Özgürlük Teolojisinin İmkanları Üzerine (2): Şüphenin Vazgeçilmezliği

Biz Müslümanlar olarak eğer bu adaletsiz dünyaya karşı bir duruş gerçekleştireceksek ve eğer Sırat-ı Müstakim üzere olacaksak, bizim inancımız gereği bize rehberlik edecek iki yol var. Birincisi Kuran, İkincisi Sünnet. Bu iki rehberimizi aklımızın organizasyonu ile hayatımıza adapte etmek zorundayız. Yani Kuran ve Sünnet rehberliğinde Emr-i bil Maruf, Nehy-i Anil Münker’i uygulamalı, iyiliği emretmeli, kötülükten men etmeliyiz.

Dilimizden düşürmediğimiz iki cümle var; “Allah ve Kuran bizim Rehberimizdir; Hz. Muhammed (SAV)’in hayatından feyz almalıyız, onun hayatına ve hadislerine uymalıyız.” (Bu cümleleri mealen söylüyorum, aşağı yukarı bu cümleleri kuruyoruz) hepimizin dilinden ne Kuran ne de Hz. Peygamber düşmüyor. İyi de bizler böyle bir bakış açısıyla mı yaşıyoruz, Kuran bize rehberlik ediyor mu, Allah’ın koyduğu ölçüler hayatımızın kaçta kaçını işgal ediyor, biz neye göre ve ne için yaşıyoruz? Gerçekten yaşantımız, o kurduğumuz cümleler doğrultusunda mı, yoksa kendimizi mi kandırıyoruz? Peki bütün Müslümanlar bu şekilde konuşmasına rağmen bu dine inandığını söyleyen insanların içinde nasıl bir birinden çok farklı uygulamalarla karşılaşabiliyoruz. Şöyle söyleyelim, Yunus Emre de Zerkavi de bu inanç düzlemi içinde karşımıza çıkabiliyor. Anadolu erenlerini de IŞİD militanlarını da bu dini öğretinin içinden görebiliyoruz. Memleketi soyanlar da memleket için canını verenler de aynı Peygamberin ardından övgüler düzebiliyor. Hz. Ali de Muaviye de aynı Peygamber’in yolunda olduklarını söylüyorlardı.

Fatiha Suresi’nde Allah’a ettiğimiz dua doğrultusunda mı yaşıyoruz? Yani Sırat-ı Müstakim üzere miyiz? Ayrıca bu Sırat-ı Müstakim üzere olmak nedir, nasıl bir haldir? Bize şah damarından yakın olduğunu söyleyen bir Allah’a inanan biz Müslümanlar acaba gerçekten bu doğrultuda mı hayatımızı idame ettiriyoruz?

Bir önceki yazımda ülkemizde ve dünyadaki çarpık sistemden örnekler vermiş ve bu kadar zulmün olduğu bir dünyada bizim bu kadar vurdumduymaz bir şekilde hareket etmememiz gerektiğini söylemiştim. Hâlbuki şu anda durum tam tersi, bütün Müslüman ülkelerde sosyal adalet dibe vurmuş vaziyette, sınıflar arası ekonomik ve sosyal farklılıklar giderek artıyor. Büyük bir fitne bizleri kuşatmış durumda, Müslümanlar bütün dünyada bir mezhep savaşının kucağına doğru hızla gidiyor ve bir birlerini katlediyorlar. Suriye iç savaşı her an bölgenin diğer ülkelerine de sıçrayabilir. Oysaki Sevgili Peygamberimiz Veda Hutbesinde “Sizin kanlarınız birbirinize bundan sonra haramdır” dememiş miydi?

KURAN, ANLADIKLARIMIZ, ANLAMAMIZ GEREKENLER 

““OKU! Yaratan Rabbinin adına, insanı bir yumurta hücresinden yaratan!  Oku! Çünkü Rabbin sonsuz kerem sahibidir, İnsana kalemi kullanmayı öğretendir, İnsana bilmediğini belleten.” Miladi 7. Yüzyılın başlarında, insanın mütevazi biyolojik kökeni yanında şuur ve aklına da telmihte bulunan 96. Surenin (Alak) bu ilk ayetleriyle başlayan Kuran vahyi, Peygamber Muhammed(sav)’in 23 yıllık risalet’i boyunca devam ederek vefatından kısa bir süre önce nazil olan ikinci surenin (Bakara) 281. ayetiyle noktalandı: “Allah’a döneceğiniz, sonra herkesin kazancının kendisine eksiksiz geri verileceği ve hiç kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı günün bilincinde olun.” Bu ilk ve son ayetler (Nüzul sırasına göre ilk ve son) arasına sığdırılan bu kitap, dünyanın dini, sosyal ve politik tarihini bilebildiğimiz başka herhangi bir olaydan çok daha köklü bir şekilde etkilemiştir. Diğer kutsal metinlerin hiç biri, mesajı ile ilk karşılaşan insanların hayatı ve birbirini izleyen kuşaklar yoluyla bütün bir medeniyetin akışı üzerinde bu kadar derin bir etki meydana getirmiş değildi.[1]Kuran Mesajı; Meal, Tefsir, Muhammed Esed, s.21.

Muhammed Esed’in tarif ettiği gibi, dünya tarihini geri dönülmeyecek şekilde değiştiren Kuran’ın yolunda olduğumuzu söyleyen bizler için Kuran şu anda ne ifade ediyor?

İslam bizler için bir “tapınak dini” haline dönmüş durumda, ibadetlerimizi yerine getiriyoruz, sonra kalkıp bu hileli düzenin içinde hayatta kalabilmek için her türlü sahtekârlığı yapabiliyoruz. Hepimizin kafasına rant, kazanç, kredi, kredi kartı yerleştirilmiş vaziyette.  Bizler sıcacık evlerimizde, yiyip, içip, karnımızı doyururken, gayet güzel bir şekilde giyinip, barınırken, kardeşimiz olduğunu söylediğimiz Müslümanlar savaştan kaçıp ülkemize sığınıyorlar. Biz adamlara her türlü rezil muameleyi yapıyoruz. Sokaklarda yatan insanların sayısı her gün biraz daha artıyor.  Bırakın Suriyelileri, 90’larda zorunlu göçe tabi tutulan Kürd “kardeşlerimize” ne yapmıştık, hatırlıyor musunuz? Kumar, ahlaksızlık, azgınlık, yalan, gıybet, iftira hepimizin hayatında vaka-ı adliyeden oldu. Biraz tefekkür edelim,  Kuran biz Müslümanların hayatının neresini işgal ediyor, biz bu kitabı okuyunca ne anlıyoruz, ne anlamalıyız?

“Bütün Müminler için Kuran, Allah’ın insana rahmetinin en mükemmel tezahürüdür; en derin hikmet eşsiz ifade güzellikleri içinde bu kitapta dile getirilmiştir, kısacası o katıksız Allah kelamıdır.” [2]Kuran Mesajı; Meal, Tefsir, Muhammed Esed, s.21.

Evet, hepimizin inandığı bu gerçektir, böyle olması gerekir. Bizler dahi herhangi bir meali okuduğumuzda; bize bile Kuran son derece yabancı gelebilir. Çünkü sure ve ayetin hangi şartlar altında geldiğinden, neler yaşandığından bihaberiz, o yüzden bize bile anlaşılmaz gelebilen bir kitabı, Müslüman olmayan bir kişi sıkıcı ve kaba bulabilir. Hatta öyle ki bize surelerle ayetler arasında herhangi bir bağlantı yokmuş gibi görünebilir.  Yapılan meallerin geneline baktığınızda sanki yaşadığımız hayata hiç dokunmuyormuş gibi görünebilir. Hâlbuki biz, Kuran evrenseldir demiyor muyuz?

Kuran’ın bütününe baktığınızda kendini devamlı tekrar eden bir dili varmış gibi görünür. Sürekli yaratılışa, ölüme, yeniden dirilişe, hesap gününe vurgu yapılır. O güne, Müslümanların hazırlanması gerektiği, ona göre yaşamaları, namazı dosdoğru kılmaları, mallarını Allah yolunda harcamaları emredilir. Bütün bunları alt alta koyarsanız, yapmamız gereken ya da yapmamamız gereken şeyleri sıralar. 600’lü yılların Mekke’si ve Medine’sini bize anlatır, daha önce gelen Peygamberlerden kıssalar ve o günlerde neler olduğunu da bize anlatır.

“Amerikalı ve Avrupalı oryantalist literatüründe genellikle tutarsız bir dağınıklık diye adlandırılan şeyin arkasında gizlenip kalır. Ayrıca bir Müslüman için derin bir hikmetin bir ifadesi olan ayetler Batılı kulağa genellikle düz ve heyecansız gelir. Fakat en hasmane davranan eleştirmenler bile,  Kuran’ın insanlığın bilgi birikimine, sosyal başarısına ve medeniyete seçkin bir katkıda bulunan milyonlarca insan için, kelimenin hem dini, hem de kültürel anlamıyla, en yüce ilham kaynağı olduğunu inkâr etmemektedirler. O halde bu paradoks nasıl açıklanabilir.” [3]Kuran Mesajı; Meal, Tefsir, Muhammed Esed, s.22.

Ben öteden beri, Kuran’ı okuyup anlamaya çalışan bir Müslümanım,  mutlaka bir şey var, ben mutlaka bir şeyleri kaçırıyorum diye düşünüyordum. Bu kadar hayata dair, eşitlenmeye, yardımlaşmaya, fakire, yetime vurgu yapan bir kitap niye hayatın içinden uzaklaşmış, niye bizim hayatımıza etki edemiyor diye sürekli düşünüyordum. Sonunda zihnimde bir işaret fişeği çaktı. Hani Hacı Bektaş, Yunus karşılaşmasında devamlı anlatılan bir menkıbe vardır ya, Yunus kendisine nefes vermek isteyen Hacı Bektaş’ı reddeder ve sonra yolda yaptığı hatayı anlayıp geri döner, Hünkâr “Senin nasibin artık Taptuk’da var git oradan al nasibini” der ya, benim bu konudaki nasibimde Musa Şimşekçakan ve Fas’lı yazar Muhammed Abid Cabiri’deymiş. Musa hocanın, ‘Sözün Gücü’ ve ‘Sözün Bağlamı’ adlı iki eseri ve Cabiri’nin sırasıyla çıkardığı; ‘Arap-İslam Aklının Oluşumu’, ‘Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı’ ve ‘Arap İslam Siyasal Aklı’ adlı kitapları bende birçok kabulü değiştirdi ve önüme yeni bir ufuk açtı.

Musa Hoca ile yaptığımız bir konuşmadan aklımda kalanlar şöyle:

  • Bugüne kadar yazılan meallere bakın, hep birbirini tekrar eder, bir tek Muhammed Esed’in yazdığı meal ve tefsir farklıdır. Peki niye? Çünkü biz Müslümanlar uzun süre galip gelmiş ve asırlarca İslam yurdunda yaşamışız, adı ne olursa olsun, krallık, sultanlık, imparatorluk ama ne olursa olsun paradigmayı galip bir yerden kurmuş ve o dünyanın içinden bir Kuran yazımına girişmişiz. O yüzden hiç bu günün hayatına tekabül eden bir yanı yok. Biz modern zamanlarda yenildik, fakat eski paradigmanın dışına bir türlü çıkamadık. Hâlbuki yapmamız gereken tekrar baştan bu mealleri ve tefsirleri yazmaktır. Bu dünyaya daha başka bir yerden, kurucu bir felsefeyle bakmamız gerekir.
  • Bütün meal ve tefsirlerde, sureler bir bütün içinde okunmuyor, ayet ayet parçalanarak tefsir yapılıyor. Bu da bağlamından uzak bir Kuran tefsiri anlayışı ortaya çıkarıyor ki biz o surenin geldiği zamanı, şartları iyi analiz edemezsek ve ayetleri bağlamından koparırsak, ortaya kopuk kopuk şeyler çıkıyor.

Musa hocadan Allah razı olsun, bu yaklaşımları benim önümde bir kapı araladı. Sureleri tıpkı herhangi bir kitabı okurken, nasıl bir anlam kurgusu içinde okuyorsak, öyle okumamız gerekiyor ki bütünü görebilelim ve bizim hayatımıza dair olan esas mesajını alabilelim. Bir sureyi bir bütün olarak okuyup anlamlandırmamız gerekiyor. Aynı şekilde Kuran’ı da böyle bir bütünlük ve birbirini takip eden sureler şeklinde okumalıyız. Surelere bakıldığında ayetler bir anda gelmemişlerdir. Örneğin bir surede başlangıç ayetleri Mekke döneminin başında geliyor, sonra geri kalan ayetler Mekke döneminin sonunda gelmiş olabiliyor. Fakat bütün bu ayetler birleşerek, bir sureyi oluşturuyor. Pe ki aynı başlık altında birleştirilen bu ayetlerin birbirlerinden kopuk olması mantıksız değil mi? Evet mantıksız, o yüzden bütün sureleri bir anlam bütünlüğü içinde okumak şarttır. İşte o zaman o indirilen bu dipdiri Kuran bizim hayatımıza dair sözlerini söylemeye başlayacaktır.

“Kuran, Batılı okuyucuyu sadece öteki dünyadaki ruhsal mutluluğa götüren bir çağrı olmayıp, aynı zamanda bu dünyada ruhsal, fiziksel ve sosyal planda elde dilecek iyi bir hayata götüren bir rehber olduğu düşüncesi karşısında şaşkınlığa düşürür. Kısaca, bir batılı Allah’ın yarattığı hayatın bir bütün olduğu beden ile zihin, cinsiyet ile ekonomi, bireysel dürüstlük ile sosyal adalet gibi meselelerin insanın ölümden sonraki hayat hakkında beslediği ümitler ile ciddi bir bağlantı içinde bulunduğu şeklindeki Kuran tezini kolayca kabul edemez.” [4]Kuran Mesajı, Meal, Tefsir, Muhammed Esed, s.23.

ŞÜPHE İLE DOĞRUYU BULMA

Günümüzde bu maalesef sadece batılılar ile ilgili bir durum değildir. Müslümanlarda artık bu dini tapınaklarda yaşanır hale getirmişlerdir ve hayatın hiçbir yerine dokunmayan bir şekle dönüştürmüşlerdir. Üstelik günümüzün rekabetçi dünyasında bunun şart olduğunu ifade etmektedirler. Örneğin başörtüsü, Kuran kursu gibi konulardaki gösterdikleri cevval tutumu, açlık sınırı altındaki asgari ücretin temel bir insan hakkı ihlali olduğunu söyleyemezler. Dahası bu ücreti ödeyen iş adamının ekmek verdiğini söylerler. Hâlbuki o zenginlerin malında fakirlerin hakkı yok mudur? Asırlar önce Seyyid Nesimi ‘Rızkımı veren Huda’dır, Kula minnet eylemem’ dememiş miydi? El Rezzak kimdir, rızık veren sadece Allah değil midir? Bütün meselenin bölüşümle ilgili bir problem olduğu ne çabuk unutulmuştur?

Günümüzde Müslümanlar, devlete, iş adamına, politikacıya, bankacıya, askere, polise, öğretmene, imama, bankaların kredi kartlarına muhtaç hale dönüştürülmüşlerdir. Dağ başında uçakların parçalayıp öldürdüğü çocukların “terörist” olduğuna inanır ve bunu savunurlar. Polisin gaz fişeği ile vurup öldürdüğü küçücük çocukların bunu hak ettiğini düşünürler. İnsanların Allah vergisi olan dillerinin yasaklanmasını, kendi vatanlarının güvenliği için uygun kabul ederler. Bankaların verdiği kredi ile aldıkları evlerine ödedikleri faizi normal kabul ederler, hatta bunu günah olan faizden bile kabul etmezler. Etraflarında bir sürü kirli işler döner gözlerini kaçırırlar. Haksızlıkla, zulümle mücadele etmezler. Kadınları kendi malları gibi kabul eder, öldürmek dâhil onlara karşı her türlü şiddeti meşru kabul ederler. Kendisinden olmayan mezhepleri batıl ilan ederler. Bütün bunları yaparlar çünkü doğru olduğuna inanırlar. Bunun dışında bir doğru onlara öğretilmemiştir. Devlet denilen organ daha öncesi de var ama en azından modern zamanlarda devamlı her gün bunları işlemiştir. Devamlı olarak bir şeytan oluşturulmuş ve hedef olarak o şeytan gösterilmiştir. Yaratıcının gücü ve kudreti devamlı parçalanmış ve parçalara ayrılmıştır. Muaviye’nin kendisini halife ilan etmesinden itibaren oluşturulmaya çalışılan zihnin son merhaleleridir bunlar. Pe ki din sadece tapınakların içine girince ne olur? İşte orada “kutsal” lafzı ortaya çıkar ve bir şeyi kutsamaya başladığınızdan itibaren artık o şey konuşulamaz, tartışılamaz olur. Hikmet Kıvılcımlı bunu kutsallaştırma prosesi olarak tarif eder:

“Dokunulmazlık ve sorgulanamazlık önemli bir ayrıcalıktır. Beşere sıfat olması tehlikelidir. Tarihte ve bugün hemen her şeye dokunarak ve sorgulayarak yaklaşmak daha güvenli bir yoldur. Bunu bize Kur’an ve peygamberimiz öğretmiştir. Kur’an’da anlayarak/bilerek iman etmenin önemi ve gereği özenle vurgulanmaktadır: ‘İçimizde, (Allah’a) teslimiyet gösterenler de hak yoldan sapanlar da var. Teslimiyet gösteren kimseler; işte onlar, doğru yolu aramışlardır.’ (Cin, 72, 14) Teslim olmak isteyen, sorgulayarak ve araştırarak doğru olanı arayıp bulmalıdır. Aksi takdirde, hak yoldan sapanlardan yani, zalimlerden olur. İnsanın içinde bulunduğu durumun vahametini anlaması da ancak bu şekilde mümkündür. Başkalarını doğru olana çağırmanın ilk aşaması yanlış olanı açık seçik ortaya koymaktır. Sorgulamadan bunu yapamazsınız.” [5]Musa Şimşekçakan, Put, ictihad.com, 30/06/2010.

Öyleyse ne yapacağız, devamlı sorgulayarak doğruyu bulacağız. Lesley Hazelton’ın dediği gibi: “Şüphe inanç için esastır. Eğer bu fikir ilk başta şaşırtıcı geliyorsa, şüpheyi bir zamanlar Graham Greene’in söylediği gibi düşünün; ‘Şüphe kalp meselesidir.’ Tüm bu şüpheyi ortadan kaldırın, geriye kalan şey inanç değildir, kesin kalpsiz bir teslimiyettir.” [6]Lesley Hazleton: İnancın temeli: Şüphe, TEDTalks, https://www.ted.com/talks/lesley_hazleton_the_doubt_essential_to_faith?language=tr

Evet, şüphe edeceğiz ve sorgulayacağız, ancak o zaman doğruya ulaşırız.  Ancak yolumuzu böyle bulabiliriz. Bu sorgulama meselesinde bir pencere daha açarak, yazıya devam edelim.

Hadisler meselesi önemli, sorgulamada önümüze çıkarılan ve doğruluklarına hemen hemen kesin gözüyle bakılan hadisler işin içine girince, yine sorgulamanın önü kapanıyor ve özellikle Buhari’den gelen hadislerin doğru, tartışılamaz ve sahih olduğu söyleniyor. Pe ki bu konuda ne yapacağız, nasıl hareket edeceğiz? O konuda ise ben İmam-ı Azam’ın uyguladığı yöntemin çok doğru olduğuna inanıyorum. “İmam-ı Azam’ın Beş Eseri ” isimli kitabın ilk kısmı olan “El Alim Vel Müteallim” adlı bölümde öğrenci sorular soruyor, Ebu Hanife soruları cevaplandırıyor. Sorulan sorulara verdiği cevaplar, müthiş yol gösterici nitelikte cevaplar. Hadis ile ilgili olan kısmına bir göz atalım.

Öğrenci soruyor: “Mümin zina edince, başından gömleği çıkarıldığı gibi, imanı da çıkarılır, sonra tevbe edince iman kendisine iade edilir” (Ebu Davud, Sünne 15, Tirmizi, İman 11) hadisini rivayet eden kimseler için ne dersiniz? Eğer tasdik ederseniz, Haricilerin prensiplerini kabul etmiş olursunuz. Onların görüşlerinden şüphe ederseniz, haricilerin prensiplerinde de şüpheye düşmüş ve ifade ettiğiniz haktan rücu etmiş olursunuz. Eğer Ravilerin sözünü tekzip edecek olursanız, onlar da sizi Hz. Peygamber’in sözünü yalanlamış olmakla suçlarlar. Çünkü onlar, Hz. Peygamber’e ulaşıncaya kadar bu hadisi muteber kişilerden nakletmişlerdir.

Alim (r.a.) : Tekzip etmek, ancak “Ben Hz. Peygamber’in sözünü yalanlıyorum” diyen kimsenin sözü ve yalanlamasıdır. Lakin bir kimse ben Hz. Peygamber’in söylediği her şeye iman ederim, fakat o kötülük yapılmasını söylemedi, Kur’an’a da ihtilaf etmedi” derse, bu söz o kimsenin Hz. Peygamber’i ve Kur’an’ı Kerim’i tasdik etmesi ve Allah’ın Resulünü, Kur’an’a muhalefetten tenzih etmesidir. Eğer Hz. Peygamber, Kuran’a muhalefet etse ve Allah için hak olmayan şeyleri kendiliğinden uydursa idi, Allah onun kudret ve kuvvetini alır, kalp damarını koparırdı. Nitekim bu husus Kur’an’da şöyle belirtilir. “Eğer Peygamber söylemediklerimizi bize karşı, kendiliğinden uydurmuş olsa idi, elbette onu kuvvetle yakalar, sonra da kalp damarını koparıverirdik. Sizin hiç biriniz de buna mani olamazdı” Allah’ın Peygamberi, Allah’ın kitabına muhalefet etmez, Allah’ın kitabına muhalefet edende Allah’ın Peygamberi olamaz. Onların rivayet ettikleri bu haber Kuran’a muhaliftir. Çünkü Allah Kuran’ı Kerim’de “Zina eden erkek ve Kadın…” (Hakka, 69/45-47) ayetinde zani ve zaniyeden iman vasfını nehyetmemiştir. Keza, “Sizden fuhşu irtikap edenlerin her ikisini de…..” (Nisa, 4/15) ayetinde Allah sizden kaydı ile Yahudi ve Hristiyanları değil, Müslümanları kast etmektedir. O halde Kuran’ı Kerim’in hilafına, Hz. Peygamber’den hadis nakleden her hangi bir kimseyi reddetmek, Hz. Peygamber’i reddetmek veya tekzip etmek demek değildir. Bilakis, Hz. Peygamber adına batılı rivayet eden kimseyi reddetmek demektir. İtham Hz. Peygamber’e değil, nakleden kimseye racidir. Hz. Peygamber’in söylediğini duyduğumuz yahut duymadığımız her şey can, baş üstünedir. Biz onların hepsine iman ettik, onların Allah’ın Resulünün söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz. Keza Hz. Peygamber’in, Allah’ın nehyettiği bir şeyi emretmediğine, Allah’ın kullarına ulaştırılmasını emrettiği bir şeye de mani olmadığına şahitlik ederiz. O hiçbir şeyi Allah’ın tavsif ettiğinden başka şekilde tavsif etmez. Yine şehadet ederiz ki O bütün işlerde Allah’ın emrine muvafakat etmiş, hiçbir bidat ortaya koymamıştır. Allah’ın söylemediği hiçbir şeyi de, Allah’a isnat etmemiştir. Bunun için Allahu Teala “Kim Resule itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur” (Nisa, 4/80) buyurmaktadır.” [7]İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, El Alim Vel Müteallim, s.24.

Yukarıdaki metinde görüldüğü gibi İmam-ı Azam, Hz. Peygamber’den rivayet edilen sözleri Kuran’la karşılaştırma yaparak, doğruluk derecesini ölçüyor ve sözün aslında Hz. Peygamber’in sözü olup olmadığının sağlamasının yolunu bize açıyor.  Biz hayatımıza bu ölçüleri koyup, ilk iş olarak bilginin ve sözün peşine düşmek zorundayız. Nasıl mı olacak, aynen Hz. Peygamber’in tatbikatına bakıp ondan kendimize usuller çıkaracağız, nasıl mı? O da inşallah bir dahaki yazının konusu olacak, bir dahaki yazımızda devam etmek üzere.

İşlerin en doğrusunu ancak Allah bilir.

Dipnotlar

Dipnotlar
1, 2 Kuran Mesajı; Meal, Tefsir, Muhammed Esed, s.21.
3 Kuran Mesajı; Meal, Tefsir, Muhammed Esed, s.22.
4 Kuran Mesajı, Meal, Tefsir, Muhammed Esed, s.23.
5 Musa Şimşekçakan, Put, ictihad.com, 30/06/2010.
6 Lesley Hazleton: İnancın temeli: Şüphe, TEDTalks, https://www.ted.com/talks/lesley_hazleton_the_doubt_essential_to_faith?language=tr
7 İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, El Alim Vel Müteallim, s.24.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir