“Kendini Yeniden İnşa Eden Bütün Rejimler Kadınlara Bir Çerçeve Çizer”

Zehra Yüksel

[pullquote] Neyin öz savunma olduğu neyin olmadığını  feministler ortaya koyduğunda güzel sonuçlar doğurabiliyordu. Yasemin’ in, Çilem’ in serbest kalması gibi. Bunu istemiyorlar.[/pullquote]

Müftülük yasası diye bilinen bizim bir zamandır üzerine mücadele kurduğumuz meseleyi ve diğer meseleler ile ilişkisini tartışmaya çalışacağım sizinle. Çok didaktik anlatılabilecek bir şey değil. Beraber tartışmamız gerekiyor. Çünkü zanlar, öngörüler üzerine kurulu bir şey. Yani yasa yapmanın doğası olarak bir şeyler yazılır, ama nasıl okunur, nasıl uygulanır hayatlarımıza nasıl yansır bunlar tartışmalı meseleler. Simdi iki tane birbiriyle ilişkili ve aynı dönemde gündeme gelen yasa tasarısı önerisi var. Birisi nüfus hizmetleri yasa tasarısı ve bazı kanunlarda değişiklik yapılması öngörülen bir yasa var. Diğeri de mağdur hakları yasa tasarısı önerisi. Bunlar birbiriyle çok ilişkili. Ben mağdur hakları yasasını kısaca özetlemek istiyorum. Çünkü asıl mesele olan müftülük diğer tasarının içinde. Ve orada biraz daha fazla tıkanıyoruz açıkçası. Bu yüzden orayı sonraya bırakacağım.

Mağdur hakları yasa tasarısı önerisi Mayıs 2016 ‘ da boşanma komisyonu raporuyla çok paralel giden bir öneri. Bu raporun çıktıları neydi, boşanmada arabuluculuk sistemi isteniyor. Bir şekilde boşanma davası açıldığında kadın ve erkek uzlaştırılmaya gidilmeli ilk evrede. İkincisi süresiz nafaka yerine süreli nafaka istiyor erkekler. 5 – 10 yıl ödemek istiyorlar ve o yükün altına daha fazla girmek istemiyor, maddi külfetinden kaçmak istiyorlar. Aile hukuku kapsamında açılan bütün davaların gizli duruşmalar olarak yürümesi talep ediliyor komisyon raporunda. Çünkü kadın örgütleri davalara müdahil olduklarında yasa uygulayıcılar karar vericiler üzerinde büyük bir baskı unsuru oluşturuyordu ve buradan büyük kazanımlar doğabiliyordu. Neyin öz savunma olduğu neyin olmadığını  feministler ortaya koyduğunda güzel sonuçlar doğurabiliyordu. Yasemin’ in, Çilem’ in serbest kalması gibi. Bunu istemiyorlar. Davalarda duruşmalar gizli görülsün kadın örgütleri müdahil olmasın istiyorlar. Erkekler şiddet görürse sığınabilecekleri şiddet merkezleri olsun istiyorlar. Aile İrşad büroları güçlensin istiyorlar ve bunların hepsi erkeğin elini güçlendirmek olarak yorumlayabileceğimiz şeyler.

Mağdur haklar yasa tasarısı 2016’daki boşanma komisyonuyla paralel bir şekilde 2017′ de girdi hayatımıza. Ve henüz daha az tartışılan bir noktada duruyor. Onun önerdiği şeyler arasında da şunlar var. Bir kırılgan grup bir de mağdur grup tanımlıyor. Kırılgan grup içerisinde kadınlar, engelliler, yaşlılar, savaş mağdurları, terör mağdurları var. Bunların hepsi potansiyel mağdur. Ama erkekler de kadınlar kadar mağdur olabilir. Burada kadınların özel bir statüsü yok. Ayrıca kadınlar neden kırılgan, bu flu bir şekilde bırakılmış bir alan. Yani kadın olmak engelli olmak gibi bir şey değildir. Oraya kadınları otomatikman kırılgan bir grup olarak ekleyemezsiniz. Ya da savaş mağduru olmak gibi bir şey değildir kadın olmak. O kırılganlığın eşitsiz toplumsal cinsiyetle ilişkileri gibi bir takım yapısal meselelere hiç değinmeden bir şekilde kadın engelli gibi göçmen gibi otomatikan kırılgan bir gruptur. Ve erkek kadar mağdur olma potansiyelini taşır. Mağdur hakları yasa tasarısı önerisinde ikinci problem ispatlayamadığın şey şiddet değildir. Yani psikolojik şiddet bir şekilde şikayet alanımızın dışında bırakılıyor. Psikolojik şiddet görüyorsan bunu ispatlayamazsın fiziksel şiddet görüyorsan da bunu çok ispatlayamazsın. Darp raporu almak çok zor bir süreç olduğu için. Ama burada psikolojik şiddet direk maddenin dışında bırakılmış.

Diğer bir problem, boşanmış kadın ve erkekler ortak çocuğu babanın  görebilmesi için icra talebinde bulunuyordu. Bir şekilde adamın cebinden para çıkıyordu ve polis, psikolog, sosyal hizmet görevlisi eşliğinde gelip çocuğu teslim alabiliyordu görebiliyordu. Bu tasarı diyor ki adam çocuğu eve görmeye geldiğinde kadın orada mecburen bulunmalıdır. Belki o kadının koruma talebi var bunların hiç bir şekilde maddeye yansımadığını görüyoruz. Ne olursa olsun sen o erkekle tekrar yüz yüze geleceksin diyor. Ve tabi o süreçte adamın icra davası açması cebinden bir takım paraların çıkması falan bunların hepsi elimine ediliyor. Çünkü yani kadının güvenliği mi erkeğin cebi mi, erkeğin cebi.

Mağdur hakları yasa tasarısı önerisi bence çok önemli ve son olarak bunu söyleyeceğim. Bir takım suçtan etkilenme biçimleri cinsel saldırı, taciz, fiziksel şiddet, öldürme, yaralama, kasten yaralama tanımlanıyor. Ve maddede failin cebinden çıkacak tazminat ile bu telafi edilir. Öldürebildiysem bakımından sorumlu olduğum kişilere tazminat gider. Eğer yaralandıysam mağdur isem bana gelir bu tazminat. Ama eğer haksız fiil varsa bu tazminatı alamam. Ama haksız fiil tanımlanmıyor. Ve büyük ihtimalle bizim mahkemelerde gördüğümüz durum gerçekleşecek. Aldatıyordu, mesajını gördüm, erkekliğimi incitti gibi bahanelerle o tazminatı ödemeyecek. Çünkü o tazminat bir kamu fonundan çıkmayacak erkeğin cebinden çıkacak. Çıkmaması için de muhakkak o haksız fiili bulacak. Bence nüfus hizmetleri yasasında bu problemli olan öneriyi tartışmıyoruz. Çünkü şöyle bir avantajımız var. Adalet Bakanlığı’na bağlı mağdur hakları daire başkanlığı Mor Çatı ile irtibat halinde. Bu öneriyi bir pazarlık masasına oturarak sizin de önerileriniz çerçevesinde değiştirmeye açığız diye bir uzlaşıya çağırıyorlar . Bu açıdan orada biraz daha avantajlı konumdayız. O yüzden biraz daha az tartışıyoruz . Ama nüfus hizmetleri yasa tasarısında böyle bir şey görmüyoruz. Çok sert bir bastırma ve direk Erdoğan’ın hükümetin temsilcilerinin müdahil olduğu bir süreç. Yani isteseniz de istemeseniz de söyleminden bahsediyorum. Daha sert bir bastırma var burada. Bunun sebepleri ne olabilir müftünün nikah kıymasını hayatlarında nasıl bir anlam ifade ediyor ki bu kadar sert müdahaleler bu kadar sert söylemlerle bastırmaya enerji sarf edebiliyorlar. Bu benim için büyük bir soru işareti. Bunlara biraz iktidarın gözünden bakarak cevaplamaya çalışacağım.

[pullquote] Kadın olmak engelli olmak gibi bir şey değildir. Ya da savaş mağduru olmak gibi bir şey değildir kadın olmak. O kırılganlığın eşitsiz toplumsal cinsiyetle ilişkileri gibi bir takım yapısal meselelere hiç değinmeden bir şekilde kadın engelli gibi göçmen gibi otomatikan kırılgan bir gruptur. [/pullquote]

Nüfus hizmetleri yasa tasarısında müftülük maddesi dışındaki bir kaç maddeyi de kısaca söyleyeyim. Bu tartışma kamusal alana Temmuz 2017 ‘ de girdi. Bizim en çok tartıştığımız üzerinde durduğumuz maddede, evlendirme memurları arasına il ve ilçe müftüleri de dahil edildi. Sözlü beyan zaten mevcut yasada var olan bir ifadeydi. Bu ne demek sağlık personelinin denetimi dışında doğum yaptıysam  çocuğun annesi babası dedesi dayısı olarak gidip   nüfusa kaydını gerçekleştirebiliyorum. Bu böyle 1906 ve 1907 de ortaya çıkmış nüfusun kontrolü için o dönemde işlevi olan ama simdi çok da işlevi olmayan bir durum. Ve bu durumu biz genelde şöyle reddediyoruz. Aile içi tecavüzlerde çocuk istismarında doğum için hastaneye gidildiğinde durum tespit edilebiliyor çoğu zaman. Ve bunun ortaya çıkmasının önüne geçen bir şey sözlü beyan. Ama bunun tamamen kaldırılmasını isterken bazı şeyleri de göz önünde bulundurmak gerekiyor. Yani göçmen kadınlar yoksul kadınlar sağlık hizmetleri erişimi hala kısıtlı olan kadınlar bu durumda ne olacak? Ya da devlet tarafından bu kadar denetlenmek istiyor muyuz? Her şeyimizin bu kadar sıkı kayıt altına alınması bu kayıt obsesyonu, çünkü nüfus hizmetleri yasa tasarısı içinde kayıtla ilgili bir çok madde var. Çocuk okula gittiyse müdür yardımcısı sorumludur kayıt olup olmadığından, o olmazsa rehber öğretmen, o olmazsa okul aile birliği başkanı şeklinde uzayıp giden bir kayıt takıntısını da görüyoruz orada. O yüzden bu da bizim için bir soru işareti fakat ne olursa olsun olmasını beklediğimiz şey sözlü beyandan sonra en azından mülki amirin emri ile aile hekimi denetlemeli  ve durumu teyit etmeli. Zaten sonunda bu evreye gelindi.

Ama üzerinde en çok durduğumuz mücadele ördüğümüz madde, müftülere resmi nikah verilme yetkisi maddesi. Kadın hareketi nasıl bir yol izledi bu süreçte kısaca onu kronolojik olarak vereyim. Bu yasalar böyle geçmez kampanyası oluşturuldu. Yüzden fazla kadın ve LGBTİ örgütü bir metin imzaladı ve orada işte yasanın detayları anlatılmaya çalışıldı ve bunun riskleri, getirdiği tehlikeler nelerdir anlatmaya çalıştık. KŞKMİ de bu metne imzacı oldu. Metindeki temel argüman şuydu, sosyal politika alanı, sosyal hizmet alanı kapsayıcı olmalı ama bu yasa dışlayıcı. İkinci argüman da kadın erkek eşitliğini doğrudan reddeden bir kuruma neden güvenelim, neden özel hayatın inşası ve özel alanın inşası yetkisi verelim? Şimdi burada tabi şöyle bir soru işareti beliriyor: Belediye memurunun toplumsal cinsiyet bilincine çok mu güveniyorduk ? Ama bir yandan şöyle bir cevabı olabilir bu sorunun. Orada kurumsal yapıdan kaynaklı en azından görünürde bir tarafsızlık iddiası var. Gayet vitrine de olsa evlilik cüzdanının kadına verilmesi gibi bir tarafsızlık iddiası, görünürde böyle bir şey var. Ama diğer tarafta eşitsizlik ele alınmadığı gibi evin reisinin erkek olduğu konusunda bir uzlaşı var. Bu nedenle sanırım arada bir fark olabilir.

Hükümet sözcüsü Mahir Ünal hem belediye memuru hem müftü ikisi de devlet memurudur dediğinde bu bizim için gerçekçi olmuyor. Çünkü bunlar yani bir tanesi daha yüce yasalara tabi olduğu için bunlara çok uyma gerekliliği hissetmeyebiliyor. Ama diğeri görünürde de olsa bir tarafsızlık iddiasına sahip. 1 Ekim’de Meclis’in açılmasından bir gün önceydi. 13 ilde kadınlar eş zamanlı eylemler yaptı. 2 Ekim Meclis’in ilk günüydü. Meclis önünde yine kadınlar bir eylem yaptı ve büyük bir polis şiddetiyle, göz altıyla sonuçlandı. 5 Ekim perşembe meclisten geçti, 3 Kasım’da da yürürlüğe girdi. Bu arada kadın nöbetleri düzenlendi. Bir şekilde devam edildi karşı çıkmaya. Ama bu süreçte ilgi çekici olan şuydu, KADEM gibi bir takım STK’lar nüfus hizmetleri yasa tasarısına sahip çıkıyoruz diye karşı imza topladılar. Bunlar içerisinde kadınlar sahip çıkıyoruz gibi kampanya başlığı var ama içinde Ensar Vakfı, İmam Hatipliler Mezunlar Derneği falan var. Ben biraz ortaklıklarına baktım. Bu yasaya sahip çıkıyoruz diyen vakıflar bu meseleye nasıl bakıyorlar aslında, niye bu kadar önemsiyorlar müftünün nikah kıyma yetkisini diye. Şöyle ortaklıklar buldum. Çoğunun gençlik ve eğitim komisyonu var ama kadın komisyonu yok. Ama kadın komisyonu olanlar çok daha ilginç. Çünkü yarısı erkeklerden oluşuyor ya da yarısından fazlası erkeklerden oluşuyor ve  genelde tamamı veya çoğunluğu ilahiyatçılardan oluşuyor. Kadın komisyonu çalışmalarına tıkladığımda sitelerinde şöyle ortaklıklar var. Kadınlara uygun nitelikte eğitim sunmak, erdemli ve mutlu çocuklar yetiştirmeleri için yeterli donanımı sağlamak, kadınlara huzurlu sağlıklı bir toplum dinamiği oluşturmak, kadın erkek ilişkilerinde karşılıklı bağımlılık, tamamlayıcılık, sevgi ve hakkaniyet duygusunu yaygınlaştırmak. Yani eşitlik dememek için her türlü ifade kullanılıyor. Aile yapısını güçlendirmek; aile ve kadın neredeyse eş anlamda kullanılıyor. Çocuk yetiştirme kapasitemiz üzerinden bir değer biçiliyor ve buna uygun eğitimler vermeyi amaçlıyor bu STK’ların çoğu. O yüzden müftülük yasası sadece müftülük yasası, müftülük maddesi sadece müftülük maddesi değil. Daha ötesinde bir şeye işaret ediyor, daha ötesinde bir toplum, aile modeline işaret ediyor. Bu yüzden kimin sahip çıktığı bence çok önemli. Biraz itirazlardan bahsedeceğim.

Kadınların kolektif olarak imzaladığı metindeki iki argümandan bahsettim. Biz de KŞKMİ olarak bir metin yazıp yayınladık. Orada bizim karşı çıkışımızın sebepleri şunlardı. Birincisi, Ayşe Düzkan’ın yazılarında sıkça bahsettiği bizim din adamları mevkidaşı olan diğer din adamlarından Alevi dedeleri vs. gibi seküler kanunlara uyma konusunda daha az istekli. Bu hepimizin tespit edebileceği bir durum. Öte yandan bu din adamlarının büyük bir informel hareket alanı var. Bu alan kısıtlanmadan sen artık nikah kıyamazsın, nikah kıyarsan cezası şudur şeklinde informel alanı kısıtlayacak bir yaptırımda bulunmadan formel alanını genişlettiğinizde bu iki alan birbirinden çok keskin bir şekilde ayrılmadığı için birindeki otorite güçlendiğinde diğerindeki otorite de güçlenecektir. Yani bunun kayıt dışı çalışma alanı informel çalışma alanı genişleyecek hatta genişleyerek devam edecek.

İkincisi, Cumhuriyet’in  bir kurucu iradesinin olduğu gibi AKP’nin de bir ideal toplum, aile, kadın modeli var. Bunun devamını kendisinin de devamı olarak gördüğü için, kendisine Diyanet’i yol arkadaşı seçtiğinden bu yasalarla daha fazla karşılaşacağımızı düşünüyorum. Diyanet’in elinde çok güçlü bir şey var, din var. Diyanet’in temsil ettiği din anlayışı nasıl bir kadın istiyor, nasıl bir kadının şekillenmesine hizmet ediyor. Mümkünse boşanmasın, itaat etsin, doğurganlığı yüksek olsun, milli değerlerin çocuklara aktarıcısı olsun ve bir şekilde kendini ailenin ve devletin bekası uğruna feda edebilsin. Bunun hayalini kurduğu toplum modelinde çok önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum çünkü sağlıklı bir iktidar kimin nikah kıyacağı konusuna bu kadar takmış olamaz. Orda daha büyük bir zorluk olduğunu görüyorum.

Bir de bunun ihtiyaç olduğunun öne sürülmesi var, kadınların ihtiyacıymış gibi.

Evet bu dediğini  Berrin Sönmez’ in yazılarında çok görüyorum. Bu konudaki yazılarında sanki kadınlardan gelen bir talep olduğunda bu iş çok meşrudur, muhakkak karşılanmalıdır gibi bir otomatik bağlantı kuruyor. Ama onların kültürleri öyle inançları öyle deyip bırakamayız, eşitliği dayatmak zorundayız. Bunlar hiç değişemeyecek şeyler değildir.

Toplumdan da şöyle bir istek var bu konuda araştırma var gibi bir argümanla değil de belediyeler yetersiz argümanıyla müftülükleri dahil ediyorlar.

Bir feministin dediği gibi otoriterlik nasıl oluyor da devlette, toplumda,  yönetimde kötü bir şey oluyor da ailede iyi bir şey oluyor diye karşı çıktığında  o zamanın koşullarına göre bir karşılığı varmış demek ki, ama şu an görüyoruz ki zaten devlette, toplumda ve yönetimde de iyi bir şey otoriterlik. Hülya’nın “Ailede  OHAL, süresiz OHAL” yazısında benim kafamda netleşmişti. Nasıl devlette tek adam ailede de tek adam, buradan doğru bir şey olduğunu düşünüyorum ve bu aile, kadın, toplum modeline karşı çıkıyoruz. Üçüncüsü, toplumsal uzlaşı ve azınlık hakları açısından bunu hakkaniyetli bulmamamız. Mesela Garo Paylan Ermeni HDP milletvekili ve müftü nikahıyla ilgili şunu söylüyor. Osmanlı milletler sisteminde tüm dini gruplar kendi kıydıkları nikahı devlet nezdinde kabul edilir, tanınır kılabiliyorlardı. Devlet bu nikahları tanıyordu. 1926′ da tek bir medeni hukuk ile resmi nikah biçimi getirildi ve herkes buna uyacak dendi. Şimdi de sadece bir gruba bu hak tanınıyor ve bu bizim için son derece eşitsiz bir durum diye kendisi ifade ediyor.

[pullquote] Belediye memurunun toplumsal cinsiyet bilincine çok mu güveniyorduk ? Orada kurumsal yapıdan kaynaklı en azından görünürde bir tarafsızlık iddiası var. Ama diğer tarafta eşitsizlik ele alınmadığı gibi evin reisinin erkek olduğu konusunda bir uzlaşı var. [/pullquote]

Aynı zamanda biz bunun sadece azınlıklar için değil Sünni Hanefi Müslümanlar için de bunun dezavantajlı olduğunu düşünüyoruz. Çünkü bu politikalar ne kadar hizmet ettikleri hedef kitlesini düşünüyor gibi olsalar da aslında en çok ona zarar veriyorlar. Çünkü böyle bir durumda müftüyü referans olarak kabul etmeyen kadın veya erkek zaten bu değişiklikten etkilenmeyecek. Ama Sünni Hanefi Müslümanların alternatifsiz bırakılma gibi bir durumları var burada. Yani iddia sahipleri iddiasını ispatlamalı. Madem öylesin müftüyle kıyacaksın nikahını yoksa değilsin. Buradan bir toplumsal kutuplaşma ve ayrışma doğacağını düşünüyoruz. Yani nikahını nerede kıydığın üzerinden bir çatışma yaşanacağını düşünüyoruz. Ve bunun nikahı kim  kıyacak sorusu değil devlet kimin sorusu olduğunu düşünüyoruz. Yani bu devlet Sünni Hanefi Müslümanların olduğunu tekrar tekrar dayatıyor ve artık bundan hiç çekinmiyor. Aleni bir şekilde yapıyor ve bunun hakkaniyetsiz olduğunu düşünüyoruz. Şu çok önemli, senin memurunu değil müftüyü dinler Anadolu insanı. Yani devlet kimin, sen nerede duruyorsun? Bu müftü nikahı dediğiniz şey hangi güç ilişkilerini temsil ediyor ki bu kadar ayrı bir şeyden bahsediyoruz, Anadolu insanı denen tipleme kim gibi. Şöyle bir soru işareti var kafamızda. Bugüne kadar çocuk evlilikler veya çok eşlilikler durdurulamadı sıfırlanamadı ve bunları kim yapıyordu bugüne kadar. Devletin resmi memurları yapıyordu imamlar yapıyordu. Bu adamlara o zaman neden güvenelim, yani bu adamları bir takım yetkiler ile donatalım. Çünkü bu adamları zamanında bu suçları işlemiş ve hala işlemeye devam eden adamları  bir takım yetkilerle donattığınız zaman onların temsil ettiği din anlayışının otoritesini de güçlendirmiş oluyorsun.

Yasayı savunanların kayıt dışı dini nikahların oranının düşeceği  iddiası var. Ama ana akım kaynaklara baktığımızda şöyle bir gerçeklik var, resmi nikahlar olmaksızın dini nikahların kıyılma oranı yüzde üç, yani neden bu kadar düşük. Çünkü bunlar aslında zaten resmi nikah kıyamayacak olanlar, çocuklarla evlenenler veya çok eşlilik yapmaya çalışanlar. Şimdi eğer iddia ettikleri gibi müftünün kıyacağı resmi nikah da belediye nikahı gibi aynı prosedürleri takip edecekse aynı gerekliliklere sahip olacaksa bu alanlar denetlenebilir. Resmi alana giremeyecekler. Bir şekilde oranı azaltıcı etkisi olamaz. Çünkü o nikahların kıyılma sebepleri tam da kayıt dışı, denetlenebilir alanın dışında olmaları. Dolayısıyla bu argüman geçersiz kılınıyor.

Bir de Diyanet’in temsiliyeti ve meşruiyeti sorunu var. Yani bu adamların hareket alanına baktığımda, yetki verildiğinde bütçeleri de arttırılıyor, milyon Türk liralarından bahsediliyor henüz tam miktar açıklanmadı. Bütçelerini ne için kullanıyorlar diye baktığımda şöyle bir şey görüyorum, ahlaki yozlaşma ile mücadele için ayrı bir bütçeleri var. Birlik beraberliği engelleyen unsurlara karşı çözüm üretme bütçesi var. İşte Kürdistan’ da doğu mu diyorlar, doğuda terör dini eksiklikten kaynaklanıyor, orada insanların dini duygularını yükseltecek çalışmalar yapmak için çeşitli bütçelere sahip. Aslında haddini aşan bir kurum, şimdi de hangi yolla evleneceğimiz, nikahımızı kimin kıyacağına varan söz söyleme hali var. Diyanet’in devasa bir bütçesi ve devasa bir yetki alanı ile karşı karşıyayız. Bu bence büyük bir tehlike. Çünkü özerk bir kurum değil. Bizzat iktidarın sözcüsü, maşası. Ahlaki temsiliyeti de olduğu için halktan bir takım grupların nezdinde, daha da tehlikeli bir hale gelebiliyor.

İmam nikahının belediye nikahı olmadan cezalandırılmasının kaldırılması 2015’de miydi, yani zaten öyle bir dertleri olsa bunu yapmazlardı?

Açıklamalardaki atıllığı görüyorsunuz, Recep Akdağ ‘Garibim nikah memuru bir o salona bir bu salona koşturup duruyor, ne yapsın müftüler de kıyacak’ diye açıklama yapıyor. Nikah memuru sayısını arttırın demek geçiyor içimizden ama yapmıyorlar tabii ki. Bu yasanın bence en şaşırtıcı tarafı biz bir çok kadın şöyle düşündük , farklılıkların manipülasyonları üzerinden biz bir takım meseleler üzerinde tartıştırılıyoruz. Kadın hareketi içinde bir çok seslilik olabilirdi ama olmadı. Bizim mesela daha dini kimliğini politik kimlik olarak belirlemiş kadınların bu müftülük maddesi üzerinden sözlerinin ayrışması çok muhtemeldi. Ve hep şunu hissediyorum. Siz seküler ve dindar kadınlar, çıkarlarınızın kaderlerinizin bir olduğunu düşünüyorsunuz ama öyle değil o. Yani bunu size göstermek için bu kolektif karşı çıkışın en ufağına bile tahammülüm olmadığı için bunu kırmak için o kadar büyük bir bütçe vereceğim ki, müftüler nikah kıyacak ve siz buradan ayrışacaksınız.

Benim kafamdaki süreç buydu, bu böyle olacak, biz müftülük maddesi üzerinden tartıştırılacağız ve diğer maddeler sessiz sakin geçecek zannederken günün sonunda elimizde sadece müftülük maddesi kaldı. Sözlü beyanda aile hekimine yaptırım eklendi orada bir zorunluluk var artık teyit edecek. Bizim istediğimiz şey eklenmiş oldu. Evlilik yoluyla vatandaşlığa geçmede genel ahlak kriteri çıkarıldı. Ama müftülük maddesi dayatıldı. Bu benim çok öngöremediğim bir süreçti. Ve diğer şaşırtıcı tarafı sanırım en hızlı geçen yasalardan biri oldu. Hızlıca meclise sunuldu hızlıca yürürlüğe girdi. Bu bana hukukun ne kadar büyük bir ideolojik savaş alanı olduğunu ve kutsal aile mitinin ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Yani müftünün nikahı kıyması dışında bir proje olmalı kafalarında. Yani bu kadar mesai ve enerji harcayacakları ve bu kadar hızlı bir şekilde geçirebilecekleri bir madde olmasa gerek normal koşullar altında.

Bu yasanın geçmesi toplumsal kabul gördüğü anlamına gelmiyor. Toplumsal olarak kabul görmemesi için bir şekilde tartışmaya devam  etmeliyiz gibime geliyor. İkincisi yasal mücadelenin bize sürekli kendini dayatması hakikaten yolu çok tıkayıcı oluyor. Bu kadar yasalar üzerinden maddeler üzerinden örülen bir mücadele. Çünkü benim yasalara ve yasalar üzerinden dönen bir mücadeleye şöyle bir kaygım var. Yani kitap üzerinde şiddet gördüğünde seni koruyan bir yasa olduğunu düşünsen de nikahı Cübbeli Ahmet de kıysa Rakel Dink de kıysa günün sonunda eve döneceksin. O yalancı mutlu yuvaya döndüğünde orada yaşadığın şeyin adını koyabilmen gerekiyor. Yaşadığın şeyin adını şiddet olarak koymadan ve onunla mücadele etme gücünü kendinde yaratmadan o yasadan yararlanamayacaksın, mahkemeye başvurmayacaksın gibi.

Bu açıdan yasaların maddelerin ötesinde bir mücadele kurulması gerektiğini düşünüyorum. Her bir kadının yaşadığı şeyin adını kendi içinde koyabilmesinin ve bunlarla mücadele için kendi gücünü yaratmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bir kültürel pratik olarak dini nikahın bu kadar stabil bu kadar donuk ve hiç bir zaman değişime açık olmayan bir şey olduğunu düşünmüyorum. Koşullara, durumlara göre adapte olabilen bir şeydir. Bu kadar donuk bir kimlik anlayışı üzerinden sanki hiç koşullara göre değişemezmiş, esneyemezmiş, sanki bugüne kadar hiç değişmemiş gibi bunlar üzerinden toplumda bir talep var ve meşrudur gibi sunulması ve bu şekilde yasa yapım sürecine girilmesi bana tehlikeli geliyor. Çünkü bunlar bu kadar donuk değildir ve bunu bu şekilde kabul etmek zorunda değiliz. Eşitlik, adalet barındırmayan bir kültürel pratik zamanla dönüşebilir ve bunları böyle kabul edip halkımız bunu istiyor deyip buradan bir yola giremeyiz. Bu pratiklerin dönüşmesi için  eşitliği dayatabiliriz.

Diyanet ile ilgili ben de şunu diyebilirim. Bu kadar devasa bir bütçe nereye ayrılıyor, ne yapılıyor bunları maddi olarak göremiyoruz. Zehra’nın dediğine ek olarak, bir bunun çok fazla kadınların ihtiyacı olduğuna dair bir şeyler söyleniyor, aile bakanı da öyle dedi. Ama topluma indiğin zaman orada insanlarla konuştuğunda hiç böyle bir dertleri olduğunu görmüyorsun, insanların geçim derdi var, başka başka dertleri var. Ama kimse oturup da biz niye resmi nikah kıydırıyoruz, bir de müftülük nikahı var diye konuştuklarını görmüyorsun. Bu argümanın altı çok boş. İkincisi bu müftü nikahının resmileşmesi ya da müftünün nikah kıyması başka imam nikahlarının kıyılmayacağı anlamına da gelmiyor. Zaten imam nikahının şartlarını resmi nikah taşımadığı için tekrardan insanlar çifte nikah yapacak. Orada ayrıca bir şey yapması gerekiyor, mehir konuşması gerekiyor mesela. Mehir konuştuktan sonra ne yapacak, onu yazılı bir belge mi yapacak, boşanırken ne yapacak? Bunlar zaten hiç bir yere oturmuyor, insanların herhangi bir ihtiyacını karşılıyor da görünmüyor ama yine de bu şekilde sunuluyor. Ben bunun sadece Ak partinin daha dindar görünme çabası ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Ya da dindar seçmenlerine bir lütuf gibi bunu sunduğunu, bakın size bir hak veriyoruz, size bir ihtiyacınızı  veriyoruz diye sunuyorlar diye düşünüyorum. Sözü Hülya’ya bırakıyorum.

Hülya Osmanağaoğlu:

[pullquote]Kadınlara uygun nitelikte eğitim sunmak, erdemli ve mutlu çocuklar yetiştirmeleri için yeterli donanımı sağlamak, kadınlara huzurlu sağlıklı bir toplum dinamiği oluşturmak, kadın erkek ilişkilerinde karşılıklı bağımlılık, tamamlayıcılık, sevgi ve hakkaniyet duygusunu yaygınlaştırmak. Yani eşitlik dememek için her türlü ifade kullanılıyor.[/pullquote]

Müftülük yasası ilk gündeme geldiğinde temmuz ayıydı, mail gruplarında da bayağı bir yazıştık. Onun üzerine hep beraber tartışarak fikir oluşturduk. Öncelikle çağırdığınız için teşekkür ederim. Yüz yüze de tartışma ve tanışma fırsatı buluyoruz böylelikle. Zehra zaten büyük oranda bilgilendirdi, ben sadece fikri bir tartışma yapmaya çalışacağım. Ama bu vesileyle bir kendimi tanıtayım. Ben kendime bağımsız feminist diyorum, bu şekilde politika yapıyorum. Sözü geçen platformlarda Zehra’nın adını geçirdiği platformlarda ve kampanyalarda bağımsız feminist olarak yer alıyorum. Bir süredir aslında bir kaç yıldır bir yere doğru adım adım gidilen AKP’nin kadın politikaları üzerinden fikir tartışması yapıyoruz. Bunlara ilişkin de bir çerçeve oluşturmak gerektiğini düşünüyorum. Yani bütün bunlar niye oluyor? Bunun için kısaca hafıza tazelemek istiyorum. Bu arada bugün Yeni Akit’in 6284 sayılı kanun üzerine olan başlığı hiç tesadüfi olmayan bir şey gibi geldi. Bu tartıştıklarımızın konuştuklarımızın nereye varacağı ile ilgili fikir veriyor. Bizim başlığımızda da olduğu gibi bu yasanın öncesi ve sonrasıyla ilgili sonrasının nereye varacağı ile ilgili fikir veriyor. Biz 6284 sayılı kanun aileyi koruma  yasası olarak çıktığında da itiraz etmiştik kadınları koruma yasası olması gerekiyor diye…

Devamında kadına yönelik şiddet de var. Ailenin ve kadına yönelik şiddetin diye devam ediyor. Aslında kadına yönelik şiddet için çıktı ama başına aile konulduğu için son dönemlerde erkekler de o yasaya başvurup eşim beni dövüyor diye koruma kararı almaya başladılar. Amaç olarak bir önceki yasa vardı kadını korumaya yönelik. Aslında o yasa genişletilerek ve kadınlarla ilgili iyi düzenlemeler yapılarak 6284 sayılı yasa ile yeni bir düzenlemeye kavuştu. Gerçekte çok iyi bir yasal düzenleme ama uygulamada problemler var.

Bir dönem İstanbul Sözleşmesi yine aynı şekilde bu bizim erkek şiddeti dediğimiz şiddetten  korunması için kadınların düzenlenen en ileri metnin, İstanbul sözleşmesinin de ilk imzacılarında biri Türkiye ama bundan nasıl bir şey yapsak da geri adım atsak diye o zamanın aile bakanı konuşuyordu.  Yani  aslında bütün bu yasal kazanımların bir şekilde o yasaların doğrudan kazanımlarını ortadan kaldırarak değil ama içlerini boşaltacak başka yasal düzenlemeler ile hayata geçirmeye çalışıyorlar. Belki de bugün o başlık atılmasaydı bu toplantının sonunda bundan sonra ne olur diye fikir alışverişinde bulunacakken Yeni Akit o başlıkla (Şiddeti değil yuvayı yıkan kanun)  bize söylemiş. 6284 sayılı yasayı kaldırın diye. Yeni Akit kaldırın der, onlar başka bir şekilde içini boşaltır. Şimdi ben biraz buraya nasıl geldiğimiz üzerine konuşmak istiyorum. Feminist hareket açısından çok kritikti. O zaman bu kadar yaygın bir biçimde kadın hareketi bununla  ilgilenmemişti. 2011 seçimlerinden hemen önce daha o zaman demokrasi algısının Türkiye ‘de yaygın olduğu dönemde kadın ve aile bakanlığının ismi sadece aile bakanlığı olarak değiştirildi. Biz buradan kadını değil aileyi koruyacaksınız diye sesimizi yükselttik ama çok dikkate alınmadık. Kadın hareketi bunu biliyordu beraber yol yürüdüğümüz arkadaşlar ama bunun ne anlama geleceği üzerine çok düşünülmedi. Yine aynı dönemde o zamanda bir çözüm süreci görüşmeleri vardı. Hatırlarsınız Tayyip Erdoğan, Dolmabahçe’de sanatçıları vs. topladım diyordu. Kadın hareketinden hükümet ile görüşmeye uygun kadın hareketi temsilcilerini topladığında şunu demişti ‘Ben kadın erkek eşitliğine inanmıyorum, fırsat eşitliği anca olur’  deyiverdi. Ondan sonra “kadın- erkek eşitliği olmaz” meselesini mütemadiyen tekrarlamaya başladı. Hatta biz 2011’de, Cemal Reşit Rey’de, AKP Kadın Kolları ile bir toplantısına gitmiştik, İstanbul Feminist Kolektif olarak orada dövizlerimizle eylem yaptık. “Kadın- erkek eşit değil dedikçe her gün üç kadın öldürülüyor” diye. Dövizlerimizi  kaldırdık. O zaman yine memlekette demokrasinin bayağı bir olduğu zamanlarmış, kıymetini bilmemişiz. Bizi sadece dışarıya davet ettiler, şimdiyse tahayyül edemiyorum neler olacağını.

Tam da 2011 sonrasında aslında o %51 oyunun güvencesiyle daha açık konuşmaya başladılar. Biliyorsunuz kızlı- erkekli evlere itiraz ediyoruz, buna müdahale ederiz falan dedi Tayyip Erdoğan. Yine tepki gösterdik. Beşiktaş’taki ofisinden vapurları dürbünle gözlediği ortaya çıktı. Kızlı- erkekli kucak kucağa oturuyorlar filan dedi. Yine karşıt olarak “kime ne bundan?” itirazları oldu. O dönemde Aliye Kavaf sanırım, “eşcinsellik hastalıktır” dedi. Bunlar peşi sıra konuşmaya başladılar, dilleri çözüldü. Ve o %51 ile nereye yönelmeye başladıklarını aslında anlatmaya başladılar. 2012’de en çarpıcı ve tehlikeli gerçek, “her kürtaj bir Uludere’dir ve bu sezaryenler bizim ülkemizin nüfusunu kurutmak içindir”, “sezaryen olunca, 2 çocuktan fazlası olmuyor”, “sezaryen yasaklansın” çıkışıyla gündeme geldi Tayyip Erdoğan’ın. Aslında bu dönem kadın hareketinin de feminist hareketin de (bu arada şöyle söyleyeyim, feminist hareket kadın hareketi ayrımıyla konuşuyoruz, Zehra da öyle konuştu ben de öyle konuştum, bu Kadın hareketi kapsamında, kendine Feminist demeyen kesimler var, sosyalist soldan kadınlar var, onun için ikisini bir arada kullanıyorum ara ara). Kürtaj kampanyasında mesela aynı bu müftülük meselesinde olduğu gibi o zaman kürtaj için de denildi ki, “gündemi saptırmak için yapıyor kürtajı, öyle ortaya atıverdi”. Ama biz sonradan gördük ki durum hiç böyle değil. Şu anda devlet hastanelerinde kürtaj neredeyse yapılamaz hale gelmiş vaziyette. Yani bırakın 10 haftayı, 8 haftayı…

Kanunen mi bu böyle?

Fiilen, her şeye bahane bulunabiliyor. Ayrıca şu da daha yaygın kullanılmaya başlandı, hani bir formaliteden ibaret kalmış olan eşin izni, sorulmaya başlanıyor. Yani aslında kadınların bedenlerini, doğurganlıklarını nasıl yaşamak istedikleri üzerindeki en belirgin noktadır kürtaj. Geri adım attılar, sokaklara döküldük ve aslında tam da o dönemde şu ortaya çıktı ki, biz feminist hareket olarak yıllarca bunu zaten böyle ifade ettik. Bu taleplerle feminist mücadelenin kendisi dindar kadınlar- seküler kadınlar ayrımına dayanmıyor. Yani erkek baskısına karşı direnişte, erkeklerin bizim nasıl yaşayacağımıza, devletin desteğiyle beraber karar vermelerine karşı direnişte hep birlikte sokağa dökülüyordu kadınlar. Yani kimse o ayrımı yapmadı. Kürtajı o dönemde, “müteveffâ” Melih Gökçek şöyle anlatıyordu; “tecavüze uğrarsa da doğursun”, “kadın ölsün” şeklinde. Tam bu noktada, kürtaj yasasında geri adım attılar. Fiilen yasak durumuna düştü ama kadınların, feminist hareket ve kadın hareketinin mücadelesi sonucunda bir ideolojik yenilgiyle karşı karşıya olduklarını gördüler. Bu çok da devam etmedi, sağlık bakanı vardı o zaman Recep Akdağ, sağlık, şunu anlatıyordu, gidiyordu bir hastanede, yeni yıldaydı sanırım, bir çocuk doğmuş, “kadınların öncelikli görevi anneliktir çalışmasalar da olur”, “Birinci kariyerleri anneliktir” dedi. Yine o zamanki kadın bakanı kadın cinayetleri karşısında “elleri kırılsın” gibi dehşetengiz bir yorum yaptı. Kadın cinayetlerini böyle engellemeye karar verdi, ki o dönem, feminist hareketin dava takiplerinin hızla başladığı dönemdi ve haksız tahrik indirimleri bolca bulunuyordu. Zehra’nın da söylediği gibi, “telefonunda mesaj gördüm öldürdüm”, “beyaz giyiyordu bilmem ne yaptım”, “yemeğe tuz atmamıştı sinirlendim”, “eşlik kadınlık görevlerini yerine getirmemişti” gibi gerekçelerle kadınların öldürülmeleri karşısında erkeklere ceza indirimi uygulanırken Aile Bakanı tabi, Aile Bakanı olduğu için, aileyi korumakla yükümlü olduğu için, “elleri kırılsın” deyiverdi.

Tam da bu aileyi koruma işinin bir neo- liberalizmle, kapitalizmle bir ilişkisi vardı aslında. Bu Davutoğlu’nu hatırlarsınız, tuhaf tuhaf gülüşüyle bir gün televizyonlara çıkıp “müjde!” dedi. Kadınlar artık çocukları doğurunca yarı zamanlı çalışabilecekler. Yani kadınlar çocukları doğurunca, 6 ay sonra evden kurtulmak varken, yarı-zamanlı çalışmak istedikleri fikrine nereden kapıldı bilmiyoruz ama, bir şekilde aslında anlattıkları politikanın, anlattıkları aile modelinin hiç kuşkusu yok ki neo-liberalizm’le bir uyumluluğu var. Feminist Hareket, yıllardır çocuk doğduktan sonra anne ve babaya  eşit ebeveyn izni olsun ve erkeklerin ebeveyn izni devredilemez olsun, ilk 6 aydan sonra ya da ilk 3 aydan sonra erkekler de oturup çocuk bakabilir diye anlatıyorduk ama yok. Erkeklere 3 gündü, 5 güne mi çıkardılar, 5 gündü bir haftaya mı çıkardılar öyle komik bir şey oldu. Kadınlar için ise diyorlar ki yarım zamanlı çalışacaksınız, tam zamanlı maaş alacaksınız ayrıca her çocuk için de bir cumhuriyet altını vereceklerdi galiba, değil mi, öyle bir şey söylediler. Bu yarım zamanlı çalışma meselesi tam zamanlı maaş alma işi bir yalandan ibaret. Çünkü zaten onlar kadınların nitelikli işlerde çalışacağını öngörmüyor. Kadınlar sadece eve destek olmak için ev işlerinin uzantısı işlerde çalışacaklarını düşünüyorlar. O tam zamanlı çalışma dedikleri, yarısı devletin ödeyeceği işin karşılığı ise asgari ücret. Yani asgari ücretin yarısı ödenecek. Bir bankada müdürseniz, size yarım maaş alacaksınız ya, kalanını, üst limit asgari ücret olarak ödeyecek.

Ayrıca şöyle düşünüyorlar doğal olarak, önce bu yasayı çıkardılar, istihdam büroları yasası ve kiralık işçi yasasını daha sonra çıkardılar. Düşünün ki şöyle; bankada müdür olan bir kadın ya da yurtta müdür olan bir kadın, çalışırken onun yarı zamanlısına istihdam bürosundan eleman gelecek. Hayır, çünkü kadınların zaten onlar müdür, müdür yardımcısı olacağını düşünmüyor. Onlar kadınların tekstilde vasıfsız işçi, gıda sektöründe vasıfsız işçi, en fazla kalite kontrolcü olarak çalışmaları gerektiğini düşünüyorlar. Kendi sınıfsal tahayyüllerinde kendi orta sınıflarına, kendi üst sınıflarına zaten evde kadınların oturup çocuk yetiştirmesi ve ona uygun tüketimde bulunmasını tahayyül ediyorlar. Onun için böyle bir şeyi nitelikli işlerde çalışan eğitimli kadınlar üzerinden kurmadıkları için böyle şeyleri müjde diye algılıyorlar. Bütün bunların içinden bir aile tahayyülü ortaya koyuyorlar.

Aslında biz, feministler, bunu 2007’den itibaren yeni muhafazakarlık- neo-liberalizm ilişkisi üzerinden anlattık. Bunun benzerleri, Hollanda’da yarım zamanlı çalışma var kadınlar güvenceli çalışıyor dediler. Yine 2011’de, TÜSİAD’la Aile Bakanı yine Çırağan’da toplandılar Kadın emeği üzerine. O zaman TÜSİAD Başkanı da Ümit Boyner’di. Gülseren Onanç da yanlış hatırlamıyorsam KAGİDER başkanıydı. Aile Bakanı da Aliye Kavaf’tı galiba, hangisiydi hatırlamıyorum 2011’di çünkü. Biz o zaman Sosyalist Feminist Kollektif’tik gittik ve orda yine dövizleri kaldırdık. Çırağan otelinin önündeydik, ilginç bir biçimde Ümit Boyner yanımıza geldi. Bize şunu anlattı Gülseren Onanç’la beraber, (Gülseren Onanç şu anda CHP’de politika yapıyor): “Güvenceli esneklik iyi bir şey kadınlar için. Hadi siz gelin, bize derdinizi anlatın biz de size anlatalım”, Çırağan otelinin içinde biz kabul etmedik.

Fakat anlatılan Hollanda örneği idi. Hollanda örneği dediğimiz şey aslında şöyle bir şey: kadınlar orada çalışıyorlar orda kadın ve erkek ücreti arasındaki fark çok azmış. Bunun dışında yarım zamanlı çalışmayla tam zamanlı çalışma arasındaki saat ücreti de çok az fark ediyormuş, onun için kadınlar memnuniyetle yine yarı zamanlı çalışmayı tercih ediyorlarmış. Fakat ortada şöyle bir gerçek var kadınlar yarı zamanlı çalışıp o ücreti yarım alıp, ondan sonra yine evde iş yapıyorlar. Hollanda dahil her yerde kadınlar yarım zamanlı çalıştığında erkekler hiç ev işi yapmıyor. Yani kadınlar yine aslında tam zamanlı mesai harcayıp yarım ücret alıyorlar.

Şimdi biz bunları o dönemde anlatırken bunun hep yeni muhafazakarlık çerçevesinde tartışıyorduk yani Almanya’da da olan Hollanda’da da olan Amerika’da da zaten bunların hepsinin bilmem ne döneminde başlayan politikalar olduğunu anlatıyorduk. Türkiye’de de işlenmeye başlayan buydu. Yani aile Avrupa’daki gibi aileyi kutsallaştırarak kadınların esas köleliği annelik, ondan sonra çalışmak -aileye destek olarak çalışmak- olduğunu anlatan politikalar söz konusuydu. Fakat bir yerden sonra hayat değişmeye başladı bu neo-liberalizm aile politikası ile. Aile bizim şiddet gördüğümüz yer. Bir taraftan erkek şiddetine karşı kadın cinayetlerine karşı ses yükseltirken aslında geleceği kurmaya çalışırken, Zehra’nın konuşmasının sonunda söylediği gibi, o ev içindeki ilişkide erkekle mücadele üzerine yoğunlaşmaya çalışırken, birden bize bir saldırı furyası başladı. Yani biz mevcut halimizi korumaya çalışır olduk. ve bu kadın- erkek eşitliğine inanmıyoruz lafları, kahkaha atmasınlar hamileyseler sokakta dolaşmasınlar. Nebiye’nin güzel resim verdiği gibi sigara içmesinler, şeklinde. Bütün bunların hepsi birden bir bombardıman gibi geldi. Bunları sayarken üçtü beş oldu beşti yedi oldu şimdi gördüğünüz gibi bir saymaya başladım, on beşi filan buldu herhalde şunu dediler bunu dediler diye ve hızlanarak artmaya başladı. Bunun kendisi Yeni Türkiye’nin inşâ süreciyle, yani kadınlara AKP tarafından yönelen bu saldırganlığın kendisi, birebir eşgüdümlü hale gelmeye başladı.

Kiralık işçi yasasıyla da işçi sınıfına yönelik de benzer bir durum var. Kiralık işçi yasası çıktı, artık güvencesizlik, sigortasızlık, sendikasızlık dayatılıyor. Evet, Kürt halkına yönelen savaş yeniden gündemde ama bütün bunlarla beraber bu saldırganlık içinde görünmese de, kendileri söylediler “işçi grevlerini engelliyoruz işte” diye. OHAL’le beraber Kürt Sorununun da ne hale geldiği ortada. Bu saldırganlığın aile içinde nereye denk düşeceğini söylemek gerekirse, biraz o nedenle kullanmıştım, ailede de sürekli bir OHAL kavramı mevcut. Çünkü doğrudan doğruya ailenin içine müdahale var. Ailenin içindeki kadın- erkek dengesine müdahale var. Bir süre sonra aslında gördük ki geçen seneden beri 2015’in sonunda 2016’ya doğru, bu boşanma komisyonu raporu gündeme geldi. 2016’nın Mayıs’ında herhalde, boşanma komisyonu raporu üzerine konuşmaya başlamıştık. Tam da onun öncesinde biliyorsunuz, aile irşat büroları, Zehra daha güzel anlattı, sürekli bir “psikologlara gitsinler”, “rehberlik danışmanlar olsun” lafları, sonra aslında bu müftülükler nezdinde aile danışma büroları inşa edilmeye başlandı. Sürekli bir boşanmayı geciktirme bahaneleri üretildi, mağduru erkekler denildi, çocuklar ortada kalıyor denildi, biz her yönden bunları dinlemeye başladık. Yani 2011’de değişen bakanlığın adının ne anlama geldiğini 2015 sonundan beri fiilen her gün anlamaya başladık: Boşanmaları azaltmak.

Şimdi bu boşanmaların sonuçları neler? Kadın cinayetleri arttı mı artmadı mı tartışması oluyor. Ortada bir gerçek var. Boşanmalar, anlamlı bir biçimde öyle sayısal olarak acayip artmış değil. Ama boşanmanın meşruiyeti artmış durumda. Yani sadece sayısal verilere ilişkin bir politika yapmıyorlar. Ortada bir gerçek var kadınlar artık şiddete tahammül etmiyor ve boşanıyor. Ve şiddet yüzünden kadınların boşanması toplumda meşru görülüyor. Yani kadın ne yapsın, adam öldürsün mü, ne zamana kadar dayansın dayağa, deniyor. Halbuki, feminist hareketin ilk ortaya çıkış eylemi de, 1987’de dayağa karşı yürüyüştür. Bu arada 30. yılını Mayıs ayında kutladık, dayağa karşı yürüyüşün. Tam da buradan yola çıkmıştı, kadınlar evde bütün sorunları görüyorlardı. Toplumun büyük bölümü bunu bütün kadınların sorunu ve isyan edilebilecek bir şey olarak görmüyorlardı. Zaten o dönemde bir hakimin, “kadının karnından sıpayı sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” demesi üzerine feminist hareket sokağa döküldü ve 12 Eylül’den sonraki ilk mitingi yaptı.

Neticede 30 yıl içinde gelinen noktada, kadınların artık erkek şiddetine direnişi, erkek şiddetiyle karşı karşıya kaldığında boşanması, ayrıca sadece şiddet karşısında değil, kadınların boşanma hakkı meşrulaştı. Yasal bir hak olmaktan öte. Yani doğrudan sahip olduğumuz kazanımları tırpanlayan bir şey bu boşanma komisyonu raporu. Şimdi bütün bunların içinde, müftülük nikahını nereye oturtacağımız meselesine gelirsek, kimi politik fikir farklılıklarımızla, demin söylediğim gibi… Yeni Türkiye oluşurken, işçileri günvencesizleştiriyor. Kürtleri, sahip oldukları kazanımlardan geri adım attırmaya çalışıyor, kadınları da aile içinde geri bırakmaya çalışıyor. Şu doğrudur: bütün rejimler, bütün kendini yeniden inşâ eden rejimler, kadınlara bir çerçeve çizer. Buna Kemalist rejim de bir çerçeve çizmiştir: Türk, vatandaş, anne çerçevesi çizmiştir. Bütün rejimler çizer. Ama burada bütün bu dönüşümleri nasıl analiz edeceğimizle ilgilenmemiz lazım.

Aydınlanma ortaklaşabileceğimiz bir kavram değil biliyorum. Bu arada ben aydınlanmacı değilim, Marksist Leninistim, bu vesileyle Ekim Devrimimizin 100. yılı kutlu olsun. Aydınlanma kavramını kullanmamaya çalışacağım. Laiklik kavramı bir anlam yüklü. Türkiye Cumhuriyeti tarihi itibariyle laiklik kavramı bir anlam yüklüdür. Laiklik kavramını kullanmamaya çalışacağım ama sekülerizm bana ait bir kavram, yani benim içinde olduğum bir kavram. Çünkü sekülerizmden ben sadece devletin kamusal alandaki tanımlamasını değil, özel ve kamusal alandaki dinden ayrıştırılmış bir toplumsal tahayyül ve toplumsal formasyonun inşâsını anlıyorum. Bunun ötesinde Burjuva devrimi kavramıyla tartışmaya çalışacağım. Yani Kemalizm, laiklik aydınlanma hatta modernleşmeyi kullanmadan zaten dediğim gibi, modernleşmeci değilim; Marksistim, burjuva devrimi kavramıyla açıklamaya çalışacağım durumu.

1908’de Türkiye’de burjuva devrimi yukardan aşağıya biçimde başladığını 1923’le anti- demokratik bir kırılmaya uğradığını, ama bir şekilde burjuva devlet ve toplum modelinin inşâsının yasal çerçevesini 1923’ün sonrasında adım adım tamamlandığını görüyoruz. Buna neler dahil? 1926 Medenî yasası dahil. 1926 Medenî yasası, kadın- erkek eşitliğini soyut olarak, bunun içinden hiçbir şey çıkar mıydı, çıkmazdı ama soyut olarak bir kadın- erkek eşitliğini kabul eder. 1923 Cumhuriyet işçi örgütlenmelerini, kadın örgütlenmelerini yok sayar. Kadın partisini dağıtır. Kadınlara oy hakkı verir ancak hemen arkasından kadın derneğini kapanmaya zorlar. Bütün bunların ötesinde soyut anlamda bir eşitliğin çerçevesini çizer. Yani der ki evlenen kadın ve erkek, heteroseksüel yani bu arada, kanun karşısında eşittir. Tabi ki biz kanun karşısında eşit olmadığını, 1987’de halâ daha kadının karnından sıpayı eksik etmeyeceksin diyen bir hukukla gördük, bu soyut bir işti. Ama miras hakkı verdi, velayet hakkı, mülk edinme, eğitim hakkı verdi, buna üniversite eğitimi dahil. Kadın işi- erkek işi ayrımını yasal olarak büyük oranda ortadan kaldırdı.

[pullquote]Diyanet’in temsil ettiği din anlayışı nasıl bir kadın istiyor, nasıl bir kadının şekillenmesine hizmet ediyor. Mümkünse boşanmasın, itaat etsin, doğurganlığı yüksek olsun, milli değerlerin çocuklara aktarıcısı olsun ve bir şekilde kendini ailenin ve devletin bekası uğruna feda edebilsin. Bunun hayalini kurduğu toplum modelinde çok önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum çünkü sağlıklı bir iktidar kimin nikah kıyacağı konusuna bu kadar takmış olamaz. [/pullquote]

Tüm bunlar, bugün Tayyip Erdoğan’ın sözlerine baktığımızda, soyut eşitliğin önemini anlayabiliyoruz. Kadınların kamusal alanda bulunuşu tabii ki yine geleneklerle kültürle, toplumsal baskıyla belirleniyordu ama en azından bizlerin üzerine yani feminist hareketin üzerine, eşitlik için bu da gerekli diyebileceği bir zemin oluşturdu. Bu Türkiye’deki Kemalizm’e özgü değil, Türkiye’deki aydınlanmaya, modernizme, laikliğe özgü bir şey değil. Bütün burjuva devletlerin kuruluşunda aynı şekilde gerçekleşti. Yani 1789’da Fransız Devrimi’nin ardında feministler hakları için mücadele ettiler, aynı şekilde mülkiyet, miras, velayet, eğitim hakları için. Yani bütün burjuva devrimleri soyut eşitliği kurdu, onun üzerinden feministler bir mücadeleyle haklarını kazandılar ve bu oy hakkı kazanımına kadar gitti.Osmanlı’dan gelen feminist Hareketinin mücadelesiyle beraber buna sadece Müslüman feministlerin değil, Ermeni feministlerin katkısı olduğunu görüyoruz. Bütün bu mücadeleyle beraber 1. dalga bir medenî yasayı yani soyut olarak da olsa bir kadın- erkek eşitliğini elde etti. Doğal olarak şöyle demiyorlar; biz kadın- erkek eşitliğini yasadan çıkarıyoruz demiyorlar geldiğimiz noktada. Ama biz kadın- erkek eşitliğine inanmıyoruz diye artık kaygısızca ve korkusuzca dillendiriyorlar. Yasadan çıkarmıyorlar ama özel alanı, kadın- erkek eşitliği yokmuşçasına inşâya yöneliyorlar. Yani burjuva cumhuriyetin kuruluşunda, burjuva cumhuriyet evin sınırında durdu. Dedi ki, ben sizi kanun önünde medenî yasayla evlendirirken, eşit varsayıyorum, değilsiniz ama varsayıyorum deyip, ev içindeki erkek egemenliğine asla dokunmadı. Ev içindeki erkek egemenliğin sürdürülebildiği koşullar yaratarak devam ettirdi; tâ ki 2. Dalga feminist hareket, bizim kamusal alandaki varoluşumuzu da belirleyen özel alandaki (yani aile içindeki) ezilmişliktir diyene kadar.

Sadece oy kullanmayla, sadece kamusal alanda çalışmayla olmuyor, özel alanın politikasını yapana kadar; ev içinde yediği dayak hiçbir kadının kişisel sorunu değildir, erkek egemenliğinin sorunudur diyene kadar. Feminist hareket erkeklerin kadınlar üzerindeki egemenlik ilişkisini, iktidarını hak görmelerinin sorunudur dedi. Gelinen noktada yeni bir toplumsal tahayyül ortaya koyarken ben buna, İslâmî faşizm diyorum, hangisi gerçek İslam tartışmasına girmeden, çünkü kendilerini buradan ideolojik olarak çerçevelendiriyorlar. Deniliyor ki, ‘Ama bütün diğer faşizmler böyle özel alana müdahale etmiyor’. Dönüp baktığımızda, Hitler faşizmi de kiliseyi anlatıyor, ya da baktığımızda, Franco doğrudan evin içine bir müdahalede bulunmuyor ama o zaman evin içine müdahalede bulunmalarını gerektirecek bir durum yok ki, zaten ev içindeki erkek egemenliği, kadın- erkek eşitsizliği zaten sürdüğü dönemdeki faşizmler bunlar. Sosyalist harekette hep şu laf vardır, artık bu sosyalizm değişti. Sosyalizm değişiyorsa faşizmin gelme koşulları da değişti. Yani artık bu faşizm de feminizm sonrası faşizm. Yani feminizmin ev içindeki kadın- erkek dengelerini kadınlar lehine kimi kazanımlar elde ederek değiştirdiği bir dönemde gelen bir faşizmle karşı karşıyaysak, özel alanın içine doğrudan müdahale ediyor. Tam bu noktada, bu özel alanın içine müdahalede dediğim gibi, yasayı geri çekmiyor Akit yazıyor; 6284’ü geri çekmiyor. İstanbul sözleşmesinden de imzasını geri çekmeyecek ama demin sonuçlarını Zehra anlattı, aslında bu boşanma, mağduriyet yasalarıyla bütün bunları ev içinde erkeği güçlendirmek üzere kuruyor. Ev içindeki erkeği güçlendirmek üzere kurarken, kendine ideolojik referans olarak İslâmî değerler diyor. Ortada bir gerçek var onun için İslâmî Faşizm tanımı yapıyorum.

İslami değerler ekseninde kadın ve erkek eşit değildir. Binali Yıldırım yeni başbakan olduğunda bir nikaha gitti, orda evlilik cüzdanını verirken, kadına dedi ki (üstelik kendisi kadının şahidiydi galiba), itaat et dedi. Yani kadının erkeğe itaat ettiği bir sistem inşâ ediyor. Çünkü toplumsal inşâda, bütün rejimler gibi kadınların aile içindeki konumu, toplumun nasıl bir toplum olacağını gösterir. Burada bizim 100. yıla gelirsek, Ekim Devriminin 100. yılına gelirsek, örnek olsun diye söylemek istiyorum, kadın- erkek eşitliğini olmazsa olmaz eşitlik olarak öne sürüyor Ekim Devrimi. Bu arada bana Ekim devrimi kadınları kurtarabilir mi diye sorarsanız, Ekim Devrimi’nin sadece o politikalarla kurtaramayacağını varsayan bir sosyalist feministim. İlk uygulamalar, hiç tesadüf olmayan bir şekilde, evlilik ve boşanmayı kolaylaştırıyor bir imzaya bağlıyor. Evliliği din dışı kurumlarda gerçekleştiriyor. Yani belediyeye git, bir imza at kayda geçsin. Nüfus kanununun kayda geçmesini yapıyor. 1920’de kürtaj yasağını kaldırıyor. Ondan sonra tam da kadınların ücretli emek gücüne katılımıyla beraber ilk olarak bu arada çocuk doğum izinlerine dünya tarihinde 3 ay gibi bir süreyle veren ülke Sovyetler Birliği. Doğum izinlerini koyuyor ama kadınların çalışma hakkını tanıdıktan sonra, yani, kadınların ücretli emek gücüne katılmalarıyla beraber ve mülkiyet olmadığı için de boşanma koşulunda kadınlar zaten çalışmaya devam ettikleri için sorun olmuyor. Erkeğe muhtaç olmuyorlar çünkü bir edinilmiş mülk yok.

Şimdi bütün bunların sonucunda kadınların özgürleşeceği varsayılıyor ama tabi bir bağımsız kadın örgütlenmesi olmadığı için orda da toplumsal dönüşüm otoriterleşme yönünde. Stalin döneminde özellikle bir otoriterleşmeye itiraz edecek örgütlenme gücü yok. Çünkü partiye bağlı bir kadın örgütlenmesi var. Böylece ilk iş yine boşanmalar zorlaştırılıyor. 1926’da boşanma zorlaştırılıyor. Gidip bir imzayı geri çekmekten çıkarılıyor, boşanmaya başvurmak için harç ödeme şartı getiriliyor. Çünkü boşanmayı zorlaştırırsanız kadınları o evliliklere mahkum edersiniz. Ayrıca tam istihdamdan geri adım atılıyor, kreşler kapanmaya başlıyor, yeniden nafakaya geliyor. 1936’da, kürtaj yasağı geliyor. Bizim yoldaşların o zaman 1936’da aynı zamanda tam da parti içinde bütün demokratik muhalefetin tasfiye edildiği bir dönemde (Moskova Duruşmaları diye geçer bizim sosyalist hareketin tarihinde) yargılandığı bir dönem. Yani yeni bir evreye girildiğinde yine kadınlardan başlanılıyor. Çok çocuk madalyaları 5 çocuğa falan madalya verilmeye başlanıyor.

Yalnız buradan zinhar şöyle bir şey dediğim anlaşılmasın; Faşizmle Stalinizmi eşitlediğim düşünülmesin. Sosyalizm her durumda varoluşsal olarak kadın erkek eşitliğini hedefler. Ama şunu demeye çalışıyorum bir otoriterleşme yöneliminin kendisi, özel alana her zaman müdahale eder. Aradaki fark şudur, sosyalizm her durumda kadın- erkek eşitliğini savunduğu için, savaştan kısa bir süre sonra kürtaj yasakları kalkıyor. Yeniden boşanmalar ve evlenmeler kolaylaştırılıyor vesaire vesaire. Fakat bu içeriğe, özel alana müdahale işini tam da buradan anlamak lazım. Faşizm kendini otoriter ve kalıcı olarak inşâ etmek için ve kadın- erkek eşitsizliğini bâki kılmak için özel alana müdahale ediyor. Bütün bunlar da aslında 15- 16 yıl olmuş. Geçici nafaka- sürekli nafaka işleri var ya, 2001’de çıkan medenî yasada mal paylaşımı sistemi geldi biliyorsunuz, evlendikten sonra edinilen mülkleri, ortak olarak boşanırken paylaşılıyor. Biz şimdi şunları bilmiyoruz, kadın cinayetlerinin ne kadarında bu mal paylaşımı devreye girmiş. Bütün bu şeylerde erkekler sadece boşanmamak için değil, o mülkiyetin yarısını mı veriyorlar, neyi paylaşıyorlar? Neyin hırsından bu öldürmeler oluyor bilmediğimiz gibi, tam da bu sürekli nafaka- süreksiz nafaka işleri özellikle mülk edinme şansına sahip olmayan, işçi sınıfından kadınlar için, ya da işsiz kadınlar için çok önemli bir hale geliyor. Yani bu erkek egemenliğinin kuşkusuz mülkiyet işleriyle bir bağı var. Bunlarla beraber düşündüğümek gerekiyor kadınların boşanmasının meşruiyetini “dînî ideoloji” çerçevesinde ortadan kaldırmak.

Evlilikte sürekli bir insana bir şey anlatırsanız bu, kural haline gelir. Aileyi korumak diye başladığınızda işe, aileyi yıkarak boşanan kadını zaten objektif olarak suçlu duruma düşürürsünüz. Aileyi korumayı ise dînî ve İslami değerlere yaslıyorsunuz. Dînî yorum hangisi doğrudur, hangisi yanlıştır gibi bir tartışmaya girmiyorum. Çünkü aynı şey sadece burası için geçerli değil, aynı şey İspanya için de geçerli. Falanj’ın kadın örgütü (Seccion Feminina) kadın seksiyonu diye geçiyor, sloganı: iyi vatandaş, iyi eş, iyi Hristiyan. Orda da kürtaj yasak. Bütün İspanyol iç savaşı filmlerinde görürsünüz, komünist anarşist kadınlara cezaevinde zorla haç öptürülür. Yani dînî kurallarla toplumsal hayatın belirlenmesi tartışması feminizm açısından buraya içkin ya da Müslüman toplumlarla sınırlı bir şey değil. Nikaragua’da bizim yoldaşlar, Sandinistler, devrimi yaptı, kürtaj yasağını kaldırmadı. Çünkü varsayılan odur ki, Latin Amerika’da işçi sınıfına destek olan kiliselerle ortaklık itibariyle, kürtaj yasağı kalkmadı.

Arjantin’de Şili’de bu sene yine sosyalistlerin bu kadar güçlü olduğu ülkelerde, Arjantin’de iktidarlar, Şili’de iktidarlar, kürtaj yasaklarına sınırlamalarına karşı mücadele oldu. Ya da bilmem ne kadar zaman Polonya’da şu ya da bu şekilde sosyalizm vardı ama kadınlar kürtaj yasaklarına karşı sokağa döküldüler. Ve bütün bunların hepsinde kürtaj yasaklarının referansı olarak dînî teamüller kullanılıyor. Yani özel alanın dînî referanslara ilişkin kurulmasını benim gibi maddeci feministlerin sözlerini , sadece buraya içkin bir Kemalizm laiklik tartışması olarak okumamak gerekiyor. Bir bütün halinde toplumsal formasyonun özel alanıyla, kamusal alanıyla inşâsında dînî referansların kadınların hayatında belirleyici olmaması gerekiyor. Yani dinin ortak hukukta, ortak gelenekte, ortak mücadele anlayışında belirleyici olmaması üzerinden politika yaparız.

KŞKMİ’den arkadaşlar müftülük yasasında, farklı inançlar ve ateistlerin varlığını öne sürerek,   “Bizi bölmeyin” diye açıklama yaptılar. Tümüyle katılıyorum ama erkek egemenliği bir başladığında yayılan bir şey. Yani aile kurumu dediğimiz şey sadece Sünnî, Hanefî kadınları ya da Şafii kadınları baskı altına alacak bir sistem olarak inşâ olmayacak. Bütün erkekler burada Sünnîsiyle, Alevisiyle, ateistiyle, sosyalistiyle yarar sağlayacağı için, bütün erkekler, erkeklerin güçlü olduğu bir aile formundan yola çıkarak iş yapacaklar. Kadınları öldüren erkekler dindardır diye bir şey yok, kadınları öldüren erkekler laik diye de bir şey yok. Erkekler kadınları boşanmak istediklerinde daha fazla şiddet uyguluyorlar ve öldürüyorlar. İşte en son Yiğitcan çocuk öldürüldü ya, hiç bilmiyoruz yani adam kime oy vermiş, kadın kime oy vermiş.

Erkeklerin egemenliğini güçlendiren aile yapısı, aile inşâ sürecinin kendisi onun için her türlü dînî referanstan, toplumsal inşa bağlamında azade olmalı, isteyen kendini ona göre inşâ eder. Herkes kendi özel alanında ilişkisini kendi uygun gördüğü şekilde inşâ eder kuşkusuz ama toplumsal hukukun çerçevesinden çıkarılması gerekir. Müftülük nikahı başta olmak üzere, bu dînî referansın toplumsal hukukun içerisine sokulmasının böyle bir tehlikesi var. Müftü nikahını öne sürecekler, yazışmalardan hatırlarsınız, ben müftülük nikahında kararlı olduklarını düşünüyordum, o süreçte benim fikrim,  “diğer maddeler değişebilir, müftülük nikahından devam edecekler çünkü uzunca bir süredir, dînî referanslara dayalı bir biçimde kendi aile formlarını ifade ediyorlar” şeklindeydi. Yanılmamışım maalesef.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir