İşçi-Der Kurucu Başkanı Adnan Kondak: “İnsanların seni anlamak gibi bir mecburiyeti yok, sen insanları anlayacaksın”

Söyleşi: Suat Yalçın ve Mehmet Ali Akyurt

 

Adnan Kondak İşçi-Der’in Kurucu Başkanı ve halen aynı dernek çatısı altında faaliyetlerini devam ettiriyor. İSKİ 2010 işten çıkarma sürecinden bu yana işçilerin hak ve örgütlenme mücadeleleriyle yakından ilgilenen Kondak, dernekleşme sürecinden önce de, internette yayın yapan İşçi Gazetesi’ni (iscigazetesi.com) çıkarıyordu. Özellikle taşeron işçilerin sorunlarına odaklanan Kondak, arkadaşlarıyla birlikte bu sorunların tespitine ve çözüm yollarına kafa yoruyor, bu doğrultuda çeşitli etkinlikler gerçekleştiriyor.

 

Bir işçi olarak ilk ne zaman örgütlenme ihtiyacı hissettiniz? Dernek kurma fikri nasıl doğdu? Kendi hikayenizi anlatabilir misiniz biraz?

İstanbul’a geç bir zamanda, 1990 yılında geldim. Tekstil işiyle uğraştım, Bağcılar Yüzyıl’da kendimin olmayan bir tekstil atölyesinde idarecilik yaptım. 70 işçi çalıştırıyorduk. Bir müddet devam ettim. Yiyip içiyoruz ama bir birikim olmuyordu. Ben de işi bıraktım ve Bağcılar’dan Sultanbeyli’ye taşınıp hazır giyim üzerine bir dükkan açtım. Bir buçuk iki sene orada tutunmaya çalıştım. O dönemde kömür zehirlenmesinden eşimi ve iki oğlumu kaybettim. Bu olay benim için hem sosyal ve psikolojik hem de ekonomik bir yıkım oldu. 2001 yılında işçi olarak çalışmaya başladım. O zaman Albayraklar’da çalışıyorduk, yine İSKİ’nin taşeron işçiliğini yapıyorduk. Fakat o zaman çalışma şartları iyiydi. 8 sene Albayraklar’da çalıştım. O zaman zarfında ayakkabı almadım, gömlek almadım, iş elbisesi almadım çünkü hepsini şirket sağlıyordu. İş malzemesine gelince, “şu eksik” dediğimizde şirket hemen alıyordu. O zaman, birim olarak yaptığımız iş başına prim alıyorduk. Burada gayet iyi çalışıyorduk, itiraz edeceğimiz bir şey yoktu. İşler de çok ciddi bir şekilde yürütülüyordu. Maaşlarımızın geciktiği oluyordu bazen. Ama çalışmamızın karşılığını aldığımızı düşünüyorum o zamanlar. Akşam saat 9’lara kadar çalışıyorduk ama karşılığını da alıyorduk.

2008’de bir ihale sürecine girildi. İhaleler birkaç sefer yapıldı, tekrarlandı falan… 2010 senesine gelindiğinde İSKİ’nin çalıştığı üç taşeron şirket vardı: Karel, Albayraklar’ın Sistem İnşaat ve Anadolu yakasında Elsan. Bunlar toplam 650 işçiyi işten çıkardı. O zamana kadar hiçbir örgütlenme hareketi yoktu. 2010’da işten çıkarıldığımızı öğrenince hepimiz İSKİ’nin kapısında toplandık. İSKİ ile görüşme yapmak istedik ve dedik ki: “Biz bugüne kadar ne yaptığımız işe, ne çalışma saatine, ne taşerona, ne kamuya itiraz etmedik, biz sadece işimizi iyi yapmaya çalıştık, o yüzden siz bize takdir belgeleri verdiniz. Biz bugün de sadece işimize devam etmek istiyoruz. Burada bir iş bitimi yok, ihale bitimi var. Bu işi birileri yapacak, niye biz olmayalım?” İSKİ Genel Müdürlüğü bize peşinen kapıları kapattı, “siz taşeron işçisisiniz, sizleri kesinlikle muhatap almam,” dedi. Taşeron firma İSKİ’deki yerini sağlamlaştırana kadar bizleri boşuna istihdam edip para ödemek istemedi, o yüzden işten çıkardı. Çünkü her işçinin bir maliyeti vardır. Bu maliyetten bir süreliğine de olsa kurtulmak istedi. Tazminatımızı ise Albayraklar ödedi, Karel eylemler neticesinde ödedi, Elsan şirketi ödemedi. Aynı şirket bazı işçilerin 3-4 ay maaşlarını vermedi. Sonra o maaşlar karşılığında senet verdi ama o senetleri de ödemedi. Bunlar daha sonraki ihalelerde çakma isimlerle ihalelere girdiler. Şu anda çalıştığım Biltaş şirketinin patronu Karel’in patronudur. Mesela Sistem İnşaat’ın adı şu anda Sistemli İnşaat’tır. Biz eylemler, yürüyüşler yaptık, sonra İSKİ şirketlere “başıma açtığınız bu işi temizleyin” dedi. Böyle olunca şirketler bazı arkadaşlarımızı ayarttı, işte “eyleme katılmayın, kimse size bir daha iş vermez” falan dediler. Bütün arkadaşlarımız bir avukata angaje edildi. Avukat kendi adamlarını gönderdi, “hukuki sürece zarar veriyorsunuz, eyleme katılmayın,” dedi. İSKİ’nin baskısı 3 aya kadar sürdü. Taksim’de 400-500 kişilik yürüyüşler de yaptık. Eylem dağıldı, tekrar ihaleler oldu.

O güne kadar prim usulü çalışıyorduk. Bir okumanın fiyatı 80-90 kuruş falandı. 2010 sonrasında maaşa taban fiyat uygulandı, sayaç başı primler 0,20 kuruşa indirildi. Bugün ben 8 sene önce aldığım maaşı alamıyorum. Yani işçilik maliyetleri düşürüldü. Fatura bize kesildi. Şu anda su açma kapamacıların maaşı asgari ücretin % 50 fazlasıdır. Ben Albayraklar’dan ayrılmıştım, bir gün basın açıklaması yapacağız, şirket defaten adam gönderiyor, ben gitmiyorum. Sonra müdürün yanına gittim, beraber patronun yanına çıktık. “Ya,” dedi “sen ne yapıyorsun? Bizim işçileri oradan çekin. Benim ekmeğimle oynuyorsunuz. Ben ihaleyi yine alacağım.” Ben de dedim ki: “Burada sizin işçiler yok, hepsi işten atılan işçiler.” Patron bana dönüp tek kelime konuşmadı, müdürle konuştu, sonra yanından çıktık.

 

Taşeron işçilerin dernekleşme süreci nasıl başladı?

Başlangıçta insanlar taşeronun ne olduğunu bilmiyordu, taşeronda çalışan da kendisini kamuda çalışıyor zannediyordu. Ben bir sene de Marmaray’da çalıştım. Orada da aynı şeyleri gördüm. Devlet bu sistemi adım adım uygulamaya koydu. Zaman içinde doğal olarak işçi haklarıyla ilgili sorunlar yaşanmaya başladı. Sendikalar bu işçilere sahip çıkmayınca da dernekleşme başladı. Bunun üzerine Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik Sivas’tan AK Parti Gençlik Kolları Başkanı Adem Kuru’yu, Urfa’dan da Hakan Aydın’ı çağırıp görüştü. Onlar da dernek kurdular. Adem Kuru Sivas KAŞİD (Kamu Şirket Çalışanları Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği) Başkanı, Hakan Aydın da Urfa KAŞİP (Kamu Şirket Personelleri Derneği) Genel Başkanı’dır şimdi. İl il gezip görüşmeler yaptılar. Sonuçta bir sürü tabela derneği kuruldu. 12 Ocak 2012’de bu dernekler Ankara’ya çağrıldı. Ben internet üzerinden onlara dedim ki: “Gidin şikayetlerinizi iletin ama bürokratlarla sakın pazarlığa oturmayın. Bunu yaparsanız hem kendi geleceğinizi karartırsınız, yarın hiçbir itibarınız kalmaz, hem de işçi davasına zarar verirsiniz. Faruk Çelik sendikaları çağırmıyor da, sizi niye çağırıyor, ileride sizi harcayabilirler, dikkat edin.” Tabii onlar da genç arkadaşlar, “bakan çağırmış, işçi meselesini bizimle görüşecek,” diye heyecanlandılar. Ben o toplantıya, ne amaçla düzenlendiğini fark ettiğim için bilerek gitmedim. O toplantıya 40’a yakın dernek katıldı. Faruk Çelik bu arkadaşlara 4 saat ayırdı. Görüşmenin sonunda bütün dernekleri Hak-İş’e yönlendirdi.

Nitekim 4857 sayılı İş Kanunu’nun “tanımlar”ı içeren 2. maddesinin değişmesi gündeme geldiğinde, sendikalar buna karşı çıkınca Faruk Çelik dedi ki: “Ben 40 ilden bu işçilerin temsilcilerini çağırdım, onlara sordum.” Ocak 2012’deki toplantıyı kendi yapmak istediğini meşrulaştırmak için kullandı.

Sonra 26-27 Eylül 2013’te, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından düzenlenen 10. Çalışma Meclisi Toplantısı’na gittik Ankara’ya. Biz taşeron işçilerle ilgili kanunun sendikalarla birlikte yapılmasını ve bütün işçilerin durumunun tek bir kanunla düzenlenmesi gerektiğini savunduk. Hakan Aydın kalktı dedi ki: “Taşeron işçi meselesinin ayrı ele alınması gerekir.” O söz onun değildi, o cümleyi kendisi bulup söylemiyordu. “Sen ne yapıyorsun? Sana bunu kim öğretti?” dedim, “bir memlekette iki ayrı çalışma yasası olur mu?” Taş-İş-Der’den Cemal Bilgin ve benim sert çıkışım adamların tüm kimyasını bozdu. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Çalışma Genel Müdürlüğü’nden bir görevli, birinci günün sonunda geldi dedi ki, “Size helal olsun, sizin bu çıkışınızdan sonra, sendikacılara geri adım attıramazlar.” Ama tabii bu baskıyı korumak lazım. Sendikalar işçiyi satıyorlar. Açık örnekleri var.

 

Sendikalara bakışınız nasıl?

Biz 2010’da burada, Aksaray’da 3 ay eylem yaptığımızda Belediye-İş’ten sendikacılar geldi. Öğle yemeği gönderdiler birkaç sefer, ama bize şöyle dediler, “siz taşeron işçisiniz, bizim size yardım etmemiz mevzuata aykırı.”

Türk-İş Ankara’da miting yapıyor, Yol-İş sendikası… İşçiler hem haklarını kazandılar hem sendika hakkı kazandılar. Bu adamların avukatının alacağı öyle bir para tutuyor ki, trilyon gibi… Devlet işçilere sendika aracılığıyla baskı yapıyor: “Alacaklarınızdan vazgeçin, sıfır işçi olarak, kadrolu olarak işe başlayın.” İşçiler buna razı olmuyor, onlar da parayı ödeyip başlatamıyorlar. Türk-İş bastırdı, salı günü Türk-İş’ten beni aradılar, “Çarşamba günü toplantı var” diye, ben de dedim ki “ben taşeron işçiyim salı haber veriyorsunuz, ben çarşamba günü Ankara’ya nasıl geleyim?” Rapor aldım, o toplantıya gittim. Gitmeden önce Belediye-İş İstanbul Bölge Temsilcisi’ni aradım, “hayırdır, Türk-İş’ten beni arıyorlar” dedim. “Ben Genel Merkez’i arayıp sana döneyim,” dedi. Türk-İş Birinci Bölge Başkanı’nı arıyorum, “böyle bir şey varmış, nedir bu?” diyorum. “Dur,” dedi “ben bir merkezi arayayım da sorayım.” Yani İstanbul’daki sendikacıların haberi yok. Yol-İş’i teskin etmek için göstermelik miting yaptılar Ankara’da, Türk-İş anlaştı…

Ben de TES-İŞ (Türkiye Enerji, Su ve Gaz İşçileri Sendikası)’in oradaki şubesine gittim. Daha önce gittiğimizde yüzümüze bakmamışlardı. Dedim ki “başkan, biz bu iş kolunda çalışıyoruz, siz yeni bir iş sözleşmesi imzalıyorsunuz, burada bir tutarsızlık var.” Dosyayı getirdiler, baktık. Dedi ki: “İSKİ’de 3000’in üzerinde çalışan var ama bunların sadece 300 tanesi enerji iş kolunda çalışıyor. Sizin hangi iş kolunda olduğunuza bakmak lazım.” Dedim ki: “Başkanım, biz bunları az çok biliyoruz, şu anda böyle bir hak kullanamayacağımızı da biliyoruz. Ben şu anda nakliyat iş kolundayım, fakat siz çıkıp diyeceksiniz ki, İSKİ’de şu anda 3000 nakliyat işçisi enerji iş kolunda ne arıyor. Benim kamuoyunda önümü açacaksınız, ben de bunun mücadelesini vereceğim.” Buna karşılık “ya işte, bakmak lazım, konuşmak lazım,” dedi.

Taşeronluğun yaygınlaşıp, toptan işten çıkarılmaların başlamasında görüyoruz ki bir işçi mücadelesi yok. İnsanlar işsizlik tehdidiyle bir baskı altına alınmış. Sana ben mobbing uygulayacaksam, sana iki kişinin yapacağı işi yüklerim, sen tabii ki bunları başaramayacağın için, “sen bizim işimizi görmüyorsun” deyip, işten atarım. Adam diyor ki “işine gelirse çalış arkadaşım”. Başıma bir işçiyi amir diye dikiyorlar, “yahu,” diyor, “sen buraya girerken buranın taşeron olduğunu bilmiyor muydun?”

Ben burada partilerle işin değişeceğine inanmıyorum, bu bir sistem meselesidir, bizlerin bunu partilere göstermemiz gerekiyor. Bugünkü işçi derneklerinin tümü sağlıkçıların dernekleridir Anadolu’da. Onların avantajı vardı, bakanın elinin altındaydılar, o yüzden, % 95’i sağlıkçıdır ve bakanın kontrolü altındadır.

 

Bu mücadeleye ilk başladığınızda çevrenizden nasıl tepkiler aldınız?

Ben hayatta büyük iniş çıkışlar yaşadım. Çevremde böyle bir telkin yapacak birileri yok. Biz aile olarak İslami bir çevredeniz, siyasi görüşlerimiz de biraz sivridir. Bu tür mücadelelere takdirle bakıyorlar. Ama şunun etkisini onlarda da görüyorum. Şöyle soruyorlar: Ne kârın var? Aslında bu işlerde kârdan çok zararın olur. Burada eğer bir onur mücadelesi vermeyi göze alamıyorsan, bu işlerde kârdan çok zarar vardır. Çevremde şu anki yansımalar genel olarak olumlu. Bazı insanlar takdirle bakarken, bir kısmı da aptalca bulabiliyor. İşte onlar menfaat odaklı bakan kişiler. Açıkça ifade etmeseler bile, bunu hissedebiliyorsun. Türkiye’de sistem öyle bir yere geldi ki, hükümet ihaleyi veriyor size, sana diyor ki “lise mezunu çalıştıracaksın, gençleri çalıştıracaksın ve işçiyi de ilçe başkanlıklarından temin edeceksin.” Mesela Albayraklar’a referanssız işçi girmezdi. Referanslı olan herkes de işe alınırdı. Evde eşimle konuşuyoruz, 11 yaşında da bir kızım var. “Mersin limanında kırk yaşına gelen işçileri yaşlandı diye işten atıyorlar,” diyorum. O da diyor ki: “Başka iş bulsunlar.” Kolay mı başka bir iş bulmak, yıllarca orada çalışmış. Ben 14 senedir bu işi yapıyorum, bu işten çıksam ne yapacağım? O zaman diyor ki: “Biz acımızdan mı öleceğiz?”

Durum gerçekten vahim. İnsanları bir yönden köleliğe mahkum ediyorlar. Senin yaşam şartlarını elinden alıyorlar. Mesela ben İSKİ olarak geliyorum, senin suyunu kestiriyorum. Bu durumda sen ne yapacaksın? Susuz yaşama şansın var mı? Yok! Şu kış günü elektriğini kestiriyorum. Limak’a geçtikten sonra, 5 TL faturan bile olsa, üç gün içinde elektriğin kesiliyor. Bu, insanların yaşam hakkını elinden almaktır. Buna şu şekilde çözümler bulabilirsin, dersin ki, 10 m3 su ücretsiz kullanabilirsin. Küçük bir ailenin ortalama elektrik tüketimi nedir? Diyelim ki 20 kW. O zaman derim ki: “20 kW’a kadar ücretsiz, burayı geçtikten sonra ücretlendiririm.” Sen bunun yollarını ara! Ne güzel, verdin Limak’a, Kolin’e… Bizim derneğin, 7 TL ve 4 TL’lık iki faturasını arada unutmuşuz… Bir de açma kapama parası istiyorlar 19 TL. Gördüğünüz gibi bu maliyetler sadece taşeron işçiye değil, vatandaşa da yansıyor. Sen işçine maaş vermeyince ne oluyor, insanlar müşteriden rüşvet alıyorlar. Ondan sonra yüz kızartıcı suçtan çocuğu işten atıyorsun. Geçen gün birisini attılar. Dedim ki, “bunun savunulacak bir tarafı yok ama siz uygulamalarınızla bunu teşvik ediyorsunuz.”

Ben bir çıkmazın içindeyim. Çaresizliği iliklerine kadar yaşamış bir insanım. Benim derdim biraz bu. Yoksa yaşım 55. Öyle öne çıkayım, sosyalleşeyim, siyasetçilerle fotoğraf çektireyim, görüneyim diye bir derdim yok.

 

İşçi arkadaşlarınızdan nasıl tepkiler aldınız? Baştan uzak durup sonradan katılanlar oldu mu?

Biz 2010’da, burada Aksaray’da İSKİ’nin önünde eylem yapıyoruz, bu eylemde benim yanımda Karel şirketinden gelen yakın arkadaşım yok. Fakat basın karşısında iki kelimeyi bir araya getirip konuşacak başka kimse olmadığından bana mecbur katlanıyorlar. İşçiler benim etrafımda toplandılar. Üç beş gün sonra dediler ki, Adnan Abi gelmezse biz de gelmeyiz. Karel şirketinden gelenler arasında, üç dört kişilik bir başka grup da oluştu. Bu grup “biz eylem yapıyoruz” diye kapı kapı dolaşıp yardım topladılar. Aralarından şuan beraber çalıştığımız bir arkadaş bir belediyeden 5000 Lira aldı, 50 Lira – 20 Lira gibi paralar değil yani. İstanbul’da gitmedik sendika, meslek odası bırakmadılar. Bu yardımlar gerçek eylem yapan işçilere hiçbir zaman yansımadı. Ben bunu gördüğüm halde, oradaki eylemi sürdürmek için buna göz yumdum. Dernek değildim, örgütlü bir topluluğun parçası değildim, orada bir mesaj vermek için bunlara göz yumdum. Eylem 15-20 kişiye düştüğünde de, “bakın, güzel bir eylem sürdürdük, bunu rezil etmenin anlamı yok, bir basın toplantısıyla bunu sonlandıralım, azaldık, dağılıyoruz,” dedim.

Bunu dernek fikrinin nasıl doğduğunu anlatmak için aktardım. O zaman arkadaşlar bana çok ısrar ettiler, dernek kuralım diye. Ama bakıyorum, bu arkadaşlarda bir işçi mücadelesi nosyonu yok. Mücadele anlayışları, siyasi tavır alma ve yardım toplamadan ibaret. Böyle bir faaliyet bence utanç verici bir faaliyet… O zaman ben buna girmedim.

İSKİ’de bizim davaları satan bir avukat vardı. Adam bulmuş bir geçim kapısı, bunu kaybetmemek için belli bir işçi grubunu çevresinde bulunduruyor. O, bir yerden sonra işçilerin kontrolünü elden kaçırdı. O arkadaşlarda da bir dernekleşme fikri doğdu. O kadar yakın değildik. Ben de dedim ki, siz dernek kurun, ben size her türlü desteği sağlayacağım. İşte dedim, sen sen sen, bu işe çok uygunsunuz falan. Olmadı.

Biz de Güngören’de bir toplantı yaptık. Çapa’daki derneğe, Taş-İş-Der’e üye olalım, orada birleşelim. 40 kişi geldik, aidatları da verdik, başvuru formlarını doldurduk, Çapa’daki dernek o zaman üyeliğimizi kabul etmedi, kendi içlerinde tartışma çıktı, bunlar sağcıdır, Müslümandır, gibi çocukça şeyler…

 

Niye “sağcı” Müslüman işçiden uzak duruyorlar sence? İşçi mücadelesi yürüten bir dernek için burada bir çelişki yok mu?

2010 eylemleri sırasında, eylemlerden sonra, Mimarlar Odası’nda bir toplantı yapmışlardı. Beni de çağırdılar. Bugün İşçi-Der Genel Başkanı olan İhsan Tecik’le gittik. Tam 1 Mayıs öncesi. Konuşmalar yapılıyor, “1 Mayıs devrimin provasıdır” falan. Biri çıktı, bir tekstil atölyesinde yöneticiymiş, işte “bir kadın bileğini burkmuş, utanıyor, doktora göstermiyor.” Böyle insanları aşağılayıcı laflar… Sonra söz aldım. Kürsüye çıktım, “devrim provası” diye nutuk çeken solcu arkadaşa döndüm, sordum: “Geçen seneki 1 Mayıs’tan ne hatırlıyorsun?” Hiçbir şey… Bir şey söyleyemedi. “Peki bu seneki 1 Mayıs’tan ne hatırlayacaksın? Birkaç tane sendika ağası, sendika patronu gelecek, nutuk çekecek, sen dinleyeceksin, ondan sonra davul zurna halay çekeceksin, gideceksin. Pikniğe gidelim abi, niye kendimizi zorluyoruz? Sen bir bildiri hazırlayıp, oraya çıkıp, ‘işçilerin şuanki öncelikli talepleri şunlardır, altı ay sonra ya da bir dahaki 1 Mayıs’a kadar bunlar karşılanmadığında genel greve gideceğiz, şu eylemi yapacağız’ diye bir ilke koydun mu şimdiye kadar 1 Mayıs’ta? Milletin gazını alacaksınız.” O tekstilciye döndüm, dedim: “Müslümanlar camiye giderler 1 Mayıs’a gelmezler diyorsun. Burada daha iki dakika konuştun, adamlarla bir araya gelecek yer koymadın ki… Sen beni dışladın bir defa… Biz seninle nerede birleşeceğiz, nereye yürüyeceğiz beraber?” Konuşmadan sonra tek tek gelip tebrik ettiler.

Bizde bu klişe sloganlar oldukça… Birkaç tane slogan, adam bağırır. Tamam abi sen çok güzel söylüyorsun da, nasıl? O soruya kimsenin bir cümlesi yoktur. Bugün Müslüman nerede durmalı, tavrı ne olmalı, ben bunun cevabını arıyorum asıl.

 

Müslüman bir işçi mücadele etmeli diyorsunuz. Peki niye Müslüman işçiler bu mücadeleden geri duruyorlar? Veya tersinden gidelim: Taş-İş-Der’e giden 40 kişi nasıl toplandı, nasıl bir araya geldi? Bir anda mı ortaya çıktı, yoksa 2010’dan bugüne zaman içinde mi oldu?

Değişik arkadaş grupları, bir de bu bahsettiğim avukatın çevresindeki arkadaşlar vardı… O sıralar tazminat davası devam ediyordu.

 

Bugün o 40 kişi mücadeleye devam ediyor mu İşçi-Der’de?

Bu avukat, Elsan ve Karel şirketinden para alarak bizi sattı. Bu adam bu işçileri bir geçim kapısı olarak görüyordu. Bu işçilerin kontrolünü kaybetmemek için onlar adına bir şeyler yapıyormuş gibi görünerek onları kendi etrafında tuttu. Oradaki organizasyonun temeli oydu. İnsanları bağlayan başka çeşitli unsurlar da vardı. Mesela Albayraklar’da çalışırken bir arsa alındı, kooperatif kuruldu, bazı yolsuzluklar yaşandı, onun da insanları bir araya getirici etkisi oldu.

Zeki Kılıçaslan Hoca’yla konuşuyorduk, bir dernek kuralım diye. Ya işte Taş-İş-Der var, orada olmuyor… İstanbul Üniversitesi çalışanlarıyla sınırlı bir dernek. Bir de onların bir iç meseleleri vardı o zaman orada, bir hizipleşme vardı. O zaman dernek kurma talebi bizde yoktu açıkçası. Zeki Hoca’ya baskı yapan bir grup vardı… Biz bunları Zeki Hoca’mla Çapa’nın oralarda pastanede, şu ileride çay ocağında, bir kere iki kere değil, defalarca konuştuk. Beni her çağırdıklarında o grubu Zeki Hoca’nın yanında buluyordum. Dernek kuralım diye Hoca’ya baskı yapıyorlar ama herhangi bir adım da atmıyorlardı.

Sonra ben ve üç dört arkadaşım bir araya geldik, İşçi-Der kurulmadan önce Zeki Hoca ile konuştuk. “Aidatlar önemli,” dedi. “Hocam,” dedim, “işçiden beş lira aidat toplarız diyerek, aidatların zamanında yatacağını düşünerek, işçi aidatına güvenerek dernek işini yürütemeyiz, hiç girmeyelim. İşçi üye olur aidat verir hesabı yapmayacağız. Peki, nasıl olacak? On on beş kişi bir araya gelip işi omuzlayacağız ve götüreceğiz. Şu aşamada, olağanüstü durumların dışında işçi eylemi de yapamayız. Ancak propaganda, kulis ve eğitim faaliyeti yaparız. Derneği bu şekilde götürmeyi aklınız kesiyorsa kuralım.”

Bu ısrar belli bir seviyeyi aşınca biz İhsan Tecik’le bir araya gelip yer aramaya çıktık. Şimdiki yeri bulup tuttuk. Hoca’ya dernek açılması yönünde baskı yapan arkadaşlardan birine “seni yönetime yazıyoruz” dedim, “abi, dedi, ben şu semtte okuma işine girdim, duyarlarsa beni işten atarlar”, dedi. O baskı yapan arkadaşların hiçbiri şuan dernekte yok.

Madem bu kadar talep var, işçilerin buluşma yeri olsun, dedik. Ev sahibimiz avukat bir abi, “beş altı ay deneyeceğiz,” dediğimde “beş altı aylık sana niye kiraya vereyim” dedi. “Valla, beş altı ay için kimse dernek de kurmaz ama bizim her ihtimali düşünmemiz lazım,” dedim. Derneği böyle tuttuk. Çok da öyle hevesli değildik, dernek kuralım vs. diye.

Hakan Aydın bana ısrar etti, İstanbul’da şubem ol diye. Ki Hakan Aydın’ın geniş imkanları ve çok sayıda şubesi var. Ona şube olsam bir kuruş da masraf etmem. Şuankinin iki misli masraf ederim, bir kuruş da cebimden vermem…

 

O niye şubesi olmanızı istiyor?

Bu arkadaşlara AK Parti büyük destek verdi. Ben onlara o kadar yol gösterdim, onlarla o kadar uğraştım ki… Ama bu arkadaşların işçi meselesinden, Türkiye’nin işçi tarihinden, siyasi tarihinden haberleri yok. Onlar amatör siyasetçi. Kütahya’daki arkadaşlar var, onlar da üç dernek bir araya gelip TİDEF (Taşeron İşçi Dernekleri Federasyonu)’i oluşturdular. Ben bu girişimlerden uzak durdum. Bir mücadele olacaksa, ilkeli onurlu olmalı.

İşçi meselesinde şuanki sorun, insanların siyasî ve dinî kimliklerini öncelemeleri… Örneğin Çapa’da direniş çadırına gidip geldikçe tanıştığım bir arkadaş vardı. Bir gün ayrıldığını duydum. Taş-İş-Der’deki arkadaşlara sordum, ne oldu diye. Diğer grup aklını çelmiş. Ona demişler ki, sen Alevisin, bunlarla ne işin var? O zaman biz oraya gidip geliyoruz ya. O yüzden şimdiki Taş-İş-Der Genel Başkanı Cemal Bilgin’le Başkan Yardımcısı Güneş Cengiz’i de sağcı grup olarak görüyorlar. İşçi meselesinde bu kimlikler; Alevilik, CHP’lilik, AK Parti’lilik öne çıkıyor. Sistem de bunu bilinçli bir şekilde destekliyor.

Evvelki gün İSKİ’ye gidiyorum, TES-İŞ’in Sendika Temsilcisi var, selamlaşır konuşuruz ara sıra… “Sizin için iyi şeyler düşünüyorlar, 5-6 aya kadar sizin için kadro alacaklar,” dedi. Bu adam AK Parti afişleri asan bir adam. Bunu bir sendikacılık başarısına, bir bilgiye dayanarak demiyor. Oradaki taşeron işçilere narkoz veriyor. İş bıraktığımızda geldi, tersledim, çünkü adam sözde sendikacı ama işçi davası filan yok. İşçi meselesinde, pek çok istismar söz konusu. Yoksa samimiyet olsa…

Türkiye’de 11 milyon kayıtlı işçi var, kayıtdışını ekle, 18 milyonu bulur. Memurları da dahil edince 27 milyon emeğiyle geçinen insan var. Türkiye’de çalışma yaşında 50 milyon insan var. Bu insanlar bir araya gelse, bu sistemin karşı durması mümkün değil. Ama sistem bunların içine tefrika tohumlarını ekmiş. Sen Alevisin, sen solcusun, sen ülkücüsün, sen milliyetçisin, bu tefrikayı aşamıyorsun.

AK Parti kalkınmadan bahsediyor. Ne ürettik? Her şey hizmet sektörü… Sokak temizliyorsun, vergi topluyorsun, fatura tahsil ediyorsun… Bir fabrika mı kurdun, bir mal mı ürettin? Bu şirketler ne yapıyorlar ki? “Şirketleri korumak”! Bu şirketlerin nesini koruyacaksın ki? Bu şirket emek komisyonculuğu yapıyor. Bu şirket şu telefonu üretiyor da, bir dünya markası olarak sunuyorsa, destekle bu şirketi. Bu şirketin bir yatırımı yok ki. Bir altyapısı da yok. Türkiye’de bugünkü taşeronluk, kaynak aktarımı.

CHP’lilerin toplantılarına da gidiyorum, orada da konuşma yapıyorum, Maltepe’ye gittim, Bakırköy’e gittim. CHP’liler rejim öncelikli insanlara şey yapıyorlar. İnsanlar da onlara güvenmiyorlar, Müslüman kesim hiç mi hiç güvenmiyor. Laiklik, cumhuriyet, komünizm… Türkiye’de ne gelen var ne giden. İnsanların anası ağlıyor…

 

Anadolu’daki taşeron derneklerinden sizin daha yakın olduklarınız yok mu? Onlarla ilişkileriniz nasıl?

Kütahya’da bir arkadaş vardı, 25-26 Mayıs 2013’te yapılan Kütahya Taşeron İşçi Kurultayı’ndan sonra kulağını çektiler, Zeki Hoca’nın telefonlarına bile bakmadı. Kütahya ve çevre illerde birkaç dernek var. Türkiye çapında 200’e yakın işçi derneği var. Fakat 150 kadarı bizzat Faruk Çelik’in kontrolünde.

 

Dernek seçimle yürüyen bir yapı. Üye olan işçilerin yönetime geçmesi teknik olarak mümkün. Derneklerin böyle bir kontrolden çıkma potansiyelleri yok mu?

Bunlar lokal olarak örgütlendirilmiş insanlar, AK Parti il teşkilatlarından… Gerçekte taşeron şirketler işçilere diyor ki: “Sendikaya derneğe giderseniz, sadece ben değil, size hiçbir taşerona iş verdirmem.” İnsanlar üzerinde öyle bir baskı var. Yozgat Dernek Başkanı, AK Parti İl Başkanı’nın akrabası. Çoğunluğu böyle. Zaten derneklerin, bir işçi davasında işçiyi temsil edecek hukuki bir alt yapısı yok. Dernek, sendikal hakların elde edilmesi yolunda tabandan bir örgütlenme olur. Sendikalara üye olmaya korkan, sendikalara üye olma imkanı olmayan işçilerin buluşma yeri olur. Ama bir işçi derneğinin hedefi, sendikal hakların kullanılması olmalı. Bizim yaklaşımımız bu.

 

Müslüman duyarlığı olan işçilerin kendi haklarını aramaları nasıl mümkün olabilir? Biraz daha duyarlı olabilmeleri için ne gerekir?

Bu kısa zaman işi değil. Yanımdaki arkadaşlar da çok büyük hayal kırıklığına uğradılar derneği kurduğumuzda. Onlar zannediyordu ki, taşeron işçiler hemen gelirler. PTT olayları oldu, biz oraya güçlü bir destek verdik, basın açıklaması yaptık filan. O zaman bizim arkadaşlar yine umutlandılar. Ben hiçbir zaman o hayallere kapılmadım. Bu işlerin az çok içinde olan arkadaşların bunu daha iyi görmeleri lazım: Bu çok uzun zaman işi.

İnsanları toplu halde örgütleme şuan pek mümkün değil. Ben dernekte arkadaşlara diyorum. 10 kişiye, 20 kişiye hitap etmeyin. Gözünüze kestirdiğiniz, bu mücadeleye inanan bir arkadaşınızı bulun, onu ikna edin, onu getirin. Her altı ayda bir, senede bir birer kişi getirseniz, dört kişiyiz, sekiz kişi oluruz. On beş yirmi kişi olduğumuzda zaten kimseye ihtiyacımız olmaz, belli bir görüşü seslendirebiliriz. İstediğimiz zaman yirmi kişi çıkar basın açıklaması yaparız.

Giresun’da dernek başkanları miting yapacaklar, bütün hepsi orada toplandı ben buradan izin aldım, nihayetinde bunlar da işçi dernekleri, Zeki Hoca’yla konuştuk, bunlarla bir temas sağlayalım, dedik. Oraya gittim, dedim ki, “arkadaşlar, bizim bu konularda bilgimiz ve altyapımız yok. Sendikalar işçi davasına sahip çıkmayabilir ama sendikalara rağmen bir işçi davası da yürütemezsiniz. Biz dedim şunu yapalım: Güvendiğiniz avukat, akademisyen, sendikacılık tecrübesi olan insan, siz bunları tespit edin, biz de tespit edelim, bunları kendi aralarında görüştürelim. İstanbul’da bu şekilde gidip gelmeye hazır insanlar var. Şuan zaten bu insanlar internet üzerinden günlük olarak görüşüyorlar, gidip gelmeye bile gerek yok. Bunlar bizim adımıza çalışsınlar. Bize yol yordam göstersinler. Biz onların ürettiği fikir üzerinden mücadele yürütelim. Biz bu söylemde zayıf kalıyoruz.” Bütün dernek başkanları çok olumlu karşıladılar. Bir tek Adem Kuru dedi ki, “bizim seçimlerden önce çok daha öncelikli işlerimiz var.” Ordu İşçi Dayanışma Derneği Başkanı Serkan Akgül, “Adnan Abi’nin dediği tarzda bir işbirliği bizim diğer işlerimize mani değil ki,” dedi.

Ben baştan beri onlara şunu diyorum: “Bir isim etrafında toplanmayın, bir kişinin emri etrafında toplanmayın. Ama bir talep birliği, hedef birliği, görüş birliği olsun. İkincisi, sen hem Türkiye’de işçi liderliğine oynuyorsun, hem de diyorsun ki ‘sağlıkçıların sorunu kadro’. Halbuki bu boş bir talep. Arkadaşlar, bütün işçi hakları gidiyor. Zaten ortada kamu diye bir şey kalmadı, her şey özelleşti. Yani bu kadro talebi boş bir talep. Bunun altını doldurman, bunu kamuoyuna izah etmen lazım.” Bu durum bir magazinleşmeye, bilgi kirliliğine yol açtı. Bunu bilerek yaptılar, yine yapıyorlar.

Müslümanları mücadeleye çekmek kısa vade işi değil. Çok az insan bir araya gelecek. Bu insanlar sürekli kulis yapacak. “Ben bir dernek kurarım, çıkarım söyle bir nutuk çekerim, herkes de peşime takılır…” Böyle bir dünya yok. Şimdi insanlar, dernekler, birçok sosyal kuruluşlar hep buna oynuyorlar. “Bu insanlar cahil, beni anlamıyorlar…” Yahu sen insanları anla kardeşim, sen insanları anlamıyorsun. Sen insanları anlayacaksın, insanların seni anlamak gibi bir mecburiyeti yok. Öyle yani, kısa vadede bir şey yok.

Ilımlı Müslüman… Türkiye’de kafalarımıza neyi yerleştirdiler? Aşırı komünist, aşırı dinci… İslamiyet nevi şahsına münhasırdır, ideolojilerle kıyaslayamazsın, ideoloji değildir, fazlalık ve eksiklik de kabul etmez. Kabul etmeyebilirsin ama İslam ortadadır, senin ilave yapma veya çıkarma hakkın yoktur. İnanıyorsan İslam oradadır, delilleri vardır, inanmıyorsan da senin bileceğin iştir. Fakat bize İslam’la alakası olmayan bir İslam öğretildi. Ilımlı Müslüman! Ya, ılımlı Müslüman nasıl oluyor? Yani bu nedir? Namazını kılan, orucunu tutan, yönetime karışmayan, yönetime talip olmayan, toplumsal meselelere karışmayan bir Müslüman tipi…

Türkiye’de solcunun da sağcının da düşünce biçimi aynı. İslam ile hiç ilgisi olmayan bir yaşam biçimi benimsetilmiş insanlara. Tek Parti yönetimi altında yaşananlardan sonra İslam anlayışı “sen namazını kıl, orucunu tut, vergini ver, gerisine karışma” şekline döndü. Adamın anası ağlıyor, 3 ay maaş alamıyor. Yine de parti hesabı yapıyor, diyor ki, “ben falan parti döneminde bir işyerine gittim, insan yerine konmadım, oyumu aynı partiye vereyim de, aynı muameleyi mi göreyim?” Biz İşçi-Der olarak diyoruz ki: Siyasi kimlikleriniz, dinî değerleriniz sizin olsun, siz bunları istediğiniz gibi yaşayın. Ama gelir dağılımında büyük bir adaletsizlik var. Ekmeğin adil bölüşümü için bir çalışma yürütelim ve bunun için işbirliği yapalım.

Kendi güçlerini insanlara göstermek lazım. Ben burada dernek kurdum, üzerinden altı ay geçti, bir eğitim toplantısı düzenledim, iki tane avukat çağırdım, Murat Emergen ile Şahin Çarşambalı geldi, iş hukuku üzerine, Petrol-İş’in orada… Bizim bir arkadaş toplantıyı bıraktı kaçtı utancından, hayal kırıklığı yaşadı, az insan geldi diye. Tam Taksim olaylarının patladığı zaman, on iki kişi mi on dört kişi mi ne gelmişti. Toplantıyı iptal edelim, dedi arkadaş. Ne münasebet, dedim ya, üç kişi bile olsak, burada sohbet eder gibi, avukatlarımız da gelmişler, oturuyorlar, çayımızı içeriz, toplantımızı yapar dağılırız. Salon dolu veya boş, biz aynı programı uyguladık o gün orada. Arkadaş bıraktı kaçtı orada. Neden? O hayal kırıklığını kaldıramadı. Maalesef insan böyle kolay sonuç bekliyor. Bugün tohumu ekip ayın sonunda meyvesini almak istiyor. Öyle bir şey yok. Sıkıntıların başı orada.

Ama ben bu işe girerken biraz daha şunu bekliyordum. İslami açıdan yol gösterebilen insanların daha fazla ilgi göstereceğini veya o tür insanlara daha fazla ulaşabileceğimizi ve onların bilgileriyle ilerleyebileceğimizi düşünüyordum. Ama İslami kesimde böyle bir şey çok yok.

 

Niye yok?

Biraz arz talep meselesi. Mesela Çarşamba cemaatinde, uzun süredir görüşmüyorum, on on beş sene önce görüşüyorduk, çok iyi de muhabbetimiz vardı, 28 Şubat sürecinde bir süre Mısır’a gitti, şuan yine burada, Metin Balkanlıoğlu Hoca var. Bu tür alim insanlarla oturup bunların münakaşasını yapmak lazım aslında. Çünkü bu insanlar bu sorulara cevap verebilecek kapasitede insanlar. Bizde de hata var. Bu tür insanlarla görüşmek, onları bulup yakalamak lazım.

Süleyman Demirel seçim otobüslerinde gelirken anons ediliyordu: Elinde Kuran göğsünde iman, geliyor Nur-u Süleyman… O zaman kimsenin laiklik endişesi yoktu. Kimse laiklik elden gidiyor, demiyordu. Müslümanlar zulüm gördükleri zaman Süleyman Demirel ne diyordu, 6666 ayetin, yasaklandıysa, 276 tanesi yasaklanmıştır, gerisi benim milletime yetmedi mi? Bunlar ahkam ayetleridir işte, sosyal ve iktisadi konularla ilgili hükümleri bildirirler.

 

Bu ayetlerin üzeri örtüldü, bunlar insanlardan uzaklaştırıldı, İslam siyasi erk tarafından kişisel ibadet alanına hapsedilmeye çalışıldı. Bu ayetleri vurgulayanlar şiddetle karşılaştı. Bu yüzden Müslümanlar bu alana uzun yıllar yaklaşamadı bile.

Türkiye’nin çeşitli zamanlarında Türklere mahsus yeni bir din dizayn etme tartışmaları atılır ortaya. Bir Zekeriya Beyaz çıkarırlar mesela. Bu adam zaten hukukçu, ilahiyat fakültesinde dekanlık yapmış bir dönem, sonra adı oldu ilahiyatçı. Sonra bol keseden ağzına geleni konuşmaya başladı. Temelleri reddederek işe başlayan herkesin varacağı yer de Zekeriya Beyaz olmaktır. Çünkü İslamiyet bir iman meselesidir, ideoloji değildir, bir bütündür. Bu insanlar ideolojik olarak bakıyorlar. İkincisi, İslam’ın Kuran, Hadis, icmayı ümmet, kıyas gibi belli delilleri vardır. Bu insanların yeni bir içtihat kapısı açıp her şeyi yeniden yorumlama çabasında bir dengesizlik görüyorum ben. Bir yerde haşa, Peygamber dini bilmemiş, Cenabı Hak da bunu böyle demiş ama, haşa O doğru bilmemiş gibi bir yaklaşım ortaya çıkıyor. Bir de belli isimler üzerine aşırı yoğunlaşıldığını, mesela Ali Şeriati üzerinde çok durulduğunu görüyoruz. Ali Şeriati bir sosyologdur, öğretmendir, sosyal konularda iyi bir mücadeleci de olabilir ama İslamın delili değildir, ki kendisinin de böyle bir iddiası yoktur. Ama işte bazı insanların İslamı böyle belli bir tarafı üzerine bina etmeleri ve geri tarafını yok saymaları yanlış bir yaklaşım.

Bir de mesela açılan tartışmalara bakıyorsunuz, zekat kırkta bir mi, değil mi? Aç fıkıh kitaplarını bak. 40 koyundan 80 koyuna kadar 1 koyun, 120’ye kadar 2 koyun… Bunlar fıkıh kitaplarında var, herkesin ulaşabileceği şeyler. İnsanların zekatın ne olduğunu unuttukları bir ortamda zekatın kırkta bir olup olmadığı tartışmasını açmak anlamsız.

 

Sizce neye yoğunlaşmak lazım?

Zekatın yüzdesini tartışacağımıza zekatı insanlara sevdirerek başlayabiliriz. Zekat vermeyi yaygınlaştıracak şekilde zekatı insanlara anlatsak… Hem daha fazla taraftar toplarız. Bugün az çok ilmihal okumuş bir Müslümana, “zekatın aslı yüzde iki buçuk değil,” desen seni dinlemez, kovar. Çünkü bu 1400 senedir insanların kafasına yerleşmiş. En cahil köylünün de, okumuşun da kafasında bu vardır, akla bu gelir. Bir usul belirlenmiş, kabullenilmiş, bir gelenek oluşmuş. Bunu tartışmaya açmanın kime ne faydası olur? İnsanlar daha mı fazla zekat verirler?

 

Geleneksel olarak bir zekat müessesi var ama insanlar bunu unutmuşlar. Bunu gelenekte tanımlandığı, insanların yaygın olarak bildiği şekliyle, anlaşıldığı haliyle canlandırıp hayatın içine sokmak, onun ayrıntısını tartışmaktan evladır. Var olan geleneğimizi canlandırabilsek, o daha faydalı bir şey olur. Sonra zaten miktar da, oran da tartışılır.

Mehmet Akif’in şöyle bir sözü var: Geri kalmışlığımı Müslüman olmama veriyorlar. Geri kalmışlığım İslam’a tapmışlığımdan değil, İslam’dan sapmışlığımdandır. Bugün de böyle bir durumdayız.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir