Gemi Su Alırken

Bu yazı bir süredir siyaset etme biçimlerinde tebarüz eden “amorf” durumlar üzerine düşünürken bir şekilde kafamda şekillenen ama metne dökecek kadar haritalandıramadığım bir tartışmanın da ürünü. Özellikle Nuray Mert’in Cumhuriyet’ten atılması ve sosyal medyada başlayan #Aynıgemidedeğiliz kampanyası sonrasında görünürleşen muhalefet etme biçimine dair sıkıntıları vurgulamak ve bazı noktaları hatırlatmak için bu yazıyı yazma ihtiyacı hissettim.  Umarım dişe dokunur bir betimleme yapabilirim.

İki Fragman

Şöyle bir fragmanla başlayayım, Alman Dili Cemiyeti her yıl bir önceki yılın “en kötü” ve “en iyi” kelimelerini seçiyor. Karanlık/kirli gördüğü ve bir daha olmaması için her anlamda seferber olduğu faşist ve baskıcı yönetimler zamanının uygulamalarına işaret eden kelimeleri özellikle tercih ediyor. Demokrasiyi kaybetme tedirginliği kelimeleri yargılamaya götürecek kadar “ileri” bir durum olarak karşımıza çıkabiliyor. Bu gibi tepkiler/tutumlar ne kadar sağlıklıdır bilmiyorum, ancak bir hassasiyetin gözetilmesi açısından oldukça anlamlı bir bilgi olarak vurgulamak gerekir. Cemiyet, 2016 yılının en kötü kelimesi olarak “vatan haini” anlamına gelen “Volksverräter” kelimesini seçmiş. Kelimenin seçilmesinin en önemli nedenlerinden biri kelimenin Nasyonal Sosyalistler’in de içinde yer aldığı diktatör yönetimler döneminde yaygınlaşması ve olumsuz bir tarihi hatırlatmasıymış. [1]https://www.cnnturk.com/dunya/dw/almanyada-yilin-en-kotu-kelimesi-vatan-haini-oldu

Anlamlı olabilecek bir başka fragman daha yazayım, Büyük Buhran sonrası ABD başkanı seçilen Franklin D. Roosevelt, oluşan ekonomik kriz ve toplumsal travmaları gidermek için bir dizi ekonomik tedbirler ve yasal düzenlemeler için girişimde bulunur. Lakin talep ettiği düzenlemeler ABD yasalarına uymamaktadır haliyle yüksek yargıdan geri döner. Roosevelt ilk döneminde uygulatamadığı bu düzenlemeler sonrasında oyunu arttırarak tekrar başkan seçilir. Bu sefer yargıdaki ve senatodaki etkisini arttıracak bazı girişimlerde bulunur ancak bu girişimleri de başarılı olmaz. Sonuçta talep ettiği düzenlemeler bir şekilde kısmen geçer ancak icracı kurumları denetleyen mekanizma bu girişimden zarar görmeden çıkmıştır. Toplumsal bir ihtiyaç ve talep usulün tahrip edilmesine neden olmadan ve bazı kurumları muhafaza ederek müzakereyle gerçekleştirilmiştir. Buna çok benzer bir durumu yaşayan Arjantin’de ise 1946’da Peron yargıyı denetimine alarak kendisinden sonra gelenler için denetimsiz bir mekanizma miras bırakmış ve ülke uzun süre darbeciler tarafından yönetilmiştir. [2]Detaylı bilgi için şuraya bakabilirsiniz: Daron Acemoğlu ve James A. Robinson, Ulusların Düşüşü, 11. Bölüm (sf. 294-322)

Hep Söylenegelen

Politik hayata dair sözü ve tavrı olanların bazı temel kabulleri ve beyanları olur, sorun hissettiği bir şey nedeniyle siyasal alana kayan her birey esasa (ihtiyaca) en yakın gördüğü tutumu sahiplenerek kendini gösterir. Yaklaşım farklılıklarının çokçalığına rağmen herkesin ortaklaştığı noktaları göz önüne getirelim ve ilk iş olarak bunları tartışmanın dışına çıkaralım:

  1. Tüm siyasi aktörler en azından söylem düzeyinde halkçıdırlar, halkın yani mağduriyet yaşayan ve sistem nedeniyle sıkıntılarını dışa vuran geniş kesimlerin yanında saf tutma iddiası hemen herkeste vardır. Kimse çıkıp “ben zenginleri daha zengin etmek için iktidara talibim” diye cümleye başlamıyor, niyeti zenginliğine zenginlik katmaksa bile bunu beyan etmiyor/edemiyor politikacılar.
  2. Her siyasi unsurun bir hukuk talebi illaki vardır. “Haklar eşit bölüşülmemektedir ve memleket sathında ciddi sorunların temel kaynağı, ben ve benim gibilerin herkes için adaletle işleyen bir hukukla yönetilmediğini düşünüyorum.” gibi bir cümle politik alana dâhil olan herkesin aklından geçer, geçmelidir de.
  3. Herkes bir hukuk vaadiyle politik alana atılır, yani var olagelen sorunların hukukla çözüleceğini ve gelirken kendisi gibilerle birlikte bir hukuk getireceğini beyan eder. Bunu etkili şekilde pazarlayanlar ve sahici bir zeminde şekillendirenler amacına ulaşabilirler. Sonrasında malumunuz test edilme süreci başlar, mesele en başta bir sözdür, sonrasında ancak yapılan işle kıyaslanabilecek bir şeye dönüşür.

Bu saydıklarım politik aktivitelerin gerçekleştiği hemen her yerde ortak olan şeyler. Yazının bundan sonraki kısmında görünürleştirme istediğim politik tutum farklılıklarını ortaya dökmek ve bir “alametifarika” çıkarmak için şu cümleye sığınacağım: “Usul esasa mukaddemdir.” Bence tefsiri ne kadar yapılsa o kadar anlamlı olan ve insanlığın hukuk birikiminin ürettiği en esaslı laflardan biridir.

Usulü Gözetmenin Anlamı

Mecellenin başlangıç cümlesinin değdiği yer basitçe şöyle; esasa (bu kelimeyi yazıda “ihtiyaç” olarak da okuyabilirsiniz) dair bir derdiniz varsa ve esasın hakkı verilmesi gerekiyorsa bunu ancak esası batıl hale getirmeyecek olan bir usul ile gerçekleştirebilirsiniz, yani sadece ne istediğiniz değil istediğiniz şeyi nasıl bir metotla gerçekleştirdiğiniz de esasa içkindir. Metot problemli ise gerçekleştirilmek istenen şey -her ne kadar bir iyi niyet temennisi içinde olsanız bile- esası boğabilecek/bozabilecek bir şey ortaya çıkarabilir. Kanaatimce kurulalı beri bir usul üzerinde tavır takınanların seslerinin sürekli olarak boğulması nedeniyle esası sürekli kaçıran bir ülke olarak varlık sahasına çıktık. Usul ile bağımız zayıfladıkça da popülizmin karanlık sularında daha çok geziniyoruz.

Kuruluşundan beri usulün esasla birlikte ve esas kadar önemli olduğunu beyan edenler ile esası gerçekleştirmek için usulün feda edilebileceğini söyleyenler arasındaki bitmemiş bir kavga var. Her dönemde usulün önemini göze sokmaya çalışanların da azınlıkta olduğu ve farklı “acilci esasçıların” arasında süregelen bir kamplar savaşı devam edegeliyor. Her cephenin unsurları farklı argümanları öne sürerek kavgaya/tartışmaya dâhil oluyor lakin usulen yapılanın yanlışlığını gündeme getirmek gibi dertleri olanların sözleri bir şekilde boğuluyor. “1 dk. kardeşim, durun, şu usul meselesini hele bir tartışalım, esası da konuşuruz.” diyen kim varsa kovulmalara ve yaftalara maruz kalmış/kalıyor. -“Vatan haini”, “yargı vesayeti”, “millet iradesinin düşmanları”, “dış güçler”, “büyük resim” gibi terkipler, yaftalama çeşitliğini göstermesi için burada dursun.- İnançlarına ve hedeflerine bağlı idealist insanlardan ziyade gizleyecek bazı işleri olanlar değerleri ve sözü bir şekilde boğabiliyor. Maalesef ülkemizde “acilci esasçılar” her dönemde “gerçekçi usulcülerin” sesini boğabilmiş. Bir ara demokratik prensipleri gözeterek siyaset yapma iddiasını ve esaslı muhalefetin imkânı olmayı gözettiği izlenimi veren Cumhuriyet Gazetesi’ndeki kovulmalar da bu bağlamda rahatlıkla okunabilir.

Paragrafı biraz açmalıyım, resmi tarihe de geçmiştir, Çerkez Ethem ile Mustafa Kemal arasındaki esas kavga düzenli ordu konusundaki ihtilaflı yaklaşımlardı. Mustafa Kemal düzenli ve denetlenebilir bir ordu olmadan kalıcı bir zaferin kazanılamayacağını düşünürken Ethem daha “anarşist” bir yerde durmaktaydı, paramiliter güçlerle gerilla savaşı vermenin anlamlı olacağını düşünmekteydi. Denetlenemezliği neticesinde çıkan olaylar, köy baskınları vb. tutumları zamanla Ethem’in meşruiyetini kaybederek bir savaş kahramanından vatan haini olarak yaftalanmasına kadar vardırabildi durumunu. Mustafa Kemal ise düzenli ve denetlenebilir bir ordunun savunucusuydu ancak ortalık durulduktan sonra kendisini denetimden istisna tutan bir düzenle yetinmeyi uygun gördü. -Aynı şekilde Enver Paşa ve Mustafa Kemal arasındaki siyaset farklılığından bu örneğe benzer bir ikilik çıkarılabilir: “Maceracı Komutan Enver” & ”Kurucu Önder Mustafa Kemal”- Buna benzer bir tartışma Namık Kemal ve Şinasi arasında da vardır. Namık Kemal özgürlüğün vatan ülküsü olmadan korunamayacağını savunurken, Şinasi hukuk olmadan özgürlük olmaz tarafında kalmıştır. Tarihimiz de usule dönük güçlendirici tartışmaların bir şekilde akim kaldığı bir ikiliklerle bezelidir.

Düzenciler ve Cepheciler

Bu bilgiden yola çıkarak Türkiye’deki politik ikilik tanımlarına bir tane daha eklemek gerekir diye düşünüyorum: Düzenciler ve cepheciler. Önce bu ikiliği betimlemeye çalışayım.

Düzencilik denilince öncelikle akla sisteme entegre bir politik tutumu benimseme, varolagelen kirli mekanizmaları kanıksamış olma, daha az kavgalı bir mecranın sağlanması adına tavizler vererek de olsa susma, radikal ve kalıcı dönüşümler yerine daha naif ve steril bir muhalefetin gözetilmesi, “oportinizme bulaşmış tipik bir orta yolcu” olma ilh. tutumlar gelir. Akla gelen bu tutumların matah görünmediğinin farkındayım. Cephecilik denilince ise akla daha çok prensipler doğrultusunda söz, söylem ve tavır içinde olma, örgüt içi disiplin, karşı konulması gerekene karşı sözünden sakınmama, dik ve dirayetli durma, inandığın değerlere sadakat ilh. tutumlar gelir. Samimi gayretlerle muhalefet eden herkes ikincisinin çok daha cazip geleceği ve birinci kelimenin tercih edilmeyeceğini rahatlıkla söyleyebilir. Kavram dünyası içinde düşünülünce oldukça makul bir şeyle karşı karşıyayız. Bu iyi ya da kötü tanımlamaları bir kenara bırakarak mezkûr kelimelere başka anlamlar yüklemek istiyorum.

Tanımladığım haliyle; düzenciler, aynı zamanda usul takıntısı olan kişilerdir, genelin maslahatını düşünerek konuşurlar ve daha çok esası güçlendiren ve geliştiren bir mekanizmanın müşterisidirler. Cephecilerin ise her şeyden önce bir ilkesi ve mahallesi vardır, asla ihanet edemeyecekleri ve her durumda ihanetin kerterizi olarak ilkelerine başvuracakları bir mecraları ve sembolleri… Düzenciler sözlerini pek sakınmazlar lakin cepheciler cepheleri için fedakârlığın dozunu arttırabilir ve usulen göz ardı edilemeyecek şeyleri yok pahasına harcayabilir ve esasa hizmet ettiğini düşündükleri cepheleri için susabilirler.

Cumhuriyet Gazetesi Örneği

Cumhuriyet Gazetesi yıllarca bir cephenin sesi olarak anlamlı bir yer olageldi. Muhalefetin fevkalade tıkandığı bir dönemde kendisinden beklenmeyecek bir gayretle hem kendi tabanına farklı bir politik hattın mümkünlüğünü göstermek hem de kendisine ön yargıyla bakan sol kesimlere seslenen bir politikayı benimsedi. Bu bağlamda Nuray Mert, Pınar Öğünç, Ahmet İnsel, Tayfun Atay, Ahmet Şık gibi klasik Cumhuriyet gazeteciliğinden farklı ve dikkate değer kalemleri kadrosuna kattı. Bu kadronun bir rezonans etkisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak tabi kendi mecrasının da esasları ve vazgeçemeyiz dedikleri değerleri nedeniyle yer yer homurdanmalarla beraber gerçekleşti bu. Muhalefet cephesinin zayıflığı ve düzen iddiasını taşıma derdi nedeniyle bir süre sığaya çekilen ve susturulan homurdanmalar vardı. –Açıkçası Nuray Mert kovulana kadar bu kovmayla neticelenebileceğini düşünmemiştim kendi adıma.- Sonunda “Cumhuriyetin temel değerlerini ihlal eden” bir yazara taviz vermemiş oldu ve “olması gerektiği gibi” kovuldu. Kanaatimce bu hadise meseleleri gerçek bir zeminde tartışmayı dert edinen bir takım insanların politik gündemden ve krizlerden çok teferruat konulardaki tutumları nedeniyle başlarına gelebilecek olanlara bir örnektir. Gazeteler de dönüşürler lakin sabit bir politikaya hapsolunduğunda değişimin gücünü kaçırmaları kaçınılmaz olur.  Eğer “vazgeçilemeyecek değerler” olgusuna sıkı sıkıya sarılı kalmışsanız bu sizi “devrimci” veya “prensipli” yapabilir. Tartışmanın bu minvalde gelip dayanacağı iki kutup revizyonizm ve devrimcilik olacaktır. Ancak bence demokratik derinleşme ve esası gözeten bir usulün imkânları tartışmalarını yapacaksak bu çıkmaz sokağa girmemek icap eder.

Demokrasi Duyarlılığı

İlk fragmana döneyim burada, Almanların mesele demokrasi olunca ortaya koydukları teyakkuz halini göstermesi açısından verdiğim örneğe geleyim. Kişiyi hain bile olsa ihanetle suçlamanın sakıncalarının fazlasıyla farkında olmaktan bahsediyorum. Almanlar, geldikleri nokta itibarı ile bireyleri vatan hainliği yaftasıyla yaftalamanın yanlışlığını idrak edecek kadar anlamlı bir demokrasi kültürüne varmış durumdalar, çünkü bazı kelimelerin ve tutumların ve zamanında zararlı bulunan birçok düşünürün dışlamasının bedellerini ağır şekilde ödediler. Hitler faşizminin büyüttüğü “vatana ihanet” etiketi nedeniyle kaçmak zorunda kalan binlerce vatandaşlarını Alman toplumu olarak kaybettiler. Haliyle bir refleks olarak hukukun ilgasına neden olabilecek söylemlerden ve dilden özenle kaçınıyorlar. Bu durum ancak kendi tarihsel tecrübelerinin yarattığı demokratik olgunlukla izah edilebilir. Aynı bağlamda Roosevelt’in yargıyı zayıflatamamasının da bir örneklik olarak dikkatimizde kalması gerekir. ABD’de bir sağ yönetim başa geçse bile güçlü işleyen bir denetim mekanizmasına sahip olmaları, ülkede tiranlığın yükselmesine ve demokrasinin boğulmasına engel olabiliyor. (Roosevelt’in taleplerinin toplumun refahı için haklı istekler olduğunu da bir kenara ayrıca yazalım)

Avrupalıların/Batı toplumlarının demokratik olgunlaşmalarının tarihi, usulü gözeten ve toplumun selahiyeti için düzen tesis etmeyi önemseyenler için anlamlı bir bilgi ve tecrübe olarak ayrıca incelenmelidir. Ancak kendi tecrübemizi geliştirmez isek bir sömürgeci argümanı olan “batıdan demokrasi ihracı” gibi durumlara maruz kalma ihtimalimiz günden güne artıyor. Haliyle öncelikle kendimize dönük bir takım muhasebelere cesaretle odaklanmak durumundayız. Demokrasi fikrini bir ihraç ürünü olarak değil normatif bir prensip olarak önceleyip kendi özgün dinamiklerimizle gelişmesine bakmalıyız.

Sonuç Yerine

Maalesef hala toplum olarak içinde bulunduğumuz geminin batmasına engel olacak bir hukuki mekanizmaya ve demokratik olgunluğa sahip değiliz. Bir şekilde içine düşmüş olduğumuz ve muhtemelen benzer bir tekrarını farklı bir iktidarla yine yaşayacağımız(bkz. Oligarşinin Tunç Yasası) ikili gerilimler ve tahribatlar, özellikle bağdaştırıcı bir siyasetin peşinde olan ve prensipli bir yerde durmak isteyen kişilerin muhalefet ve iktidar bağnazlıklarıyla dışlanmasını normal görecek düzeye erişmiş durumda… Ayrıca muhalefet dilini etkili kuramayan her mecra olası yeni imkânların da azalmasına neden oluyor. Mevcut iktidarla meselesi olanların, haklı bir reaktiflik ve kızgınlıkla, öncelikle içinde bulunduğumuz bu sıkıntılı durumu tartışmak yerine, iktidardakilerin terennüm ettikleri “aynı gemideyiz, bizi dışlamayın” kabilindeki çıkışlarına nispetle “aynı gemide değiliz” çıkışının da bir kuruculuk imkânı taşımadığını görmek durumundayız. Haklı bir reddiye ve tepki olarak küçümsenmemelidir ama işte o kadarla kalacak bir beyandan fazlası değil.

Burada ise başka bir takım sorunlarla karşılaşmak durumunda kaldık. Birincisi bu haklı bir tepkiyle malul “aynı gemide olmama” çıkışının eksikliğini yüksek sesle ortaya koyabilecek argümanlar üretemiyoruz ve haliyle bu durum ister istemez siyaset fırsatçılığı gözeten aktörlerin ciddi bir boşluk barındıran siyaset alanında rahatlıkla cümle kurabilmelerine olanak sağlıyor. Bu durumu üstesinden gelinebilecek bir olgu olarak görmekten yanayım ama can sıkıcı bir ayrıntı olarak duruyor. Siyaset üretmemenin yarattığı boşluğu demogoglar doldurur ve her demogog denetim mekanizmaları parçalanmış bir yapı içinde rahatlıkla tiranlaşabilir. Bu riski hesaba katmak durumundayız.

İkinci olarak “aynı gemide olmama” beyanı haklılık barındırsa da söylem olarak kuşatıcılıktan kopma ihtimalini içinde barındırıyor. Evet, hırsızlarla ve yolsuzlarla kesinlikle aynı safta değiliz ve kuru hamaset yapanların adil bir şekilde yargılanmalarının peşinden gideceğiz ancak “aynı gemide değiliz” derken muhataplarımız sadece üç-beş kişiden de ibaret kalmıyor ve bu işin masumu olanları asla kuşatmıyor. Bizi hain ilan eden üç-beş kişinin diyeti olarak ciddi bir toplum kesimini hain ilan etmek kurumsal yapıdaki çatlakları kapatmak bir yana derinleştirecek bir karşıtlığın ikamesiyle neticelenecektir.

Kaybolan anahtarı nerede arayacağız? En bilindik cevapla, düştüğü yerde aramak durumundayız. Bu toplumun kendi iç dinamikleri içinde bir demokrasi kültürünü geliştirebilecek imkânların ve fikirlerin olduğu gerçeğini aklımızda tutarak içinde her durumda bol miktarda suçlu barındıracak olan ama bir vatan haini barındırmayan siyaset dilinin imkânlarına bakmak gerektiğinin altını çizmek gerektiğini düşünüyorum. Birbirimizle aynı mekânı paylaştığımızı asla unutmayalım ve yüzen ve parçalanmak üzere olan bir geminin içinde olduğumuzun farkında olalım. Cepheciliğin çekiciliği bir düzen kurabileceğimiz gerçeğini boğmamalı. Mevcut olanlara inat bir düzen ve sulh sağlayıcılık iddiamızda sabit kalmalıyız.

Dipnotlar

Dipnotlar
1 https://www.cnnturk.com/dunya/dw/almanyada-yilin-en-kotu-kelimesi-vatan-haini-oldu
2 Detaylı bilgi için şuraya bakabilirsiniz: Daron Acemoğlu ve James A. Robinson, Ulusların Düşüşü, 11. Bölüm (sf. 294-322)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir