Kadrican Mendi: “Bir arada yaşama meselesini idealize etmeden, bir imkân olarak konuşmakta fayda var”

Geçen ay, “Bir Arada Yaşama Üzerine Söyleşiler” dizimiz dahilinde, Kadrican Mendi ile yaptığımız çok verimli söyleşiyi, bölüm bölüm yayınlıyoruz. İlk bölümde Mendi, Meşrutiyet ve Gezi Süreci arasında tarihsel yakınlıklar kuruyor ve daha önce bir arada adilane yaşama arayışlarının güme gitmesi karşısında, bizi yeniden düşünmeye davet ediyor.

Toplum Çoğu Zaman Devletin Önüne Geçiyor

İlginç bir dönem yaşıyoruz, olaylar son üç sene içinde çok hızlı gelişti. Toplum çok hızlı değişiyor, bir yandan da devletin 90’lardan itibaren başlattığı bir dönüşüm süreci var. Bunlar zaman zaman kesişip zaman zaman ters düşüyor. Toplum çoğu zaman devletin dönüşümünün de önüne geçiyor. Bu toplumsal değişim aynı zamanda son derece ürkek, hemen geri adım da atabiliyor. Bütün bu yaşananları aslında alt başlıklar halinde de tartışmakta fayda var.

Bir arada yaşamaktan neyi kastediyoruz veya bu soru bize neyi ima ediyor? Bir arada yaşamanın bir sürü formülü var. İnsanlar mesela isteyerek bir arada yaşıyorlar. İşte cemaat yapılarında, aile, sülale yapılarında gibi, istemeden bir arada oldukları yerler var, mesela aynı binayı, aynı işyerini paylaşıyorsunuz gibi; ya da istemeden bazen bir devleti paylaşıyorsunuz diğer insanlarla; bir de bir kamusallık oluşturma anlamında bir arada yaşamak meselesi var ki, bizim kastettiğimiz o. Bizim bir arada yaşamamızın kamusal alanda bir karşılığı var mı, onu kastediyoruz.

Önce kavramlardan bahsedelim yani bir arada yaşarken hangi kavramsal araçları kullanmamız lazım, biraz onlardan bahsedelim. Tarihi arka plan üzerinde de biraz konuşmak lazım. Bu topraklarda az önce bahsettiğim anlamda bir arada yaşamanın hikayesi nedir? Bu bir vaka mı gerçekten yoksa bir mistifikasyon mu? Biz daha önce hiçbir arada yaşadık mı gerçekten yoksa bir arada yaşamayı şu anda oluşturmaya mı çalışıyoruz? Son dönem siyasetin bizi hapsettiği alanlar üzerinden de tartışabiliriz.

Kamusal Alan Oluşturabilmek

Ben bir arada yaşamaktan, bir kamusal alan oluşturmayı kastediyorum. Ya da anlamlı olan tartışma, bir arada yaşamanın bir kamusal alana dönüşüp dönüşmediğidir. Kamusal alan dediğimiz şeyin oluşumu ile ilgili çok zengin bir literatürde var. Mesela batıdan bir inkişaf edene kamusallık tecrübesi var. Merkezinde şehrin olduğu bir kamusal alan ki city’lerin ya burg’ların oluşturduğu, burjuva da oradan geliyor zaten şehirli, şehirde ortaya çıkan demektir. Şehirlerde oluşan kamusallığın kendini merkeze karşı koruduğu ve siyasallığın oluşturulduğu bir süreçtir bu. Doğuda biraz daha farklı, aslında siyasetin doğuda da birinci öznesi şehir. Bu anlamda Batı tecrübesiyle bir paralellik var.

Kamusal alana dönüşüm 17.yüzyıldan itibaren çok ilginç. Bizim Anadolu tecrübesinden de biraz konuşabiliriz. Çok kabaca diyebiliriz ki, kamusal alan fertlerin, etnisitelerin, cemaatlerin veya politik yapıların dolaysız temasa geçebildikleri, bununla ilgili çerçevenin sağlanmış olduğu, meşruiyetini toplumsal faydadan alan bir yapıdır. Yani herkesin dahil olabildiği, bu ilişkiden de herkesin yararına bir şey çıkartabilme ki o kamusal alana bir cemaat de kendini açtığı anda o kamusal fayda üzerine kendini dönüştürmek zorundadır. Bu başlangıç bizi günümüzdeki tartışmalarda bir yere getirir diye düşünüyorum. Çünkü bizim tecrübemizde bu anlamda bir kamusallık var mı, yok mu meselesi önemli. İslam coğrafyasında kamusallık biçimleri var. Batıya paralel yapılarda var mesela, Akdeniz çevresinde belli başlı şehirler var. Misal Osmanlı hinterlandında kalması açısından Selanik, İzmir, Beyrut, İskenderiye gibi kozmopolit şehirlerde böyle bir kamusallık olduğunu görüyoruz. Yani burada iktidarların dışında dinler, mezhepler ve etnisitelerin kendi haklarını bazen gönüllü olarak bazen de zorla muhafaza ettiklerini görüyoruz. Selanik için de söyleyebiliriz, belli dönem Beyrut veya İskenderiye için de söyleyebiliriz. Yani doğuda da kamusal alan için zengin tecrübeler var. O dönemin kronikleri ve şehir monografileri bize korkunç malzeme veriyor. Benzer kozmopolit olan bir şehir olan İstanbul’da böyle bir şey yok. İmparatorluk merkezi olmasına rağmen bu ilginç, bu Bizans’ta da aslında böyle ve Osmanlı’ya da aynı şekilde intikal etmişti.

“Devlet Geleneğimiz”

İşte tam burada biraz tarihsel arka plana girelim. Burada kamusalı tartışmaya başladığımız andan itibaren ibrenin diğer tarafını devlet meselesini de tartışmak gerekiyor. Bizim kamusalı denetlemeye çalışan ve kamusalı ortadan kaldırmaya çalışan bir devlet geleneğimiz var, Mezopotamya’dan aldığımız, en az 4000 yıllık bir gelenekten bahsediyoruz. Bunlar katmanlar halinde Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar böyle üst üste gelmiş. Merkezileşme geleneği olan ve kamusaldan nefret edip, kamusalı kaldırmak için uğraşan bir devlet geleneği. Bu Bizans’ta da böyle, bir tarih atlası alıp önümüze koyduğumuz zaman merkezi İstanbul olan göreceğiz ki, bu kamusalın ortaya çıktığı yerler İstanbul’un merkezinin etrafında yer alan yerler. Bunların merkeze gelemediğini bir tarih atlasında görebileceğiniz kadar açık bir şey. Çünkü merkeze yaklaştıkça bu devlet geleneği buna müsaade etmiyor. Mesela bir arada yaşamak ile ilgili Osmanlı’ya ya da İstanbul’a atıflarda bulunuyoruz, eskiden gayri Müslimlerle, Müslümanlar bir arada yaşıyordu.

Osmanlı çok mozaik gibi bir yönetimdi gibi bir mistifikasyon var ama aslında Osmanlı’daki bu yapılar bir arada yaşamıyorlar, kompartımanlar halinde yaşıyorlar. Bir arada yaşamalarına ne Bizans, ne de Osmanlı müsaade etmiştir. Mesela itiraz edilebilir, İstanbul’da bir sürü ekalliyet vardı, bunlar bir arada yaşamıyor muydu diye, fiziki anlamda evet, ama tamamen birbirlerinden soyutlanmış, kompartımanlar halinde ve devlet tarafından tutulan yapılardı. Bununla ilgili son dönem yayınlanmış belgelerde var. Kadı sicillerinde çok örnekler var. Mesela Ortodoks bir Rum’un, Katolik bir Rum haline dönüşmesine devlet izin vermiyor. Ortodokslar, Ortodoks olarak kalıyor, mesela Yahudiler, Yahudi olarak kalıyor bir tek Müslümanlığa geçerse izin veriliyor ama o da çok teşvik edilen bir şey değil. Biz mesela Balkanlar için söyleriz ya Osmanlı çok hoşgörülüydü, insanları zorla Müslüman yapmadı diye ama aslında bu bir devlet siyasetidir. Müslüman olmalarını istemiyordu zaten, Balkanların Ortodoks kalmasını istiyordu. Çünkü orada bir Habsburg tehlikesi var, Katolikler var, onların önünde Ortodoks bir bent olarak o halkları tutuyor. Bunun nedeni ise bu cemaat yapılarının kamusal alanda geçişken hale gelmesi ve bunun kolaylaşmasına müsaade etmiyor.

Mesela biz biliyoruz ki 4. Murat içkiyi yasaklıyor ve kahveyi de yasaklıyor. Tabi bunu şer’î bir gerekçe ile fetva çıkartarak yapıyor ama aslında o kahvehanelerde birtakım ayak takımı oturup devlet aleyhinde ileri geri konuşuyorlar, esas korku o, tabii biz bunu Avrupa’dan da biliyoruz, orada da ayaklanmalar, publardan, meyhanelerden filan başlıyor. Orada insanlar dedikodu yapmaya başlıyor ve dedikodunun birinci maddesi işte kralla veya arttırılan vergi ile ilgili, verilen bir ceza ile ilgilidir yapılan bu dedikodular. Keza camilerde de dedikodu yapılmasına müsaade edilmiyor.

Osmanlı’da Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanların bir arada yaşaması meselesi klasik döneme ait değildir. Bu ancak Tanzimat sonrası döneme ve çok sınırlı bir alana ait bir şeydir. Biraz ticaretin olduğu yerlerde, mesela Pera böyledir. Klasik dönemde bu unsurların bir arada yaşaması söz konusu değil ve bu unsurların kamusal alanda bir araya gelecekleri bir mekanizma da yok. Bizim geleneğimizde dolayısı ile böyle bir şey yok. Çok kısa bir dönemdir, Tanzimat sonrası devletin kendini dönüştüremediği bir dönemde görülür.

Kültürel Modernleşmenin Siyasete Etkisi

Yüzünüzü batıya döneceksiniz, modernleşeceksiniz ama modernleşmenin getirdiği şeylerden de rahatsızsınız. Bu öyle bir şey ki, mesela Abdülhamit döneminde çıkarılan bütün gazetelerin altında motto halinde “siyasetle ilgisi yoktur” ibaresi geçiyor. Bu hemen hepsinde var, bir gazete çıkarıyorsunuz ama gazetenin altına siyasetle ilişkisi yoktur diye ibare koyuyorsunuz. Ya da mesela fenni ve ilmi gazete veya işte dünya ahvalinden haber verir ilmi mecmua gibi şeyler. Çünkü devlet modernleşmenin politikleşmesine müsaade etmiyor.

Kültürel bir modernleşme var, tabi bu modernleşmenin de açmazları var. Siz ne kadar bunu kontrol altında tutarsanız tutun bu gazeteyi alan insanlar ortaya çıkıyor ve aynı zamanda gazete çıkarmaya başladığınız andan itibaren insanlara okuma yazma öğretmeniz gerekiyor. Çünkü modernleşme teknik bir şey ve devleti başka türlü modernleştirmeniz mümkün değil. Dolayısı ile bu işin arka planında okur yazar bir kadroya ihtiyacınız var. Ama insan okuma yazmaya başladığı andan itibaren o hiçbir siyasi gaye gütmeyen gazeteleri okumaya başlıyorlar. Bu da aslında çok geç bir dönem, Tanzimat sonrası başlayan bir dönemdir. Şinasi ile birlikte ‘Efkar-ı Umumiye’ diye bir şey ortaya çıkıyor ve bu devleti çok ürküten, denetim altında tutulmaya çalışılan bir şey. Bir çok tartışılacak yönü olmasına rağmen, bizim bir arada yaşama serüvenimiz ancak o tarihe kadar gidebilir. Tanzimat sonrası oluşan bir şey çünkü kamuoyu oluşuyor.

1908’de Abdülhamit’in tahttan indirilmesi ile ortaya çıkan o infilak hali de bununla ilgili bir durum. Mesela 1908 sonrası yüzlerce dergi ve gazete çıkıyor. Mesela o dönemin hatıralarında falan vardır, adam Beyazıt’ta kahve masasının üstüne çıkmış nutuk veriyor. Buradaki birikim, Abdülhamit’in tahttan indirilmesiyle birlikte patlıyor. İkinci durum da Müslümanlar ile, Gayri Müslimlerin kol kola girerek yaptıkları nümayişleri filan görüyoruz. Sadece İstanbul’da değil, Bursa, Selanik, Erzurum, Beyrut gibi yerlerde de bunlar oluyor. Yani içten içe oluşmuş ama Abdülhamit tarafından bir otuz sene kadar geciktirilmiş o kamusallık birden bire patlıyor. Bence bir arada yaşama tecrübesi orada başlıyor ve 1923 ‘e kadar geliyor. İşte tarihi olarak sıkışmış bir zaman diliminde bu toprakların görmediği kadar bir kamusallık yaşanabiliyor. Bu 15 senelik dilimde bir arada yaşamanın tecrübeleri ve bunun konuşulabilmesi yaşanıyor ve sonrasında ortadan kalkıyor. Bugün de konuşacaksak eğer, 1908-1923 arasını konuşmamız, oraya atıfta bulunmamız gerekiyor. Çok ilginç bir dönem, onun öncesinde muhalif hareketler Avrupa’da örgütleniyorlar, Abdülhamit’i ortadan kaldırmak için toplanan iki tane Jöntürk kongresi var. O kongrelerin bileşenleri içerisinde Ermeni komiteleri de var.

Abdulhamit Karşıtı Muhalefet

Hani bir okuma vardır, yedi düvelin, farmasonların ve şer güçlerin birleşip Ulu Hakan Abdülhamit Han’ı yıkmak için birleşmeleri diye tarih okuması var ya, biz de onu buradan okumalıyız. Toplumun bütün muhalif güçlerinin bir araya gelip Abdülhamit’ten kurtulmaya çalışmaları şeklinde okuma yapabiliriz. Onun içinde çünkü İslamcılar da var, Mehmet Akif’ler falan var. Abdülhamit’in halli fetvasının altında Elmalılı Hamdi Yazır’ın imzası var mesela, Ermeniler, Jöntürkler, Kürtler de var.

Bu, bize şer güçler topluluğu olmalarından ziyade, İmparatorluğun o son döneminde, bütün bunların bir arada yaşama fikri etrafında, bir ortak iyi üzerinde kafa yorduklarını gösterir. İstedikleri ne peki, parlamento yeniden açılsın, Meşrutiyet’e geçilsin, bundan daha fazlasını da istemiyorlar aslında, hedefleri bu kadar sınırlı, bir arada yaşamanın yollarını arıyorlar. Yani parlamento açılsın ve bütün toplumsal unsurlar, Türk, Ermeni, Kürt, Komünist ve diğer unsurlar Kanuni Esasi etrafında bir arada yaşayabilelim. Bununla ilgili yazılmış tezlerde var, 1909 bir fırsatı mıydı şeklinde, Abdülhamit’in düşüşü bana göre bir fırsattı. O dönem gene imparatorluk olarak kalıp da, bir arada yaşamanı imkanları var. O zaman, hem Müslüman unsurlar, hem de gayrı Müslim unsurların Osmanlı parlamentosunu savunduklarını biliyoruz. Hemen her şehirde bütün unsurların katıldığı fotoğraflar var, kol kola girmiş, papaz, imam, haham fotoğrafları görebilirsiniz. 1908 tarihsel bir andır ve meseleyi oradan tartışmak gerekir. Hikayenin farklı veçhelerinin olduğun gösterip oradan tartışabiliriz biz bu konuyu.

Biz bir arada yaşama denilen şeyi tek bir güzergahtan tartışıyoruz, ben farklı güzergahlar olduğunu savunuyorum ve düşünüyorum. Ama mevcut söylem bize Osmanlı mücadele etti diyor, ne için mücadele etti, Anadolu beyliklerini ortadan kaldırmak için, diyorlar. Osmanlı iyi bir şey yaptı, hepsini bitirdi diyorlar… En son Fatih’tir, o da İstanbul’u alınca Çandarlı ailesini tasfiye ediyor çünkü en güçlü Türk aşireti olarak o kalmış. Fatih döneminden itibaren artık, Türklerin etkisi bitiyor… Medrese geleneği aslında Anadolu’ya nüfuz etmiyor, yani İstanbul, Bilecik, Edirne gibi batıda belli yerlerde medrese geleneği yer edinebiliyor. Hem Türk aşiretleri ile merkezi yönetim arasında bir çelişki var, hem de merkezin dayattığı resmi din, resmi mezheple, Anadolu’da ki mezhepler arasında bir çelişki var. Bunlar arasında bir mücadele var ve bunlar tarihsel çelişkiler. Bunlar hep bir arada yaşama imkanlarının ortaya çıkıp kaybolduğu tecrübelerdir.

Abdulhamit’e Rağmen Bir Efkâr-ı Umumiye

1908-1923 arası önemli: Abdülhamit dönemi geleneksel yapının -bu Abdühamid’de tecessüm etmiş bir şeydir- son direnişidir. Abdülhamid’in denediği, yapmaya çalıştığı şey şu: devleti modernleştireceğiz, dönüştüreceğiz ama halk aynı kalacak… Yani kamusal alan, efkâr-ı umumiye dediğimiz şey, yani tehlikeli olmaması gereken, ilmi meselelerden haberdar olmalı ama siyasete de bulaşmamalı. Orduyu yenilemesi lazım harp okulu açacak. Topu kullanacaksa bir de topçu yetiştirici okul açması lazım. Devleti modernleştirmeye karşı konulamaz, bunu fark etmiş, ordu üzerinden devleti modernleştiriyor; yani Prusya modeli üzerinden devleti modernleştiriyor Abdülhamit. Bunu yapıyor ama bununla kalmıyor, askeri okullarda Batı müfredatıyla karşılaşan adamların tamamı batıdaki ideolojik şeyleri de alıyor.

Abdülhamid’e rağmen bir efkarı umumiye oluşuyor. Ermenilerle Kürtler, Türklerle Araplar gizli komiteler kuruyorlar. Örgütler kuruyorlar. Bunlar bir arada yaşamaya dönük, bir arada yaşama tasavvurunu gerçekleştirmeye dönük şeyler değil mi? Çünkü diyor ki istibdattan kurtulacağız. İstibdattan kurtulmak kamu yararına istenilen bir şey değil mi? Tanzimat sonrası dönemde yine böyle bir şansımız vardı, yani gayrimüslimlerle ve Müslümanlarla, Kürtlerle ve Türklerle Abdülhamit sonrası yeni bir mecra açma şansımız vardı. Bu da akamete uğradı. Bu neden akamete uğradı meselesi ayrıca tartışılır.

Cumhuriyet’in ilanı sonrası dönem de çok ilginçtir arkadaşlar. Yani o Tanzimat aydınının eleştirisi üzerinden politize olan bir kadro Cumhuriyet’i kuruyor. Bu da çok önemlidir. Cumhuriyet’i kuran kadroların politik formasyonunun temel ayaklarından biri aslında Tanzimat eleştirisidir. Peki, cumhuriyeti kuran kadrolar Tanzimat’ı neden eleştiriyor? Türkçüsü de, İslamcısı da, Batıcısı da Tanzimat’ı eleştiriyor. Bu da önemli… Tanzimat’ı beynelmilel olmakla eleştiriyorlar mesela. Kozmopolit olmakla eleştiriyorlar. Yani aslında, bir arada yaşama imkanını açacak olanaklar üzerinde eleştiriyorlar. Belki eleştirmemeleri gereken bir yerden Tanzimat’ı eleştiriyorlar. Tanzimat, Tanzimat’ın modeli, bürokratı filan bunlar çok tartışmalılar ama, kendini Tanzimat reddiyesi üzerine biçimlendirmiş cumhuriyetin kurucu kadrolarının eleştiriyi buradan yapması da önemli…

Bir de o dönemin şartlarında Türkçülükle Osmanlıcılık, İslamcılık tezleri de belli olayların dayatmasıyla Türkçülüğün ağır bastığı bir yere eviriliyor. Cumhuriyeti kuran kadrolar, bu anlamda cumhuriyeti kurmalarından itibaren, belki biraz daha da önce, 1915 sonrası Talat’ın Tehcir Kanunu çıkardığı tarihte başlayan bir eğilimle, aslında tanzimatla birlikte ortaya çıkan sonra Abdülhamit istibdadı sürecinde bastırılan ama Abdülhamid sonrası yeniden gün ışığına çıkan o sürece karşı şu anda giremeyeceğimiz bazı şartlar dolayısıyla bir Türklük bilinci bir Türk devleti bir Türk istikbali, bir Türk vatanı üzerinden şekillenmeye başlıyor 1915 ile beraber. Tehcir kararı aslında bu bir arada yaşama ihtimalinin bu karambolde zaten akamete uğramış bu seçeneğin imhası kararıdır. Ermeni soykırımına dönüşecek olan süreç.

Aslında Cumhuriyetin devralmış olduğu o gelenek, Cumhuriyet’e kamusal, bir arada yaşama gibi bir şey bırakmıyor. Yani, Cumhuriyet’e bu kadarı dahi taşınmıyor… Çünkü öncesinde verilmiş bir karar var: Türkleştirme. Ekonomide Türkleştirme, sermayenin Türkleştirilmesi, gayrimüslim sermayenin tasfiye edilmesi ve de direkt fiziki olarak katlederek, sürgün ederek müsadere edilmesi. Önce Müslümanları bir araya getirerek gayrimüslimlerin tasfiye edilmesi, bunda Kürtler ile Türkler suç ortağıdırlar.

1930’lardan Bugüne Efkâr-ı Umumiye

Bir ulus yaratma çabası 1920’dan sonra başlıyor. Vatandaş ismi verilen bir Türk türüne mensubiyeti olan insanların yaşadığı bir ülke… Dolayısıyla böyle bir ülke, böyle bir projenin kamusala, bireylerin ve toplumların ve mezheplerin, ve kimliklerin dolaysız olarak bir araya geldiği, hür matbuatın olduğu, örgütlenmenin serbest olduğu bir şeye- yani kamusal alanı oluşturacak herhangi bir mekanizmaya-teşebbüse tahammül etmesi mümkün değil, etmiyor da zaten. Bir arada yaşama tecrübesi 1950’ye geldiğimiz zaman -o demokrasi mücadelesine çok atıf yapılan şeyin bir karşılığı var gerçekten de- Anadolu’nun sınıfsal yapısıyla da ilgili bir şey var. Hem sermayenin hem bürokrasinin Ankara merkezli örgütlenmesi, Ankara dışındaki taşranın daha dışarıda kalması, onların İstanbul üzerinden hem sermaye olarak hem entelektüel dünya anlamında örgütlenme çabaları bu çelişkinin yükseldiği 1950 sonrası koşullarda başka bir dengeye ulaşmak için dağılması ve yeniden toplanması sürecidir.

Sağ iktidarlar, 1950’den sonra kamusal alanı, bu efkârı umumiyeyi –basın hürriyetini, örgütlenme serbestiyetini- muhalefette oldukları her zaman desteklemişler; iktidara, devletin başına geldikleri andan itibaren de ortadan kaldırmışlardır. Bu sürekli tekrar eder. Bu bir arada yaşama tecrübelerini, bu kamusal alanda ortaya çıkan tezahürleri de buradan alabilmemiz çok zor. 50’ler, 60’lar, 70’ler ve 80’lerde şehirlerde, üniversitelerde başlayan öğrenci hareketleri, siyasal hareketler de aslında arkasında güçlü bir kamusal alan -oradan besleneceği, kendini üreteceği- hareket edemiyor. Siyasallaşan ama toplumsallaşamayan bir süreç sonrası var. Bu tarihsel dönemden sonra en net şekilde böyle bir tecrübenin, böyle üzerinde konuşulabilecek bir imkânın laboratuar düzeyinde de olsa ortaya çıkışını biz Gezi Olayları’nda gördük. Hem Gezi’yi oluşturan süreç, hem Gezi’nin bir “çevre hareketi” ki şu anda Türkiye’de kamusal alanın en güçlü ifadesi çevre hareketleridir, tüm kimlik gruplarını tüm politik grupları dikine bölebilen, oradan mensubiyeti alabilen, coğrafya olarak çok yaygın ve amaç olarak da toplumsal faydayı bütün halk adına talep eden hareketler olması anlamında çok önemlidir. Yani bir kamusal alan, bir bir arada yaşama tecrübesini belki taşıyabileceğimiz mikro anlamda da olsa- Gezi’nin böyle bir şeyden başlaması, patlaması da çok ilginç. Bunun arkasında tabi mevcut sisteme, mevcut iktidara dönük bir birikmiş muhalefet var ama buradan patlaması buradan bir komüne dönüşmesi, buradan kendi içerisini örgütleyen, her kesimin her bireyin orada direk irtibat kurduğu, kendini orada siyasallaştıran, o tartışılabilir Mustafa kemal vurgusu, başta çok güçlü sonra zayıflayan o vurgu da dahil edilerek, oradan ezberin bozulduğu, siyasetin yeni baştan konuşulması gerektiğine dair bir tezin çıkması vs anlamında bence bir arada yaşamak meselesini, çok da idealize etmeden ama, bir imkan olarak üzerinden -buradan bir zemin alarak- konuşmakta fayda var diye düşünüyorum.”

1. kısmın sonu. Söyleşinin devamı için tıklayınız.

1 Response

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir