Ahmet Örs – Birlikte Direnme Pratiği Üretmek

Öncelikle konuşmama Emek ve Adalet Platformu’nun kuruluşunu tebrik ederek başlamak istiyorum. Bir müddettir bazı ufak tefek tanışıklıklarımız vardı, inşallah bu vesileyle daha yakından tanışmış olduk. Aslında benim konuşmam tanıtıma dönük, çünkü şu şekilde değerlendirmiştik; Emek ve Adalet Mücadelesinde Pratik Arayışlar, özellikle TOKAD örneğinde neler yapılıyor, neler yapılabilir veya Türkiye örneğine buradan neler taşınabilir, ya da diğer tecrübelerden TOKAD’a ne taşınabilir bağlamında. Kısaca ben Tokat’taki tecrübemizden bahsetmek istiyorum, bu vesileyle bunun bir tartışma zemini olabileceğine inanıyorum. Tabi son dönemin, özellikle sosyal adalet arayışlarında yeni bir takım sözleri, iddiaları, bizim veya farklı ideolojik çevrelerin gündemine taşıdığını görmekteyiz. Bu mücadelenin bir parçası olmaktan, bu mücadeleye bir katkıda bulunmaktan dolayı da mutluyuz açıkçası. Zaten İslami kimliğimizin bir gereği olarak, insan olmamızın bir gereği olarak böyle bir mücadelenin içinde bulunmak zorundayız. Tabi ki bu zorunluluk metazori olan bir şey değil, gönüllü, istekli olan bir şey. Ablamızın da söylediği gibi, riskleri göze alarak yapabileceğimiz bir şey. Şimdi işçi arkadaşlarımız konuştular, ben onları tebrik ediyorum, başarılar diliyorum. Çadırlarından bahsettiler. Mesela Tokat’ta da sigara fabrikaları kapatılmıştı, orada çalışanların önemli bir kısmı da hep bizim arkadaşlarımızdı. Ama işte gerek Tokat’taki İslami çevreler olsun, gerekse Türkiye’deki birçok çevre, işin özü bu konulara yeterli duyarlılığı gösteremedi maalesef. Genellikle, çok ilginç –sabahleyin de buna benzer bir şey söylendi ama–, mesela Tokat sigara fabrikasında çalışanların belki yüzde altmışı AK Parti’ye oy vermişti. Ama yaşanan süreçte gelişmeler onların aleyhine oldu. Mesela şimdi oradan insanları 4-C’ye sürgün ettiler maalesef. Çok ilginç; bizim sendikamız vardı Hür-Eğitim Sen. 4-C’ye geçen arkadaşlara dedik ki, “hükümet sizi buraya sürdü, hükümete yakın sendikalar da size sahip çıkmadılar, biz elimizden geldiği kadar Ankara’daki çadırlarında, Tokat’taki eylemlerinde veya bizim düzenlediğimiz bağımsız eylemlerde, bir sorumluluk olarak 4-C sürecine karşı çıktık. O zaman birlikte olalım.” Yani bu olaydan sonra kamuya atandılar; milli eğitime falan, ama yine bize üye olmadılar. Diğer sendikalara üye oldular. Tabi burada onları kınamak için söylemiyorum. İnsanlar çaresizleştiriliyor ve sürekli bir çözüm umudu diri tutularak, pompalanarak yakın bir gelecekte iktidar tarafından sorunlarının çözüleceği vaadinde bulunuluyor. Bu vaatler de tabi onların, ister istemez boyun eğerek onlardan yana bir tavır sergilemelerine, tutum takınmalarına sebebiyet veriyor.

Şimdi bizim Tokat’taki yaptıklarımız, hasbelkader becerebildiğimiz kadar yapmaya çalıştıklarımızdan bahsetmeye çalışacağım. Toplumsal Dayanışma Kültürü Eğitim ve Sosyal Araştırmalar Derneği, kısa adı TOKAD. TOKAD, dört beş yıldır faaliyet gösteren bir dernek. Ondan öncesinde oluşum olarak “Tasfiye” edebiyat dergimiz var bizim aslında yedi yıldır yayın yapan. Tasfiye dergisinin mayaladığı bir direniş, direnen edebiyat anlayışı var. Biz özellikle edebiyatın insanların acılarına dokunan onların yaralarını elleyen bir anlayış çerçevesinde oluşturulması gerektiğine inanıyoruz. Özellikle İslami çevrelerin yaptığı edebiyatın hayatın gerçeklerinden biraz kopuk, uzakta, halkın acılarıyla köprü kuramayan bir tavırla ele alındığı kanaatindeyiz. Tabi Tasfiye dergisi süreci TOKAD derneğini doğurdu. Genellikle İslami çevreler biraz kapalıdır. Yani kendilerini pek dışarıya açmak istemezler, daha çok evlerdedirler. Zaten İslami çevrelerin birçoğunun özelliği de vakıf, dernek gibi, sendika gibi legal yapılanmaları sistem içi kurumlar olarak değerlendirdikleri için onların akidevi açıdan problemli olduklarına inanırlar. Tabii çok samimi bir yaklaşımdır, kesinlikle. Ama böyle bir yaklaşım da ister istemez sosyalleşebilme imkanını ortadan kaldırmakta.

Bu da, İslami çevrelerle ilgili olarak bizim yaşadığımız problemlerden biri. O önemli potansiyeli toplumsal mücadele alanlarına taşıyamamak gibi bir sıkıntıyla maalesef karşı karşıya geliyorsunuz. Tasfiye Düşünce Edebiyat dergisindeki o direnişçi damarı, işte Kürt sorunundan başörtüsüne, ekonomik sömürü düzeninden küresel işgal ve sömürü alanlarına kadar yelpazeyi geniş tutan, tutmaya çalışan ya da, edebiyat anlayışı tabi insana bir özgüven kazandırıyor. Sözünüzün başka İslami çevrelerle buluşması size özgüven kazandırınca yeni adımlar atma ihtiyacı hissediyorsunuz ister istemez. Bu da zaten insani ve İslami sorumluluğunuz. Tabi kısa adı TOKAD olan Toplumsal Dayanışma derneğimiz de bu çerçevede Tokat’ta önceki birikimlerinden, Türkiye’deki diğer birlikte hareket ettiği, faydalandığı çevrelerden güç ve ilham alarak Tokat’ta adaletten yana, zulme karşı bir şahitlik süreci içerisinde çalışmalarını sürdürüyorlar. Neler yapılıyor mesela, neler yapmaya çalışıyoruz, nasıl bir felsefemiz var? Şimdi malum, baş örtüsü Türkiye’deki İslami çevrelerin en birincil sorunlarından birisidir veya işte Gazze, Filistin meselesi en birincil mücadele alanlarından birisidir. Biz şuna inanıyoruz; mesela Müslümanlar ne yaptılar? Diğer duyarlı insanlarla, Avrupalılarla, Türkiyelilerle, Arap ülkelerinden katılımcılarla –Müslümandır, sosyalisttir, Hıristiyandır, dinsizdir– herkesin ortak vicdan gemisi olan Mavi Marmara’yı oluşturdular. Bizim şöyle bir şeyimiz var; mesela Mavi Marmara’yı –Türkiye’nin içerisinde büyük ırmakları birer sembol olarak değerlendirebilirsek– Kürt sorunundan emek problemine kadar, baş örtüsüne kadar, halkın acılarına dokunan hatlarda, Dicle’de Fırat’ta, Yeşilırmak’ta yüzdürebilme imkanları nelerdir? TOKAD olarak bizim o küresel vicdanı diyelim, küresel kelimesini bu anlamda olumlu kullanalım, genelde olumsuz kullanıyoruz, o vicdanı Anadolu’nun derinliklerine, Türkiye’nin halklarının yaralarına ulaşabilecek nehirlerde yüzdürebilmek için neler yapabiliriz? Mesela sosyal adalet mücadelesi bağlamında az evvel saydığım alanlardan başka, bizim Özgür Eğitim-Sen ile birlikte bir sendikacılığımız var. Daha evvelinde Memur-Sen’e bağlı Eğitim-Bir Sen’de de sendikacılık yaptığımız için, bir sendikacılık refleksimiz de var. Bu sendikacılık refleksinin genellikle sosyalist veya sol çevrelerdeki insanlara büyük kazanımları vardır eskiden beri, birkaç yüzyıldır. İslami çevreler sendikaları açıkçası pek toplumsal mücadele alanı olarak görmezler. Ama biz bu tecrübelerden yararlanarak daha sonra Özgür Eğitim Sen, eğitim alanında çalışan sendikamızı kurduk.

O bağlamda özellikle, mesela her yıl asgari ücret açıklandığı zaman, asgari ücret köleliktir, kölelik bitti mi bitmedi mi tartışmaları var. Biz de meydanlarda birkaç yıldır şunu dillendirmeye çalışıyoruz; pankartlarımızla, dövizlerimizle, açıklamalarımızla, etkinliklerimizle “kölelik bitmedi, kölelik bugün asgari ücretle yaşıyor, okullarda Kemalist propagandaya maruz kalan gençlerin endoktrinasyon süreçleri ile yaşıyor, okuldan meclisten her taraftan dışlanan horlanan baş örtülülerle yaşıyor, her gün arkadaşlarımızın anlattığı mücadelelerde yaşıyor, kölelik devam ediyor” diyoruz. Söylemeye çalıştığımız temel şey şu; bugün modern köle olarak dillendirdiğimiz, asgari ücretliler –ki çok önemli bir kesim onu bile alamıyor, bunu da ayrıca ifade etmekte fayda var. Diyoruz ki, işte İsrailoğulları’na da firavun belki ancak bu kadar maaş veriyordu. Bir insanın, kölenin, ölmemesi lazım. Köle ölürse, firavunun kendisinin çapa yapması lazım, piramitleri yüksek sanat eseri olarak dikmesi lazım, kölenin karnını doyurması ama belinin de doğrulmaması lazım. Bunu sağlayacak kadar ücretle ödüllendirilmesi ya da kifayet etmesi beklenir. Dolayısıyla bir bilinç olarak, bizim muhatabımız özellikle İslami çevrelerin muhatabı, hayata İslam’ın getirdiği adalet mesajının, dirilten mesajın en temelde insanların bu acılarına dönük bakışları sağlamaya çalışmaktır. Tokat’ta yaptığımız bir etkinlik veya eylem, açık söyleyeyim, Tokat kamuoyuna dönük değildir birincil olarak. Tokat yüz otuz bin nüfuslu bir şehirdir, en nihayetinde küçük bir Anadolu şehridir. Ama bir teklif olarak biz bunları yapmaktayız. Kime teklif? Sonuçta internet ortamındayız, yazılı ve görsel medya aracılığıyla da mesajlarımızı insanlara iletme fırsatımız var. O zaman Türkiye’deki İslami çevrelere diyoruz ki, bakın böyle alanlar var. İşte Kürt sorunu var, Müslümanlar Kürt sorununda şimdiye kadar, daha layıkıyla bir sınav verebilmiş değiller. Elbette ki önemli çalışmalar çabalar oldu. Ekonomik meseleye de hemen hemen hiç değindiklerini görmüyoruz zaten. Sendikal çalışmalar, özellikle son iktidar süreci başlayınca ben ayrılmıştım Memur-Sen’den, çünkü bir muhalif damarı üretmek beslemek şeklindeki bir sendikacılıktan ziyade, daha çok bürokraside yer kapabilmek, bir takım imkanları paylaşabilmek anlamında yapılıyor. Bu, sendikacılığın tarihsel ruhuna da, hali hazırdaki ruhuna da elbette ki aykırı.

Diyelim şimdi bir Kürt sorunu var, biz de bir edebiyat dergisiyiz bir yandan, Kürtçe yayın yapan İslamcı dergileri dışarıda tutarsak, Türkçe yayın yapan İslamcı dergilerden Kürtçe edebiyatla ilgili hiç özel bir sayı falan olduğuna ben tanık olmadım. Bizim geçen yıl özel bir sayımız oldu Kürtçe edebiyat diye. Özellikle Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerde sağ olsun arkadaşlar bunu heyecanla karşıladılar. Diyor ki neden Tokat’taki insanlar Kürtçe özel sayısı yapıyor? Mesela İstanbul’da böyle bir şey yok. İşte Ankara’da daha sonra Hece dergisi Kürtçe öykü üzerine çalışmalar yaptı, sağ olsunlar. Yani Tokat’taki insanların böyle bir şey yapmaktaki gerçek amaçları nelerdir? Gerçek amaç şudur; bir, Müslüman olduğu için Rab’ine karşı sorumluluk duyuyor, ikincisi insan olduğu için yaşanan hiçbir acıya karşı bigane kalamaz, yani böyle bir şey mümkün değil.

İşte HES’ler var mesela, basit ve önemli bir örnek. Basit olması niye? Herkesin gözünün önünde olduğu halde bu kadar basit bir gerçeklik, dokunulabilir bir gerçeklik olduğu halde insanlar buna bigane. Diyelim HES’ler, ben Niksarlıyım, Tokat’ta yaşıyoruz ama, Niksar’daki tarlalarımızdan geçiyor. Geçen akşam arkadaşlarla da konuşmuştuk, bu kadar görünür bir şeyi görmezlikten gelmek mümkün mü? Hadi diyelim tarlamızın, evimizin önünden geçmesin hiç önemli değil, her gün gazetelerde, televizyonlarda, internet ortamında sıklıkla tartışılan bir şey. Şimdi biz mesela HES’leri protesto ettik, muhtemelen bizim İslami çevrelerde ilk oldu. Bunu da bir teklif olarak yapıyoruz. Yani beş on kişi falan hiç önemli değil. Ufak bir minibüsle işte, HES bölgesine gittik. Hemen pankartlarımızı yapıştırdık. Bunu belgeledik bir kaç gazeteci arkadaşımızla birlikte ve en çok da tepki alan eylemliliklerimizden biri oldu. En azından diyoruz ki hani İslami çevreler bunu tartışsın. İnsanoğlunun nefsini, arzularını ilah edinerek “ihtiyacım” dediği veya kendisine “ihtiyaç” diye dayatılan her şeyi tüketmeyi, sonsuz bir tüketme arzusunu, çılgınlığını kendisinde nasıl görebilir? Başta bir Müslüman olarak bir insanın kendisine dünyayı tüketmeye dönük böyle bir soruyu sormasının, bu soruyu da vicdanının derinliklerinde değerlendirmesini biz istiyoruz. Bunu teklif etmeye çalışıyoruz. Tabi birçok insan elbette ki bunu tepkiyle karşılıyor.

Mesela işte Tekel eylemlilikleri sürecinde sigara fabrikasında çalışan arkadaşlarımızın işten atıldığı, 4-C’lileştirildiği dönemlerden bahsettim. Şöyle bir değerlendirme vardı: “Ergenokoncu sendikalar, şunlar bunlar tahrik ediyorlar, eylemlilikleri onlar destekliyorlar. Dolayısıyla bu hükümeti yıkacaktır, hükümet yıkılırsa militarizm egemen olacaktır, şudur, budur…” Bakın adam Ergenekoncudur, başka bir şeycidir, bir takım gizli hesapları vardır, bütün bunlar benim bilgim dışında bir alandaysa zaten, bizim müdahale etme şansımız yok. Sonuçta biz de Tokat meydanında Balyoz darbe planları ve Ergenekonculara karşı da sesimizi yükselttik ve yükseltmeye devam edeceğiz ama, burada işten atılanların hepsi tanıdığımız komşular yani bizim arkadaşlarımız. Hoş, tanımasak ne olur o da ayrı bir mesele… İslami kamuoyunun böyle bir takım savunmacı mekanizmaları var maalesef, refleksleri var. “Efendim aman onun bunun tuzağına düşmeyelim”. Ama düştüğümüz başka tuzaklar var. Yani küresel sermaye tuzakları mı var, çok moda tabiriyle neo-liberal tuzaklar mı var, başka korkular mı var? Yani bizim öz güvenimizi, öz gücümüzü emen, onu yok eden, siyasi iktidar sürecinden uzak düşmemeye gösterdiğimiz bu özen nedir? İktidarlar gelir, geçer, bizim mücadele azmimiz kalır. Mesela biz küçük bir sendikayız sayısal anlamda, işte Memur-Sen hariç büyük sendikalar grev yapmışlardı, “bizi destekleyecek misiniz?” diye gelip sordular, “elbette ki destekleyeceğiz” dedik. Memur-Sen’deki arkadaşlarımız, onlar da bizim kardeşlerimiz, dediler ki, “bakın grev yapın, ama bu hükümete karşı bir komplodur”. Hükümetler gelir geçer ama grev haklarımız kalır. Arkadaşlarımızın biraz evvel yaptıkları konuşma bence çok önemli. Eğer Türkiye’de kamu çalışanları, işçiler, kitlesel grevler yapabilirlerse, başörtüsü mücadelesinden emek mücadelesine kadar, ne kadar etkili sonuçlar doğurabileceklerini hepimiz hesaplayalım. “Solcu sosyalist” arkadaşlarla yan yana düşmek… Mesela biz geçen yıl 1 Mayıs’ta hem kendi eylemimizi yaptık hem de bu arkadaşlarla birlikte ortak eyleme katıldık, yürüyüşte bulunduk kortej içerisinde. Dedik ki, “Kölelere Özgürlük!” pankartımızı açtık. Altına da yazdık Beled Suresi 13. ayet. Şimdi küresel bir kölelik düzeninde yaşıyoruz. Bizler, başka bir dünya mümkün diyen insanlardan yola çıkarak, bir söz söylemeliyiz, bir cevap verebilmeliyiz. Bir kölelik düzeni var, peki biz Müslümanlar ne yapacağız? Kölelere özgürlük ayetini pankarta taşıyarak bu mücadeleye umut vereceğiz. Adil bir dünya kurmak için. Bir de Tasfiye dergisinin edebiyat alanından yola çıkarak kurulmuş “Özgür Yazarlar Birliği” diye bir oluşumumuz var. Tabi daha çok Türkiye genelini amaçlayan bir yapılanma diyelim. Özellikle muhafazakar tutumları aşan, onların da direniş hatlarını görebilmelerini sağlamak için şahit kişi vazifesi görecek, edebiyatı, düşünceyi, sanatı bu direniş alanlarıyla buluşturabilecek bir proje olarak değerlendiriyoruz.

Bu anlamda özellikle İstanbul’da ve Türkiye’nin değişik yerlerinde arkadaşlarımızla bir takım projelerimiz var. Mesela geçen 28 Şubat’ta Taksim’de “28 Şubat ve Edebiyat” konuşu panelimiz olmuştu, -bugün de olacak inşallah, hepinizi bekleri bu arada, Edebiyat ve İdeoloji adında. Biz bütün bu örgütlenme ve mücadele biçimlerinin birbirlerini tamamladığını, birbirini takviye ettiğini, birbirine omuz verdiğini düşünmekteyiz. Bu vesileyle ben “herkes için adalet herkes için özgürlük” şiarı çerçevesinde önemli bir alana değinmek istiyorum. Mesela Müslümanlar başka sosyal kesimlerle nasıl ilişkiler kuracaklar, ne yapacaklar bağlamında… Bu konuda da Türkiye’nin bir takım talihsizlikler yaşadığı inancındayım. Mesela birçok insan bunları algılamakta zorlanır, onları kınamamak lazım. Haşa, kınamıyoruz kimseyi. Çünkü büyük bir gelenek var, miras var, solculuğun, sosyalizmin, İslam’ın son derece dışında olduğu inancıyla insanlar büyümüşlerdir, bir “öcü” algılayışı vardır. O çevrelerden birçok insan da, bunun tersini İslami çevreler için düşünür. Türkiye böyle bir süreci yaşayan bir ülke. Ama şunu yapabiliriz; adalet temelinde güçlerimizi birleştirebiliriz, bunun ama bir takım ölçüleri var. Mesela, önümüzdeki 1 Mayıs’ta ne yapacağız? Arkadaşlarla falan konuşuyoruz, bazı çevrelerden bahsettiler, hani onlar da katılacaklar. Yani açıkçası insan hep böyle İslami değerlere saldıran, bunu aleni yapan gruplar var. Tabi ki İslami değerleri önemsesin demiyoruz, böyle bir şey zaten olamaz, mümkün değil, farkı olmaz o zaman; ama Allah aşkına, niçin bizim değerlerimize karşı saldırgan bir dil kullanıyorsunuz? Bunu yapmazsak, her zaman, ilkelerimizle bağdaşan tutumlarda omuz omuza, yürekten, beraber hareket etmeyi yapmakla mükellefiz. Eğitim-Sen’li arkadaşlarımız var, her zaman çağırırlar eylemlere katılırız. Onlardan bazı gruplar, hepsi gelmese de, bir kısmı bize gelir.

Mesela şöyle bir gerçekliği vardır, Kürt sorunundan bahsettik. Mesela Tokat yoğun oranda Alevi nüfusunun barındığı bir yer. Mesela Alevi arkadaşlar da, sanırım İslamcılardan veya öyle bir yaratılan hayaletten korktukları çekindikleri için önemli oranda Kemalist refleksler sergiliyorlar. Dolayısıyla aşılmaz duvarlar var. Ben öğretmenim mesela, edebiyat öğretmeniyim. Benim öğrencilerimin yarısı Alevi. Şimdi tabi rahat bir ilişki kurmaya çalışıyoruz yıllardır. Ama çocukların çevreleri ya da ailelerinin o köklü korkularını atabilmeleri çok zor. Yani sizi çok seviyorlar, sizin onlara gösterdiğiniz yakınlık, duyarlılık onları etkiliyor, sağ olsunlar. Ama geniş sosyal çevreleri, aileleri, diğer üye oldukları dernekler, şunlar bunlar derken ürettikleri bir korku var. Ama bazı arkadaşların zamanla bu korkularını açıkçası yıktığını gördük. Bu da gidip gelmelerle oldu. En çok kim gidip geldi dersiniz? Kendimizi övmeyelim ama biz gidip geldik. Gidip geldikçe, o yaratılan duvarların, mesafelerin aşındığına, zamanla yıkıldığına tanıklık ediyorsun.

Yani şunu söylüyoruz, bu dünyada sadece biz yokuz, siz de yoksunuz. Hepimiz bir aradayız. Yani biz insanları yok sayamayız asla. Yani muhafazakarlar, devrimci insanlar, solcular, şunlar bunlar herkes. Yani hepimiz burada mahallede birlikte yaşamaktayız. Üst katta bir komşu var, alt katta bir başkası var. Şimdi bizim meydanda şöyle bir açıklamamız var; kardeşim sistem Alevileri zorla Sünni yapmaya çalışıyor. “Din dersinde yazılı varmış hocam, siz yapacakmışsınız…” diyorlar, ben de diyorum “Zorunlu din dersine hayır.” İşte bunlar özgürce konuşulup tartışılabilecek zeminler. Aramızda Kürtler var, Aleviler var, İslamcılar var, kimliğimizi konuşmaktan korkmayalım. Nevruz programı var diyelim ki okulda, konuşma yapıyor öğretmen. Nevruz da Türk dünyasının bayramıdır. Çocuklara soruyorum “Çocuklar, nevrozu en çok kimden duydunuz?” diye, “Kürtlerden duyduk hocam” diyorlar. Peki niye şimdi Kürtlerden bahsedilmiyor? Korkuyorlar Kürtlerden, PKK’lıdan, şundan bundan. İşte asıl zulüm ve dayanışılacak alan. Ya bin tane öğrenci var okulda. O kadar zihinlerin işlendiği törpülendiği endoktrine edildiği bir süreç ki. Biz burada da belki az sayıda insanız. Ama bu Türkiye’nin her okulunda böyle. O zaman eğitim sendikaları, diğer dernekler, vakıflar, bu Kemalist eğitim, bu zorunlu eğitim, bu dayatmacı eğitim sürecine karşı ne yapmak zorunda? Tokat’ın meydanında bunu dillendirmek zorunda. Tabi size bir takım davalar açabilirler, ama ablamızın da az evvel söylediği gibi, risksiz herhangi bir mücadele yükseltme şansımız var mı? Kemalizmle hesaplaşmadan Kürt sorununu çözme şansımız var mı? Kemalizmi yargılamadan Türkiye’de oluşan sınıfları anlamak ve bu sınıflarla hesaplaşmak şansımız var mı? Asla yok. Hepsini birlikte, bir potada değerlendiren, bir çözüm, bir yol haritası lazım. Pekiyi şunu söyleyecekler belki arkadaşlar; hepsi birden ağır olmaz mı? Elbette ki ağır, hakikaten ağır… Çok az sayıda insanın omuzlarına binmiş yüklerden bahsediyoruz. Ama bu işin bedeli, riski bu. Belki zamanla daha geniş katılımcılarla, kitlelerle bu paylaşılabilir, daha ileri taşınabilir elbette bu mücadelemiz. Eksik taraflar kalmış olabilir. Çok teşekkür ediyorum, soru cevap bölümünde bir soru olursa onu da açmaya çalışırız, çok sağ olun.

Hidayet Şefkatli Tuksal:

Ahmet Bey’e çok teşekkür ediyoruz. Gerçekten çok önemli şeylere imza atmışlar bence. Şimdi Ahmet Bey konuşurken benim zihnimden de epey bir şey geçiyor. Çünkü biz de kadınlar olarak epeyce bir ortak çalışma yaptık. Değişik gruplarla; solcu arkadaşlarla, Kürtlerle. Mesela ortak bir barış platformu kurmuştuk. O platform aslında, yani hepimizin korkuları vardı, benim de korkularım vardı, onların da korkuları vardı. Ama o platformda bir araya gelip her hafta toplantı yapıp aşağı yukarı her hafta da bir eylem yaptığımızda şöyle bir şey ortaya çıktı. Yani birbirinize benzemeye başlıyorsunuz. Bu en büyük kazanım bence. Bir birliktelikte herkes kendisi kalabilir ama duyarlılık geliştirmek bile, en azından onun niye üzüldüğünü anlamak bile çok önemli bir kazanç. Ben kendi hayatımda en önemli kazanç olarak bunu görüyorum. Başka gruplardan, başka düşüncelerden, başka ideolojilerden başka insanlarla bir araya gelmek ve arkadaşlık etmek. Yani bu sadece böyle kalıp gibi oturup kendi düşüncenizi söylemek için değil, gerçek bir ilişki. Ve şimdi o arkadaşlarımın çoğuyla arkadaşım ve bana çok şey kazandırdılar. Onun için ben de bunun çok önemli bir şey olduğuna inanıyorum.

Ama tabii şöyle şeyler de yaşıyorsunuz. Bir sendika eylemi vardı, Ankara’da biz başörtülü kadınlarda pankartlarımızla gittik. Orada başörtüsü ile ilgili pankartları açtığımızda arkadaşlar bizi kovaladılar, “kalabalığımızı kullanıyorsunuz” diye. Bu eyleme giden arkadaşlar da öğretmenlerdi. Başörtülü öğretmenler. Eylem Eğitim-Sen’in eylemiydi galiba. Ben çok şaşırmıştım, “bizim eylemimize başörtülü kadınlar da gelmiş” deyip sevinmek yerine, bizi alandan kovmaya çalışan sendikacı arkadaşlar. Bunlarla karşılaştık. Belki başörtülüler her yerden kovulmaya ve buna direnmeye alışkın oldukları için, bu durum bizi bozmadı. Hatta oradan çıkışta ilahiyat fakültesine gelmiştik. İlhami’nin karısı hepimiz alandaydık. Sonra fakülteye geldik baktık İlhamiler çay içiyorlar. Dedik ki Allah Allah ne kadar rahatsınız. Ya size de bir yasak lazım. Yasak olmayınca muhalefet harekete geçmiyor. Ben o yüzden başörtüsü yasaklarını gerçekten bir nimet olarak da görüyorum. Eğer bu yasaklar olmasaydı, dindar kesimin zihinsel alışkanlıklarını sorgulaması daha zor olacaktı. Biz birçok şeye, bu vatan, millet ve din konusundaki ezberlere çok daha maruz kalmış bir kesimiz. Dolayısıyla bu yasaklar bu anlamda birçok soru işaretinin doğmasına, birçok şeye vesile oldu. O anlamda ben olumlu bir tarafı olduğunu düşünüyorum.

Şimdi Zeki Hocama sözü vermek istiyorum. Tanıyorsunuz. Ben yine de kısaca hatırlatayım, kendisi Çapa Tıp Fakültesi’nde göğüs hastalıkları uzmanı profesör. Ayrıca Emek ve Adalet Platformu’nun kurucularından, bir de HAS Parti’nin kurucularından ve genel başkan yardımcısı. Şimdi kendisine sözü veriyorum.

1 Response

  1. 19 Mayıs 2011

    […] II. Ahmet Örs: Birlikte Direnme Pratiği Üretmek […]

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir