Tarık Ramazan – Ramazan Pazarı

Tarık Ramazan‘ın Ramazan’ın maneviyatı ve bu maneviyatla çelişen şekilde giderek bir ticari unsura dönüşmesi üzerine çok kıymetli bir yazıyı İngilizce’den çevirerek dikkatinize sunuyoruz. Yazı Fransa’da yaşayan Müslümanların tecrübesini değerlendiriyor gibi görünse de aslında anlatılan hepimizin ortak hikayesi. Bu kıssadan hissemize düşen çok şey var.

Çeviren: Alp Çıracı

TARIK RAMAZAN

Kapitalist uygarlığın dayatmaya çalıştığı ticari tüketimcilik anlayışında İslam’ın manevi özünü bulamayız, bu öze ancak Yaratan’ı zikrederek ulaşabiliriz. Müslümanlar olarak gerçek İslam’ın yaratıcı ve özgürleştirici gücünü yeniden kazanmamızın tek yolu Ramazan’ın özüne geri dönmektir.

“Kur’an, insanoğluna bir rehber, bu rehberliğin apaçık bir delili ve doğruyu yanlıştan ayırt edici bir ölçü olarak (ilk defa) bu Ramazan ayında indirilmiştir.” Kur’an 2:185 [1]

Son birkaç yıldır, Ramazan ayı çeşitli ürünlere yönelik Müslüman tüketicilerin arzularını körüklemeyi hedefleyen, yoğun pazarlama kampanyalarının yapıldığı bir dönem haline geldi.

Kuskus makinaları, yeşil çay, helal hazır gıdalardan tutun da, “çorba” baharatlarına kadar, kitlesel perakendenin ağır toplarının vitrin ürünleri özellikle Müslüman müşteriyi hedefliyor.

Televizyon reklamları ulusal kanallarda yayınlanırken afişli kampanyalar ve el ilanları da sürekli artıyor.

“Müslüman kimlikli” bu vitrin ürünleri sözde “İslami” piyasadaki kârların yükseldiğinin alameti.

Fransa’nın helal et piyasasının 2010 yılındaki kâr beklentisi 5,5 milyar avro. Bu miktarın 4,5 milyarı ortalama gelir düzeyindeki haneler tarafından tüketilmiş.

Uluslararası boyutta ise kâr marjı beklentisi 500 milyar avro. Avrupa’da son bir kaç yıldır karlar yıllık ortalama %15 artış gösteriyor.

Düşüşte olan bir Avrupa ekonomisi için bu yeni “İslami” pazar, durmak bilmeden karı maksimize edecek yeni pazarlar arayan kapitalist sistemin başına konan bir talih kuşu.

Piyasanın İslam’ın mesajını kullanarak genişlemesi, kapitalizme özgü olan küresel şeyleştirme sürecinin bir parçasıdır. “İslami” piyasa, kapitalizmin henüz ticarileşmemiş bir alana, İslam’ın alanına, yani İslam’ın kolektif tasavvurunun ve maneviyatının alanına doğru genişlemesinin bir aracıdır.

Georg Lukacs’ın üzerinde durduğu şeyleştirme süreci, maddi ve manevi her şeyi ticari bir nesneye dönüştürüp, kapitalizmin hakimiyeti altına sokmaya çabalar.

Pazar kurallarını ticari olmayan alanlara yayarken aynı anda kültürel çeşitliliği de yok eder. Özgün kimlikleri ortadan kaldırır, eleştirel düşünceyi yok eder ve dinin ve maneviyatın kökünü kazır.

Bu şekilde kapitalizm tüm gayri-ticari alanlara yıkım ve ölüm tohumları taşır.

Bu şeyleştirme sürecinin bir parçası olarak pazarın İslam’ı kullanarak genişleyebilmesi, ancak müslümanlara durumun yıkıcılığını açık etmeden bir şeylere “İslami” bir görünüm vermekle mümkündür. İslam’ın bu imajı İslami kültür ve maneviyatın bağlamı dışında kurgulanmaktadır.

Kapitalizm, bir mümini İslami kültür ve maneviyatın taşıyıcısı konumundan “İslami” imajlara yönelen bir tüketiciye dönüştürür.

Bu süreç İslam’ın maneviyatının özünün tahrif edilmesi ile sonuçlanır. Tüketim eylemi, alım satımı müminin Allah ile ilişkilenmesinin bir aracısı haline dönüştürerek, onu sanki bir dindarlık emaresi, bir ibadetmiş gibi sunar. Gerçekte ise bu dönüşümün ortaya çıkardığı şey sahte bir “maneviyat”tır.

İslam, manevi bir eylemden bir tüketim nesnesine dönüştürülmekte. Tüketim nesnesi ve meta, bir ibadet nesnesi haline gelmekte. Şeyleştirilen İslam bu şekilde hipermarketler ve alış veriş merkezleri gibi kapitalist mabetlerin bir parçası haline getiriliyor. Mücevherat, giyim kuşam ve gıda üzerinden de dönüştürülüyor.

Manevi ve medeni içeriğinin boşaltıldığı, tüketimle damgalanmış bu İslam artık alınıp satılabilir ve tüketilebilir haldedir.

Görünüşe bakılırsa Fransa’da yaşayan Müslümanlar ile “İslam tüccarları” arasında bir anlaşmazlık söz konusudur. Fakat bu anlaşmazlığın taraflarından hiçbiri İslam’ın bir meta haline gelmesinin altında yatan şeyleştirme sürecinin mantığını sorgulamaz. Bu mantık çoğunlukla fark edilmez, çünkü günümüzün hakim söylemi dünyanın kapitalizm yoluyla ticarileşmesini etkili bir şekilde gizler.

Hatta bu mantığı, İslam’ın refah ve bolluk öngördüğü iddiasıyla yüceltenler, kapitalizme “İslami” bir destek sunanlar bile vardır. Bazı Müslümanlar ve “İslam tüccarları” arasındaki anlaşmazlık, Fransa’da yaşayan Müslümanların nasıl temsil edilecekleri noktasında düğümleniyor.

Yabancılaşmanın alameti olarak tüketimcilik

“İslam tüccarları”nın İslam’ı ve Müslümanları temsil etme biçimi çoğunlukla oryantalist bir folklorun izlerini taşıyor. “Ramazan spesyaliteleri” yazılı reklam broşürleri “şark” haftalarından, veya “bin bir gece lezzetleri”nden dem vururken, Arabesk bir tipografi kullanarak reklamlarına egzotik bir hava veriyorlar. Sunulan ürünler çoğunlukla Arap veya Mağrip kökenli oluyor. Oryantal hamur işleri, beş kiloluk irmik paketleri, konserve “mechouia” [2] salatası, elbette çay takımı ve diğer “kuskus” yemekleri… Bunların tümü Fransa’da yaşayan Müslümanlar ile Arap veya Mağribi olarak kodlanmış nesneler arasında bir bağ kuruyor.

Fransa’da yaşayan Müslümanlar ve kendilerini “Müslüman Fransız vatandaşları” veya “Müslüman Fransızlar” olarak tanımlayanlar açısından, Arap dünyası veya Mağrip ile kurulan bu tip bir bağlantı hayli sorunlu ve tartışmaya açık. Bu insanlar, kökenlerine rağmen kendilerini öncelikle Fransız olarak görüyorlar ve kullanılan bu tipografiye, Fransız kültürüne yabancı unsurların İslam’ı ve Müslümanları temsil eden ürünler olarak sunulmasına itiraz ediyorlar.

“Fransız Müslümanlar”, Arap kültürüne özgü olan kimi kültürel değerleri reddederek, kendi kimliklerini yalnızca Fransız vatandaşlığına ve ibadet boyutuna indirgenmiş haliyle İslam’a referansla tanımlamak istiyorlar.

Somut olarak düşünecek olursak bu Müslümanlar, kendilerini Arap ya da Mağrip kökenli ürünler yerine, İslam’ın emirleri ile çelişmeyen ancak açık bir şekilde Fransızlıkla özdeşleşmiş ürünlerle tanımlıyorlar.

Kendisine dışarıdan dikte edilen bir kimliğe insanın itiraz etmesi son derece normaldir. Öte yandan, kendini sadece başkaları tarafından empoze edilen hususlara cevaben tanımlama seklinde gün yüzüne çıkan salt tepkisel tutum, kendi başına derin bir rahatsızlığın bir semptomudur. Kişinin kendi kimliğini özerk bir şekilde, kendi kendini tanımlamak suretiyle inşa etmekten aciz olduğunu ortaya koyar.

Aynı zamanda, aşağı statüde bulunan birinin özerk ve bağımsız bir varlık haline gelme kudretinin bulunmadığının bir göstergesi de olabilir. Müslüman cemaat kendisini hakim bir ideolojiye tepki olarak, ona cevaben tanımlamaktadır ve bu ideoloji tam da bu şekilde Müslüman cemaatin eylem ve tepkilerini belirlemektedir. İbni Haldun bir zamanlar “kaybedenler her zaman galipleri taklit eder” demişti. Fransız Müslümanlar, yaşadıkları toplumun egemen sınıfının zaferlerini taklit etmeye çalışmaktadır.

Arap ve Mağriple özdeşleşmiş kültürel öğelerin reddedilmesinin ana sebebi, bu kültürlerin hakim ideolojideki imajının olumsuz olmasıdır. Ülkenin oryantalist ve sömürgeci geçmişinden ötürü bu imaj Fransa’da son derece yaygındır.

Arap kültürünün şiddet dolu ve şovenist olduğuna dair oryantalist yaklaşım Fransa’da oldukça hakimdir. Fransız Müslümanları, İslam’ın ve Müslümanların bu olumsuz kültürel öğelerle alakası olmadığını göstermek için didinirler.

Hakim ideoloji tarafından kötü gözle bakılan kimlik öğelerinden kendini uzaklaştırma çabası, “Fransız Müslümanlar”ın kendilerini göçmen işçi imgesinden uzaklaştırma gayretlerinden daha da belirgindir. Zira göçmen işçi imgesi kapitalist batı toplumunun gerçek kaybedenidir.

Gerçekten de Arap dünyasının bile bir bölümü (asıl olarak, “kapitalist modernite”nin “İslami versiyonu”nu temsil ettiği düşünülen Körfez’deki petrol monarşileri) olumlu bir şekilde resmedilirken, kültürel ve ekonomik bir egemenlik altına alınmış durumdaki göçmen işçi, “Müslüman Fransız vatandaşları”nın özdeşlemeyi reddettikleri bir figürdür. Göçmen işçi genel olarak Fransa’nın dilini ya da kültürel kodlarını bilmeyen ve alt sınıflara mensup olan “olumsuz bir varlık” olarak resmedilir. Kendilerini bu “olumsuz varlık”tan uzaklaştırmak isteyen “Fransız Müslümanları”, kendi Fransız kimlikleri ve kültürlerini başka bir kültüre mensup göçmenlerinkilerle tezatlık oluşturacak şekilde sunarlar. Tüketim alanında, göçmen işçinin geleneksel ya da kültürel yeme içme alışkanlıklarının parçası olan ürünleri bulmak ve tüketmek istemezler.

“Fransız Müslümanlar”ın bu tepkisel pozisyonu hakim kültüre nasıl yabancılaşmış olduklarını ve kendilerini nasıl tanımladıklarını gözler önüne serer. Her ne kadar Arap ve Mağrip kültürel öğeleri Fransa’da yasayan Müslüman cemaatin kültürel kimliğinin tam anlamıyla bir parçası olsa da, 20. yüzyılın başından beri gerçekleşmekte olan Arap-Müslüman göç dalgası sonucunda ortaya çıkan bu “Fransız Müslümanlar” halen daha kendi tarihleri ve kimliklerinin bir parçasını reddetmek için yırtınmaktadır, çünkü Fransız toplumunda yaygın olan hakim düşüncelere bağımlı konumundadırlar. Ramazan ayında sunulan ürünlere verilen tepkiler, tahakküm altında tutulan bir cemaatin yabancılaşmasının bir göstergesidir. Bu cemaat yabancılaşmıştır, zira kendi tarihi ve geleneğinden yola çıkarak kendisini bağımsız bir şekilde tanımlamaktan acizdir.

İslam’ın kapitalist sistem tarafından şeyleştirildiği, Ramazan orucunun tüketimci bir şölene dönüştürüldüğü ve kendi kimliğini tanımlamaktan aciz durumdaki Fransız Müslümanlarının kendilerine yabancılaştıkları bir manzara ile karşı karşıyayız. Orucun manevi özünü yakalayabilen kişi, Müslümanları ezen bu farklı tahakküm yapılarından kurtulma gücünü kendinde bulacaktır. İslam’ın manevi özünün kapitalist medeniyetin empoze etmeye çalıştığı ticari tüketimcilikte bir alakası yoktur. O öze ancak Allah’ı zikretmeyle ulaşılabilir.

Ramazanın özüne dönüş, Müslümanların gerçek İslam’ın özgürleştirici ve yaratıcı ruhunu yeniden kazanmalarının tek yoludur.

9 Eylül 2010

[1] “Kur’an Mesajı”, Muhammed Esed

[2] Közlenmiş sebzelerden yapılan bir Tunus salatası. (ç.n.)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir