştırmak olarak gözükür. Oysa gecikme nedeniyle farklı bir tarihsel bağlama sarkmış sorunların çözümleri de kaçınılmaz olarak farklılaşır. Örneğin, Rönesans’ın “bütünsel insanını, Batı’da romanın doğuşuna ve trajedisine tanıklık ettiği bireyi aynen Doğu’da da görmek imkânsız. Burada, birey ve bireyleşme sorunu, farklı bir bağlamda ve farklı bir kültürel iklimde ortaya çıkar. Yine, alalım İslamiyet’te reform konusunu. solda hayli yaygın bir algı var: İmam Gazali içtihat kapısını, iman-akıl ilişkisi tartışmasını kapattığından beri İslamiyet reformdan geçmedi, kendisini kapitalizme uyarlamadı. Henüz bunu yapmayan bir dinden, bir “kurtuluş teolojisi” nasıl doğacak? Acaba gerçek öyle mi, yoksa biz zihnimizi bir başka tarihsel bağlamdaki olayla, Protestanlığın doğusuyla gereğinden fazla bağladığımız için, başka bir bağlamdaki içten içe dönüşümü göremiyor muyuz? “Kurtuluş teolojisi” konusu da öyle. Benjamin, Bloch ve yakın zamanlarda Lövy dâhil, Batı’da birçok düşünürün Hıristiyanlıktaki Mesihçi kurtuluş özlemleriyle sosyalist mücadele arasında köprüler kurmaya çalışmasını, en azından abesle iştigal olarak görmüyoruz; ama yanı başımızdaki Mehdiciliğe dönüp bakmıyoruz.

» Doğu’nun zihniyet evreninin farklılığından söz ettiğiniz?

Doğu’nun veya onun bir kesiminin zihniyet evreninin ayırt edici özelliklerini olduğu gibi yüceltmek için herhangi bir neden yok. Tam tersine, bu özelliklerden bazıları aşılması gereken engeller. Örneğin, en fazla İslam dünyasında etkili olan ataerkillik böyle. Öte yandan, şu ana kadar Batı’ya yöneltilmiş en keskin eleştirilerin yine Batı’nın kendi içinden çıtağını görmek gerekiyor. Bu kayıtlarla, evet, Doğu’nun az çok farklı bir zihniyet evreni var. Ahenk, denge, Batıni düşünüş ve içsel derinleşme, kendini bir bütünlük içinde konumlandırma, analitikten çok sezgici ve bütüncü anlama kipleriyle dış dünyaya bakış, vb Doğu’nun tarihsel mirasının ayırt edici özellikleri olarak görülebilir. Hakeza, Doğu dünyasında hâkim toplumsal ilişki kipi, salt dini çerçevede anlaşılmamak kaydıyla, cemaattir; Aydınlanma’nın çıplak, özerk, her bakımdan ergin, kendi kararlarını öz iradesi ve aklıyla bir başına veren bireyleri arasındaki ilişki değil. Batılılaşma ve modernleşme süreçleri hayli derinleştiği halde, bizde de hâlâ insanların ezici çoğunluğunun bir toplumsal aidiyet bağı, bu anlamda bir cemaati var. Bir sentez peşinde koşanlar için, bütün bunlar otantik halleriyle benimsenemezler ama neden birer engel olarak görülsünler?

» Bu izahatlara göre, Türkiye’de daha hakiki bir sol/sağ saflaşması nasıl oluşacak?

Yeni deneyimler ve deneyimlerden damıtılmış dersler olmaksızın, bu sorunun şapkadan tavşan çıkarırcasına kestirme ve peşin bir cevabı olamaz. Ama sorunu tümüyle askıda bırakmayacak kimi saptamalar yapılabilir: 1) Sosyalist sol, şimdiye kadar meseleyi genellikle “Kemalizmin etkisinden kurtulmak” biçiminde algılamıştır. Bu artık, yaşanması gereken dönüşümün ve yeniden konumlanmanın çapına işaret etmeyen dar bir ihtiyaç tespitidir. Doğru adlandırma “burjuva solu”ndan ve bu solla aynı nesepten geliyor olmaktan ileri gelen bütün ayak bağlarından ve zihinsel ketlerden kurtulmak olabilir. 2) ‘Küçükömer’in sözünü ettiği ve solun 1960’ler ve 70’ler boyunca ancak bir ölçüde başkalaştırabildiği çarpık sağ/sol kutuplaşmasının “sol” ayağı aslında çökmüştür.’ Söz konusu saflaşmayı, belirli bir kayıtla kentsel blok/kırsal blok olarak adlandırmak da mümkün. Son 20-30 yılda kır, kenti bastı. Hem bundan hem de kapitalizm yeni bir birikim tarzına geçtiği için denklem farklılaştı. Bundan böyle, sosyalist sol burjuva solu ile aynı dalga üzerinden yükselemez. 3) T. Özal, “dört eğilimi birleştirmekle”, 12 Eylül’ün düzlediği alanda, aslında zamanı gelmiş olan şeyi yaptı. Geleneksel kutuplaşmayı yumuşattı ve burjuva solu silahsızlandırdı. Bu solun elinde laiklikten başka silah bırakmadı. Deniz Baykal’ın habire bu kutuplaşmaya oynaması nedensiz değil.

» Galiba sorun bir yanıyla da İslami canlanmaya karşı tavırla ilgili. Bu gelişme karşısında burjuva aydınlanmasına sarılmak çıkar yol olabilir mi?

Doğru. Burjuva sol, ancak karşısında “irtica” denen gerçek ya da sanal bir rakip varsa ilerici pozlar takınabiliyor. Bu artık öyle bir takıntıdır ki, Lübnan’ı ziyaret eden Deniz Baykal’ı bu ülkenin en etkin siyasal gücü Hizbullah’la görüşmekten alıkoyar. Filistin’de seçimlerden galip çıkmış Hamas yetkililerinin Türkiye’ye davet edilmesi üzerine olmadık gürültü kopardır. Ama günümüzdeki İslami canlanmaya basitçe “irtica” yaftası yapıştırmak, en hafifinden kolaycılık. Zira bu canlanma esas olarak günümüz kapitalizminin ilişki ve çelişkilerinin bir ürünü. Yani tarihsel koşullar yüzyıl öncecinden dağlar kadar farklı.

Yeni bir toplumsal düzen ve uygarlık, kendisine eşlik eden bir zihniyet devrimi, yani yeni bir aydınlanma olmadan düşünülemez. Ama sosyalizmin aydınlanması, tarzıyla da içeriğiyle de burjuva aydınlanmasının bir devamı veya genişletilmesi olamaz. Tarzıyla farklı, çünkü biz bugün değil Diderot ve arkadaşlarının 35 ciltlik ansiklopedisinin aynı hacimde bir benzerini, 135 ciltlik olanını da yazsak, halk yığınlarını doğru dürüst aydınlatanlayız. Çağımızın aydınlanması, soy bir akıl tanımından hareket eden, oracıkta gelenek tarafından baskılanmış biçimde duran akıl kapasitesine seslenip onu özgürleştiren, aydınlatan ile aydınlanan arasında hiçbir engel yokmuşçasına insanları “bilgi” ile donatan ve esas itibarıyla bilişsel bir aydınlanma olamaz. Günümüzün sömürülen, ezilen, horlanan, dışlanan insanını eylemli biçimde muktedir kılmayan her aydınlanma girişimi, öncekinin kötü bir karikatürü olabilir ancak. Aslında, burjuva çağı hazırlayan büyük zihinsel dönüşüm içinde, Ansiklopedi’nin ve onu hazırlayanların rolünün oldukça sınırlı olması bir yana, burjuva aydınlanmasının kendi hakkındaki yanılgılarını paylaşmak için de bir neden yok.

İçeriği bakımından da farklı, zira bugün ihtiyaç duyulan aydınlanma, akılla geleneğin değil, çeşitli veçheleriyle artık bir akıldışılığa ve skolâstiğe dönüşmüş olan bir akıl türü ile başka bir akıl türünün ve buna tekabül eden bilinç içeriklerinin hesaplaşmasının ürünü olabilir.

Düşülecek bir kayıt da şudur: İçinde yaşadığımız “kitle kültürü” çağında, aydınlatma bir aydın ayrıcalığı ve misyonu olmaktan artık çıkmaktadır. Ayrıca, yakın zamana kadar aydın denilen, “entelijensiya”dan sayılan tabakaların proleterleşme süreci yepyeni bir ivme kazandı. Yeni bir aydınlanma konusunda önemli ipuçları sunan 68 dalgası, bunun hem bir habercisi hem de semptomuydu. Bu gerçeği bir an önce ve hayıflanmadan kabullenip gereğini yapmada sonsuz fayda var.

(Kaynak: Birgün, 27.2.2007)

1 Response

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir