Burhan Sönmez – Ütopya: Sol İlahiyat!

BURHAN SÖNMEZ

HAKİKAT

Marquez’in son romanı Benim Hüzünlü Orospularım 2004 yılında yayımlandı. Ancak yayımlanmadan önce bir sorun yaşandı. Kitap daha matbaadayken, korsan kitapçıların eline geçti ve onlar tarafından piyasaya sürüldü. Dünyaca ünlü Nobel ödüllü yazarın kitabı, okurlar tarafından uzun süredir bekleniyordu, bu yüzden büyük ilgi gördü. Korsanlara kızan Marquez, basımı durdurdu. Kitabının son bölümünü yeniden yazarak bazı değişiklikler yaptı ve yeni haliyle yayımladı. “Soru”, işte bu noktada ortaya çıktı.

Asıl kitap hangisiydi? Marquez’in bir yazar olarak hayalinde kurduğu ve cisimlendirdiği, ama şimdi korsanların elinde olan ilk hali mi? Eğer öyleyse, hakikat artık korsanların elindeydi.

Marquez ise şöyle diyordu: “Kitabı yaratan benim. Onu değiştirme hakkım ve kudretim vardır. Gerçek olan, son anda değiştirerek yayımladığım kitaptır. Diğeri artık hükmünü yitirmiştir.”

Korsanlar, hakikati hakikatin sahibine karşı savunuyorlardı: “Her eser bir ütopyadır, diyorlardı. Önce yazarın zihninde var olur ve yazıyla cisimlenir. Bu haliyle gerçekleşmiş olan ütopya, yani kitap artık yazarın elinden çıkarak yayımlanır. Yayımlama işinin matbaa aşamasında korsanlar veya yayınevi tarafından yapılmış olması arasında artık bir fark yoktur. Biz aldık ve piyasaya çıkardık. Yazar, asıl kitabı değiştirerek ütopyaya müdahale etmeye çalıştı. Ama bu durum, işin esasını değiştirmez. Hakikat bizim elimize geçmiştir.”

Marquez’in kitabı, kendisinin değiştirdiği son haliyle Türkçeye tercüme edildi. Bundan dolayı soru bizim için de geçerlidir: Yazarın hayal ettiği şekilde bitirdiği kitabın ilk hali, korsanların elinde. Korsanlara kızan yazar, kendi hayaline müdahale ederek kitabında değişiklik yaptığı için, biz şimdi bu değişik halini okuyoruz. Biz yazarın ‘asıl’ kitabını mı okuyoruz Türkçede?

Bize hakikati sunarak iyilik yaptıklarını iddia eden korsanlara karşı yazar, hakikate müdahalenin kötülük olduğunu söyler. Varlığın ortaya çıkışını, ilk töze müdahale ile açıklayan eski zaman alimleri gibi düşünür: Yani “zamanın” en başında, sadece ışık vardı ve her şey bütündü. Sonra kötülük ortaya çıkarak bu bütünlüğü bozdu. Işık parçalandığı için, madde ve karanlık hükümran oldu. Eğer bu kötülük olmasaydı, ne karanlık ne de madde oluşmayacak, kötülük de kendisine yer bulamayacaktı. Her şey, tek ve bütün olarak sonsuz bir ışıkta kalacaktı.

İYİ

Korsanların kitabı çalması, ilk tözü (kitabın ruhunu) parçaladığı ve onun “büyüsünü” bozduğu için, yaratıcı yazar, hakikati yeni duruma göre ve yeni bir iyilik anlayışıyla yeniden kurararak değişiklikler yapar.

Ama hakikatin bir ütopya olduğunu ve maddileşmiş bu ütopyanın (kitabın) kendi ellerinde bulunduğunu söyleyen korsanlar, şimdi hakikati, onun yaratıcısına karşı savunmaktadır. Her ne kadar yazar, iyiliğin, kitabında değişiklik yaparak verdiği son biçimde olduğunu söylese de, bu cevap soruları dindirmez. Yazarın dayanağı, kutsal kitapların ruhuna benzer: Tanrı bile sözünü ve hükmünü değiştirmez mi? Geleceği bilen Tanrı, bir söylediğini sonradan değiştirebildiğine göre, kudreti sınırlı olan insanın, kendi fiillerinde değişikliğe gitmesi daha anlaşılır bir şeydir. Mesela Allah, Müslümanlara önce “İbadet ederken yönünüzü Kudüs’e dönün” demiş, ama sonra bu kararından vazgeçerek “Kıbleniz bundan sonra Mekke’dir” diye emretmiştir. Yani bir önceki kararını nesh etmiştir. Tanrı’nın ruhundan üflediği insan olarak yazar da, tanrılığın bir parçası olan yetkiyi kullanmış ve kendi sözünü değiştirmiş, nesh etmiştir. Tanrı gibi, hakikatin nerede olduğunu söyleme kudretini kullanarak, “Gerçek olan kitap, benim son söylediğimdir” demiştir.

Korsan ise, hakikati yaradana karşı savunur. Tıpkı Tanrı’nın emrine uymayan Şeytan gibi. Tanrı, ilk insanı yaratıp herkesin onun önünde diz çökmesini emretmişti. Bütün melekler ve cinler bu emre uymuş, sadece Şeytan, “Bu alemde diz çökülecek tek şey Tanrı’dır” diyerek itiraz etmişti. “Eğer biz bir varlığın önünde diz çökersek, bu aslında sadece Tanrı’ya göstermemiz gereken saygıyı parçalar ve Tanrı’nın önemini küçültür” diyen şeytan, Tanrı’nın kudretini Tanrı’ya rağmen savunmuştu. Orada Tanrı için kudret, verdiği emirlere uyulmasındaydı. Yani iktidarın mutlaklığındaydı ve bu iktidarın bir kısmını “ruhuna kendi nefesinden üflediği insana” aktarmakta sakınca görmemişti.

Şeytanın niyeti kötü değildi, onun gerekçesi Tanrı’yı yüceltiyordu. Tanrı’nın kendi ruhunu başka bir varlığa aktarmasının, ışığın/kudretin parçalanması anlamına geleceğini söylüyordu.

Parçalanmış kudret, maddeler evrenine mahkûm olmayı getireceği için, Tanrı’nın kudreti de artık sınırlanmış olacaktı. Böyle bir “yenilik”, Tanrı’nın sonsuz nuruna karşı bir “bidat” yaratırdı. Bu durum karanlığa da, kötülüğe de bir alan açar ve Tanrı’yı kendisiyle yarışılabilir ve meydan okunabilir bir dereceye düşürürdü. Bunu söyleyen Şeytan ile Tanrı’nın arasının açılmasının nedeni, Şeytan’ın ileri sürdüğü gerekçe değil, kendi doğrusunu sahiplenme ısrarıydı.

Ama Tanrı orada ütopyasını yaratmaktaydı. Tanrı, yeni bir şey “istiyor” ve insan onun ütopyası oluyordu. Bu yüzden ona kendi ruhundan üflüyordu.

DÜŞÜŞ

Ütopya, “olmayan yer” değil, “olması arzulanan yerdir.” Arzulandığı ve hayal edildiği andan itibaren, hakikatin bir parçası haline gelir. Eğer ütopya yolun öbür ucunda ise, oraya varmak için gidilen yol da ütopyanın parçası olur.

Şu dünyadaki insan için hakikat, uzaklardaki bir ütopyada mı, yoksa içinde bulunduğumuz şu anki varlıkta mıdır, diye soran filozoflar bilir ki, ütopya bir siyasi ülkü olabilir, bir gönül arayışı veya bir cennet olabilir. Peygamberler yeryüzüne gelip, “Şu an bir rüyadayız, ölünce uyanacağız” derler. Ama bu, hakikate ölümden sonra kavuşulacağı anlamına gelmez. Çünkü rüya da hakikatin “kırk parçasından biridir.”

Eski çağlarda, varoluşun özünün yedi kat yukarıdaki göklerde olduğu, bu maddi dünyaya düşerek karanlığa gömüldüğümüz söylenir ve varlık alemi “gerçekliğin yanılsaması” olarak tarif edilirdi. Işık ve karanlık çatışmasından yola çıkılarak, ışığın bizden uzak, ama ulaşılması gereken bir hedef olduğu dile getirilirdi. Işık Heykelleri’nin ulu “mimarı” Sühreverdi de bu diyalektiğe inandı, ama bir farkla, diğerlerinin saf karanlık dediği “maddede/varlıkta” ışığın da bulunduğunu gördü. Bunu söylerken, insan için göklerde olduğu söylenen ütopyayı biraz yere indirdi, bu alemin bir parçası haline getirdi.

Kutsal kitaplar, ütopyanın cennette olduğunu söyleyip, bunu tek mutlak olarak mı ifade eder? Anlatılan odur ki, kadın ile erkek cennette yaşarlarken her şey serbest kılındı, sadece bir ağacın meyvesine dokunmamaları söylendi. Burada hakikatin kırk parçasından olan iyilik ve doğruluk sınanıyordu. Oysa din ilahiyatçıları, insanın dünyada bir sınavdan geçtiğini, kendisine iyi ile kötüyü ayırma -doğru veya yanlış yapma-iradesi verildiğini, irade sahibi olduğu için de özgür olduğunu söylerdi. Bu hakların cennette bulunmadığı, yani orada kötülüğe ve yanlışa (dolayısıyla özgür iradeye) yer olmadığı ifade edilirdi ki, bu iddia Adem ile Havva’nın durumuna uymuyordu. Onlar cennetteydiler ve önlerine doğru ile yanlış arasında seçim yapma imkânı konmuştu. Onlarsa var olanı değil, ütopyayı tercih ettiler ve sınırı geçerek yasak meyveyi yediler.

Diğer mesele ise, “kader”in cennetteki haliydi. Adem ile Havva, kaderlerini kendileri seçmemişlerdi. Cennete yani sonsuz iyiliğin mekanına konduklarında, orada yasak meyvenin “neden” bulunduğunu bilmiyorlardı. Cennet bir sınav yeri değildir, denmesine rağmen, yazgıları belliydi. Bir ağaca -bilinmeyen bir nedenle-yaklaşmamaları emredilip, sonra da sonsuza kadar o ağacın yanında yaşamaları gerektiğini söylemek, bir kader oyunuydu. Onlar için ütopya, artık ulaşılması yasak olandı. Ve orada kaderlerini kendileri seçmeye başladılar. Varolanla yetinmediler. Bilinmeyeni arzu ettiler ve ilk ütopyanın kapısını açarak “bilgi” ağacının meyvesini yediler. Özgürlük de iradenin fiiliyata geçmesiyle birlikte orada açığa çıktı. “İnsanî kader” kitabının ilk satırını yazarak kırmızı çizgiyi geçtiler ve yasağı çiğnediler. Sonuç, cennetten kovuluş ve dünyaya “düşüş”tü. Düştükleri yer, onların dile gelmemiş ütopyasıydı.

NEDEN?

Her ütopyada, sol ilahiyatın izleri vardır. Gizlidir bu. Dünyevidir. İyilikçidir. Dünyevi olanı, ilahî bir dille kurar. Vaadçidir. Ve aşkındır, şu anki maddi koşulların aşılmasıyla varılacak bir yeri tarif eder. Felsefe ve bilim, bunun parçalarını bulmaya çalışırken, semavi dinler, doğdukları zamanın bilgisini ve felsefesini kapsayarak ütopyayı ilahî bir tüle sarar. Din, gerçeğin üzerindeki tüldür. Peygamberler bu dili kullanarak varlığın ‘bütünsel’ olarak kavranmasına aracı olurlar. Parçalanmış maddeler dünyası ve hayat algısı içinde, varlığın birliği ve onun parçalanmaz ruhu, ancak bir kutsiyetle, bütünsel bir tülle ayakta durabilirdi.

Bilimciler, büyük patlama (big bang) teorisi sayesinde, evrenin bir başlangıcı olduğunu söyleseler de, bu, varlığın değil, evrenin başlangıç noktasıdır. O noktadan önce varlığın ne halde olduğu bilinmez. (Belki sonsuz bir devri daimin parçasıdır, S. Hawking’in dediği gibi. Ama, “ilk an”dan öncesine dair söylenen her şey, “belki”dir.)

Bilim, “nasıl” diye sorar. Felsefe ise “neden” diye merak eder.

İnsan, “neden” sorusunu sormaktan vazgeçtiği an ütopyadan da vazgeçmiş ve aklını örtmüş olur. Nereden geldiğini bilmeyen insan, bu aleme ve kendi varoluşuna kesin bir mana verememekten korkar. “Bilmediğinin farkında olmak” insana mahsustur. Beyin sahibi diğer canlılar, bir şey bilmediklerinin farkında değildirler. Onların beyni, akıl mertebesine ermemiştir. Bu yüzden varoluşun kendisine dair bir dertleri yoktur. Dert, huzursuzluktur. “Varoluşun kendisi, bilinen alemden ibarettir, başka bir anlamı yoktur” demek, aklımızı tatmin edebilir. Alemle barışık yaşamak için iyidir bu. Ama “bilmediği” şeyi bilmeyi istemek, insani maceranın gizli parçası olmaya devam eder.

“Bilinçli” (aklımız sayesinde bilincinde olduğumuz) varlık aleminden silinmek anlamına gelen ölüm, sonsuzluğa dair merakın sınanacağı son kapı, son umuttur. “Neden” sorusunun vardığı son bilinmez cevaptır. Sır kapısıdır. Fedai ruh da bu yüzden sonsuzluk arayışının bir parçası olur. Mesela başkaları için ölmeyi göze almak, içimizdeki genlerin kendi soyunu devam ettirme arzusundan bir adım öte bir şeydir. İnsan bilinci, hem varlığı hem de kendisini aşma potansiyeline sahip olduğunu burada gösterir (ama kudreti henüz o denli büyümemiştir). “Yok oluşa” atılan son adımın, aslında bu maddi dünya uğruna olduğunu biliriz. Çocukları için ölümü göze alan bir anne, zulme karşı direnen bir devrimci ya da bu dünyada dinin hüküm sahibi olması için kendini feda eden bir mümin aynı maddi dünyanın içindedirler. Hepsinin ütopyası bu dünyadadır, geride bıraktıklarının daha iyi olması için kendi son adımlarını atarlar. İlham kaynaklarının veya son sözlerinin farklı olması, aynanın diğer yüzüdür. “Ölümün bile peşine düşmekten korktuğu insanlardan“ olmak, bir parça ermiş olmalarının armağanıdır. İyi bir dünya için, kendi “varoluşlarını” reddetme cesareti ve arzusu taşırlar. Yokluk ve ölüm, onlara hayatla ilgili sınırsız merak duygusunun vardığı son kapıdır. Ondan sonrası “belki”dir veya belkisizliktir. Çünkü “sonra”nın bilinci tecrübe edilmemiştir. Mümkün olmamıştır. (Şeyh Bedrettin, Varidat adlı eserinde, ölümden sonra dirilişi, hayatın bu dünya içinde “devamı” olarak ifade eder, mekânı “bilinen” bu alemdedir. Saidi Nursi ise Haşir Risalesi’nde “devam”dan değil, öteye “geçiş”ten söz eder, bilinen değil, “inanılan” öte alemdeki yeni hayatın hakikatinden dem vurur.)

İLK VE SON

“İnsan aklı o kadar büyüktür ki içine bütün evren sığabiliyor” der Hz. Ali. Bütün kâinatı düşünebilen, ona dair sorular sorup cevaplar arayan aklımız, kendi sınırlarını da bilir. Bu yüzden rüyalara, ilahi söylemlere, sezgiye veya bilimsel yöntemlere başvurur. Akıl, kendi sınırlarını bu sayede aşmaya çalışır.

Hz. Ali’nin sözleri, varlığın bütünü ile bunun gelip somutlandığı insanı birleştirir. Biz kâinatın ruhundan bir soluk taşıyoruz, varoluşumuz değersiz ve anlamsız değildir, der. Kutsal kitaplar bunu anlatır. Göklerin ve dağların yüklenmek istemediği emaneti insanın yüklenmesinin sırrı, insanın kâinatın ruhunu kendi içinde taşıyabilme ve onu aklına sığdırabilme kudretindedir. Yeter ki bu gücüne er(iş)meyi bilsin.

Bu yüzden Tanrı’nın adıyla başlayan kutsal kitaplar, “İnsan”la biter. Varoluşun bir bütün ve tek olduğunu söyleyen düşünürlerin hareket noktası da budur. Alem, insanın hem yurdu hem gurbetidir. Kainatla başlayıp İnsan’la biten varoluş serüveninin özeti budur. Bu yüzden, insanı Tanrı’ya yaklaştırdığı söylenen kutsal kitaplar, Tanrı’yı da insana yaklaştırmakta, noktayı orada koymaktadır. Kur’an’ın ilk kelimesi “Tanrı” (Allah) son kelimesi ise “İnsan”dır (nas). Hapishane Defterleri’ni yazarken Gramsci’nin “insan ve Tanrı’nın doğasının aynı olduğunu varsayması” da bundandır.

Kâbe (varoluşun özünün ve sırrının sembolü) Mekke’de değil, insanın kendisinde, kalbindedir, diyen Hallac-ı Mansur, kutsalları yıkmıyor, kutsal olanı varlık temelinde inşa etmeye çalışıyordu. Alem kutsaldır ve insan da kutsaldır. Ehl-i kitap olmanın asıl manası ‘ehli kulup’ (kalp insanı) olmaktır. Bu yüzden, hakikati Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değil, kendisinde aramalıydı insan. Varlığın başlangıcı da sonu da aynı yerdeydi. Ütopyaya yolculuk, uzağa değil, yakına bakmaktı. Yolculuk, dışa (bu evrenin dışına/ insan varlığının dışına) değil, içe doğru yol almaktı.

YERYÜZÜ CENNETİ

Tanrı, ütopyaların toplandığı bir hülyadır. Ona yönelen insan, ütopyaların gizli bahçesi olan bu alemi bir bütün olarak kavrar. Filozoflar ya da sufiler gibi.

Amaç cennet krallığını yaratmaksa ve bunun somut hali “asr-ı saadet”te görülmüşse, demek ki “mutluluk” gayb aleminde değil, bu alemde mekân bulup, insan eliyle yaratılabil(ir)miş. Geleceğin ütopyası, bu manada geçmişin bağrındadır. Hayal olanı mümkün kılmak için, onun daha önce de mümkün olduğu söylenmektedir. Komünist ütopyanın kendi suretini ilkel/komünal eski topluluklarda görmesi de bu manada bir umut inşasıdır. Kadim geleneklerin ruhuna yaslanır. (Japon filozof Karatani’nin, kendisine “komünizmin metafiziğini yeniden inşa etme görevi” yüklemesinin bu mevzularla da bağı olmalı.)

İnsan her yerde ütopyanın ve umudun peşinde olduğu için, “dinsel sıkıntı hem gerçek sıkıntıların dışavurumu hem gerçek sıkıntılara karşı bir itirazdır.” Bunu söyleyen filozof Marx, dinin ikili dünyasını biliyordu. Ona göre din, toplumsal hayatın ve kavganın devam ettiği bir alandı. Habil ile Kabil’in, yani iyilerle kötülerin her gün cenk ettiği bir dünyayı resmediyordu din. Bu yüzden, kimileyin kölelerin ve ezilenlerin elinde bir kurtuluş bayrağı, kimileyin kralların ve efendilerin elinde bir kılıç oluyordu. “Din hem kalpsiz dünyanın kalbiydi, hem de bir afyondu” Marx’a göre. Çaresiz kalabalıklar, din sayesinde acılarını azaltıyordu. Çünkü Marx’ın o sözü söylediği çağda, afyon, bir ağrı kesici olarak da kullanılıyordu.

Sözü burada devralan Ali Şeriati’nin ütopyası, “varlığın birliği” üzerinde inşa olur. İnsan ilahî bir varlıktır onun için, bu ilahiyatın cevheri akılda ve kalptedir. İnsanın insana zulmü ve haksızlığı, kendi ilahi özünü inkâr etmek anlamına gelir. Bu gaflete düşülmesinin nedeni,bütün varlığın aynı tözden geldiğini unutmak ve kardeşini öldüren Kabil gibi, insan varlığındaki adilliği ve vicdanı yok saymaktır. İnsan işte orada inkâr edenlerden olur. Kendi hakikatini inkâr.

Mucizenin ve acının kaynağı da burada anlatılır. İnsan, hem Tanrı’nın soluğu hem balçıktır. Vahdet, varlığın özünü ifade eden cevher olduğu için, doğruyu bulmanın anahtarıdır da.İnsana düşen, özgürlüğünü/iradesini kullanması ve iyi ile kötü arasında ayrım yaparak hayatı ve dünyayı güzel kılmanın yolunu bulmasıdır. İlahî kudret ile balçık insanda birleşmişse, Hz. Ali’nin “İnsanın içinde bütün evren bulunur” sözüyle kastettiği biraz da budur. Hak ile batılın (iyi ile kötünün) mücadelesi buradadır. İnsandadır. Bütün dünya ya Kerbela olacaktır ya da ütopya.

VAAD EDİLMİŞ TOPRAKLAR

Varoluşun anlamı, Yaradan ile yaratılan arasında ayrım yapmak değil, alemdeki birliğin (vahdet) farkına varmaktır. “Tanrı’yı gökten yere indirdiğimiz, bir muhatap haline getirdiğimiz oranda anlayabiliriz… Tanrı gökten ve meleketü alanından sokağa gelmeli, benim ve senin yoksulluk sofrana oturmalı” diyen Ali Şeriati, kutsallığın ve ilahî birliğin yeni bir tarifini yapar. (Bu tarif yeni değil, en eski doğrudur o’na göre. O, sadece bir hatırlatıcıdır.)

Ali Şeriati dinselliğin alanını da buna göre tarif eder ve şöyle der: “Hak ile batılın çarpıştığı savaş alanında olmadıktan sonra, çağının şahidi, toplumunun şehidi olmadıktan sonra nerede olursan ol! İster namaza dur, ister içki sofrasına otur, ne fark eder! Bugün en önemli soru, hangi dinî kavramın rasyonel olduğu değil, içinde yaşadığımız toplum için ifade ettiği değerdir. Bu yüzden insan, Tanrı’yı insanlaştırdığı ölçüde anlayabilir. Soyut bir tanrı anlayışı, egemenlerin tanrı anlayışıdır. Asr-ı Saadet’te din ile adalet eşdeğerdi. Ama sonradan ilahî adalet diye adaleti göklere çıkardılar ki, yeryüzünde ondan söz edilmesin. Bunu söyleyenler, dinin afyon tüccarlarıydı.”

Dinin gizemi, insanın gizemidir. Feuerbach’tan aldığı ilhamla bunu söyleyen Ernst Bloch’a göre ideal insan, ütopyaların bir toplamı olacaktır. Ama o çağ henüz gerçekleşmemiştir. Aynı şeyi söyleyen Sudanlı Şeyh Mahmut Muhammet Taha, bunu “İslamın ikinci mesajı” olarak tarif eder, ama bir farkla, o çağın -nihayet-şafağında olduğumuzu ilan eder.

Taha, Hz. Muhammed’in peygamberliği döneminde, önce Mekke’de, hicretten sonra ise Medine’de inen ayetler arasında temel bir ayrım olduğunu vurgular. Dinin Mekke’de gelen ilk emirleri, temel kavramları ortaya koyar. İnsanlara iyiliği tavsiye eder, kardeşliği ve doğruluğu teyit eder, toplumu huzursuz eden kötülük ve fitneden sakınmayı önerir. O günün insanı, mümin’dir (yani inanandır), ama müslim (yani ideal iyi insan) olmak kültür ve bilinç seviyesi açısından mümkün değildi. Pratik zorluklarla karşılaşan İslâm, o günün insanının seviyesine inmek ve onun anlayabileceği bir biçime bürünmek zorunda kaldıkça, kendi idealini var olan koşullara göre daralttı. Bugün bilinen din, budur. Oysa İslâm’ın asıl ifadesi, onun artık unutulmaya yüz tutmuş olan “ikinci mesaj”ındadır.

Tanrı ki, önce insanlara Kudüs’e dönüp ibadet etmeyi emretmiş, sonra ancak koşullar olgunlaşınca gerçek kıblenin Kâbe olduğunu söylemiştir. Kâbe, namazın kıblesi olmuştur. Peki mal eşitliğinin, cinsler arası eşitliğin, demokrasinin, diğer dinlere hoşgörünün Kâbe’si neye göre tarif edilebilir? Bu soruların cevabını arayan Taha, İslâm’ın gizli kalmış ikinci mesajını açığa çıkarmaya çalışır. Çağlardır üzeri kumla, tozla, çamurla kaplanmış bir mesajdır, cevherdir bu.

HÜ-DA

Taha’nın önemi, sadece ilahi özgürlüğü ve adaleti bugünkü dünyaya indirmiş olması değildir. İslâm’ın “iç mantığında” yaptığı ve dinin özüyle tutarlık taşıyan “okuma” yöntemidir esas olan. Din alimlerinin köhnemiş zihniyetinden başka bir anlam taşımayan fıkıh (İslâm hukuku) yöntemini eleştiren Ali Şeriati’den farkı buradadır. Şeriati, geleneği eleştirip İslâm’ı “sosyal” açıdan yeniden inşa ederken, Taha geleneksel düşünce yöntemine karşı, somut ve net yeni bir “okuma sistematiği” de sunar. Bunun yaparken dinin öz kaygısına ve iç usullerine bağlı kalmayı sürdürür. Dinin vaad ettiği topraklara ulaşmak, “ikinci mesajı”n açığa çıkarılmasıyla mümkündür Taha için.

İkinci mesaj, bazen dilin ruhunda gizlidir: Hüda’nın Kürtçesi Xweda olup, Tanrı anlamına gelir (x harfi, kalın h olarak okunur). Ken-di kendini var eden, demektir. Doğa kelimesi de bu çizgide bir anlama sahiptir. Doğa kelimesinin Kürtçe’de iki karşılığı vardır: Birincisi, kendi kendini ören (xwerist), ikincisi, kendi kendini doğuran (xweza)dır. Dilin dini var mıdır, bu ayrı bir konudur. Öyle olsaydı, Kürtçe ve Farsça’nın, İbni Arabi’nin vahdet anlayışına veya Spinoza’nın panteizmine veya Türkçe’nin Şaman doğacılığına ne kadar yakın olduğunu dert edinebilirdik.

Dil bazen, dinin gizli koruyucusudur. Dinin çağlar içinde, umut ilkesinden uzaklaştırılmasına karşı durur. Çünkü dinlerin ütopyası çoğu zaman o dinin sahibi ve bileni olduğunu iddia

edenler tarafından iğdiş edilir. Zaten inanmak, her zaman hakkıyla “anlamak” manasına gelmez. Nietzsche’nin dediği gibi “inanmak, bilmemek arzusu” ise, inanmaya katı ve aşırı bir vurgu, an-lama çabasını geriye iter ki, bunun vebali bütün topluma yük olur.

Ütopyanın sadece soluk bir resmini ifade eden resmî dinlerin özsuyu kurumuştur. Tutucu geleneklerin, ibadetlerin ve kuru vaazların toplamı, varolan dünyanın aşılamayacağı fikrinde takılıdır. Ali Şeriati’nin mollalar ve ayetullahların dininden bıkkınlık duyması bundandır. Bu öyle bir dindir ki, mutlak kötülük olarak tarif edilen şeytana karşı nefsini siper ederken bu hayatın içindeki en büyük günah olan sömürüye karşı çaresizliğe düşer. Biraz sadaka, zekat, fitre ve bağışlarla ruhunu dindirmeye çalışır. Diner mi? Tabi ki hayır! Din, “ızdırap içindekiinsanın feryadı ve kalpsiz bir dünyanın kalbi” olmayı sürdürdüğü müddetçe, onun bayrağını mazlumların kurtuluş yolundaki hicretine taşıyanlar her zaman olacaktır. Dindeki “mistik sis” içinde silikleşse de varlığını hissettirmeye devam eder ütopya. Bunu, o dinin resmileşmiş geleneksel yorumlarına rağmen başarır. Çünkü din, dinden daha geniş bir şeydir. Bu yüzden ilahi sözlerle konuşan Tanrı, Kur’an’da “Umutsuzluğa düşerek beni inkâr mı ediyorsunuz?” derken, kendisi bu dünyaya iner, insanların arasında kendisine bir arayış, umut ve direniş mekânı tesis eder. Ütopyanın insanıdır bu. Gramsci’nin söylediği de budur: “Din, tarihin tanıdığı en devasa ütopyadır… tarihsel yaşamın gerçek çelişkilerini mitolojik biçim içinde uzlaştırmak için en büyük girişimdir.”

SOĞUK VE SICAK AKIMLAR

Ütopya, sol ilahiyatın gizli adıdır. Eski zaman tabletlerine yazılmış bir sırdır bu. İster dinsel kisve altında olsun ister maddi dünyanın diliyle kurulsun. Peygamberler, antik çağ filozofları ve şairler bunu anlatır. Marx’ın “din afyondur” ifadesinden önce sarfettiği sözler de buna işaret eder.

Sosyalist düşünür Bloch, dinin ele alınmasındaki iki ayrı eğilimi tarif eder sol gelenekte.Birincisine, “soğuk akım” der. Bu akımdakiler, dini tek kimlikli ve tek yönlü bir olgu olarak değerlendirir, içindeki her şeyin olumsuz olduğuna inanır. Din onlar için, ezelden beridir değişmeyen, hep aynı kalmış bir tutuculuğun adıdır. Du-rağan bir okumadır bu.

“Sıcak akım” der Bloch, ikinci eğilimdeki sol/ sosyalist geleneğe. Bunlar, dindeki ikili dünyayı görür, onun diyalektik bir öze sahip olduğunu bilirler. Din değişkendir, kimi zaman efendilerin, kimi zamansa mazlumların diline sahip olur. Bu dili ona verense, Tanrı’nın sözünü eline alan insandır. Bizim doktor Hikmet Kıvılcımlı, insandaki bu kudrete, Eyüp Camisinde yaptığı konuşmada işaret etmişti: “O zamana kadar insanlar arasında bütün düzeni kuran kanunlar ve kaideler ‘gökten iner’di. Hz. Muhammed, ‘Ben sonuncu peygamberim!’ demekle, bizlere şu büyük hakikati anlatmış oluyordu: Artık kanunlarınızı kendiniz yapacaksınız!”

Dinin içindeki çelişkiler, onun yıkılmasına değil, insani ve ütopyacı yanlarının açığa çıkmasına yol açar. Böylece dindeki dünyevi ruh (sadece dünyevilik değil, ruh da) görünür hale gelir. Hurafelerden kurtulmak, sol ilahiyatın ülküsüdür. “Metafizik dinin içindeki dünyevi temel”e vurgu yapan sosyalist düşünürler, sıcak akımın manasına akıl yorarlar. Tanrı’nın varlığı veya yokluğu değildir onların derdi, alemin ruhundaki birliğe işaret ve kainatın aynası olan insana şahitlik ederler.

Sıcak akım, sol ütopyadır. Ya da ilahiyatın, göklerden inip aramıza karışması ve hakikate yaklaşmasıdır. Hakikat ki, şah damarımızdan daha yakındır bize.

Vadedilmiş toprakların yoluna gitmek, hacda kendini aramak veya Faustvari bir ızdıraba düşerek hakikati dert edinmek kaçınılmaz bir maceradır. Burada rehber insandır. Bu “bütün”ü gördüğü içindir ki Kur’an, “müslim” veya “mümin” kelimesiyle değil, “nas” kelimesiyle biter. Aynı ruhtan ve aynı balçıktan varolmuş, bir yanı Habil (iyi) bir yanı Kabil (kötü) olan ve aynı kökten geldiği gibi, aynı sonda birliğe (tevhide) varacak olan “İnsan”dır bu. Birinci Halife Ebubekir bu hissiyatla dua etmişti: “Ya Rab! Benim vücudumu sonsuzca büyüt ki, ben cehenneme gireyim ve orada her yanı kapladığım gibi başka hiç kimseye yer kalmasın.” Bütün insanların günahını ve acısını yüklenen İsa veya Yezidi ulular gibi söylüyordu bunu. (Saidi Nursi, Emirdağ Lahikası’nda, “Hz. Ebubekir’in bütün insanları değil, sadece

Müslümanları kurtarmak için yalvardığını” söyleyerek kendi dünyasını en dar yerde çiziyor, Nas’ın ulu cevherini görmezden geliyordu. Bunu söyleyen, İstanbul’a geldiğinde kaldığı odanın kapısına, “Burada sual sorulmaz, her suale ve müşkülata çözüm bulunur” diyecek kadar kabına sığamayan Saidi Nursi’dir hem de. Onun Hz. Ebubekir’in sözünün içeriğinde gittiği küçültme aynı zamanda suyun sığlaştığı yer oluyordu ister istemez. Bu tür metafiziğin sorunu, öbür dünyacı olması değil, bu dünyada kendini cansız ve hareketsiz yani ölü bir ütopyanın içine hapsetmiş olmasıydı. Komşusu açken tok yatan bizden değildir, diye inanan kişi bilir ki, o komşu bir mümin, bir Musevi veya tanrısız biri de olabilir.)

SİMYA

Ölü ütopya, “olmayan yerdir”. Canlı ütopya, arzu edilen ve yoluna düşülen bir hülyadır. “Hakiki ilahiyatçılar”, yeni bir dünyanın kapısını araladığında, varlık alemiyle bir sulha ermeyi, iç ve dış huzura varmayı amaç edinirler. Orada hatırlanacak ve borç ödenecek çok şey vardır. Bunu bilmek, iyiliği sürekli kılmanın teminatıdır.

Korkumuz, her ütopyanın gerçekleştiğinde ortodokslaşmasıdır. Yoksulların İsevi bayrağını devralan Roma krallığında, fakirlerin dostu Ebuzer’i susturan devlet İslâmında, İmam Hanbel’i zindanda yok ederek kendisini de donduran Mutezili saltanatında görüldü bu. Ne din ne de sovyet iktidarı aç gönüllere su taşıyamadı. Çünkü Mutezili’nin akılcı olması yetmezdi, aklı küçümseyen Hanbel’i ancak ölümle ıslah edebileceğini düşündüğü anda kendisinin de aklın dışına çıktığını görmesi gerekirdi. Her zulüm ve haksızlık düzeni, ütopyanın inkârı, halkın zindanıydı.

Ütopyanın sonsuzluğu ve yüceliği, bakırdan altın yaratmaya cesaret edebilmesindedir. Balçığıilahî ruha dönüştürmeye çalışmak simyadır. İnsanın fıtratındaki iyilik ile güzellik ve adalet duyguları, yeni bir dünya ve onun içinde yeni bir insan yaratmaya çağırır bizi. Her ne kadar, “yeni insan”a (insan-ı kâmile) sevdalı olan Nietzsche, “yeni bir dünya”ya (cemaat-ı kâmile) inanmazsa da, biz Newton gibi mucizevi düşünenlere de kulak verelim. Modern bilimin ve şaşmaz olduğu söylenen doğruların babası Newton bir yandan evrenin yasalarını keşfederken, diğer yandan simyaya bel bağlıyordu. Laboratuvarında bakırdan altın yaratmaya yani en olmayacak şeylere kafa yormaya devam ediyordu. Bir insandan bir Tanrı yaratmanın ve Tanrı’yı insanlar katına erdirmenin mantığıydı bu. Mucizenin bu kudretinden umut kesen insan, balçığın içindeki ruhtan, yenilginin içindeki zaferden ve bugünkü çaresizlik içindeki güzel gelecekten de umudunu keser.

Ütopya hakikattir, hakikat çokluk ve çokluk zamandır. Zaman ise değişimdir. Tanrı bile kendi hakikatini değişime tabi tutmuşken, “mutlak gerçeğe” tarif olur mu? Bunu dert edindiği için Aristo, varlığın hareket ve değişim üzerine kurulduğunu söylemişti. Sonra İbni Sina ve İbni Rüşd gibi alimler bunu İslâm düşüncesine taşıdılar ve aslında hakikatin çoğulcu olduğu fikrinin temelini örmeye gayret ettiler. Tanrı’nın nasıl düşünüyor olabileceğini şöyle kıyısından da olsa bilmeye çalışarak, göklerdeki ilahiyatı yeryüzüne indirdiler.

Hakikatın yanı başımızda, bize şahdamarımızdan daha yakın olması, her şeyin oluş içinde bulunduğuna ve bunun yaratımına bizim de katılmamız gerektiğine işaret eder. “Gönlü bol dindarlar” Hz. Ali’nin o sözüne bu yüzden kıymet verirler: “Perde açılsaydı, yakîn yine artmayacaktı.” Hakikat buradadır, ama karanlık içindedir. Onu görmenin ışığını nerede aramalı? Bunun derdine düşen insan, kutsalın peşindedir. Tanrı’ya inanmak gerekmez bunun için. Hikmet denizine dalan inançlılar ve inançsızlar aynı ütopyanın yolcusudur artık.

SON SÖZ NİYETİNE

Ve öyle bir vakte erdi ki devran, ütopyanın kapısını ilk açanların kadınlar olduğu unutuldu.Derler ki: Analarımız ilk toplulukların oluşumunda insanlığı var ederken, aslında, göklerdeki cennetin kırmızı çizgisini geçen ilk insan olarak Havva’nın cesaretini, fedakarlığını ve ümidini temsil ediyorlardı. Sonra gadre uğradılar.

Derler ki: İnkâr edilmiş kadim sırlar, yok olmaz. Erkekler denedi on bin yıldır. Efendiler, soylular ve güçlüler denedi. İnsanlığı balçıktan ibaret bir maddeye dönüştürdüler ve ruhundaki soluğu tükettiler. Cennetteki ilk kadın, Tanrı’nın buyruğuna rağmen yasak meyveyi yediğinde, bilmezlikten değildi bu, aksine bildiği ve arzuladığı bir şey vardı. Bilinen ve istenen o “ilk şeyi” bugün açığa çıkarmak ve insanlığın ortak düşü haline getirmek arzusu, bu bunaltı ve sıkıntı dünyasında bir umuttur. Ütopya, kadınların ayaklarının altındadır.

(Kaynak: Birikim, Sayı: 246, Ekim 2009, s. 34-41)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir