Özgürlük Teolojisinin İmkanları Üzerine (3): -Ve Devrim

MEKKE’YE BİR BAKIŞ

Artık kırk yaşına gelmişti, içinde bulunduğu toplumdan devamlı kaçar olmuştu, sık sık bulunduğu şehrin dışına gidiyor ve kendi şehrine bir tepeden bakarken,  gördükleri ve düşündükleri kendisini adeta tiksindiriyordu.

“Mekke halkı şu sınıflara ayrılmaktaydı: Dış ticaret yapan ve Mekke civarındaki vahalarla Arap yarımadasındaki değişik şehirlere mal satan tacirler; Mekke’ye uğrayıp geçen tacirlerle, Mekke’liler arasında aracılık edenler; Kâra ortak olmak şartıyla küçük tacirlere kredi açan sarraflar; tamamen faizle geçinen tefeciler.

Bunlar, Mekke’de serveti elinde tutan sınıflardı. Ticaret, menkul değerler, civarda üzüm ve hurma yetiştirilen bağlar, domuz çiftlikleri ve şarap üretim yerleri tamamen bunların elindeydi.

Sermaye sahibi bu azınlığın, yanında sayıları on binleri bulan çiftlik işçileri, sarraflar, ticarethaneler ve kafilelerde çalışan görevliler ve tamamen aç insanlar bulunuyordu.”[1]

“Afrika’dan getirttikleri kölelere silah eğitimi vererek bunları kervanlarının korunmasında, Mekke içi ve dışındaki çıkarlarının himayesinde kullanıyorlardı. Böylece bir ordu ve polis gücüne de sahip olmuşlardı.” [2]

Her sene Mekke’de Hac oluyordu, Kabe’yi ziyarete gelen hacılar aynı zamanda ticareti de zenginleştiriyorlardı. Burada kurulan pazarlarda Mekke tüccarı dışarıdan gelenlere o zaman ve yer için akla gelebilecek her şeyi satıyorlardı, servetlerine servet katıyorlardı.

Bu pazarlardan en büyüğü ve güzeli Ukaz Pazarıydı.

“Ukaz Pazarında, cariyelerin satıldığı pazarlar da kurulurdu. Buralarda, siyahi Habeşistanlılar, beyaz Romalılar, Esmer Hintli, Mısırlı ve İranlı kadınlar satılırdı. Buralara Orta Asya’dan bile kadın getirilirdi.”[3]

“Mekke tüccarları arasında varlığı binlerle ifade edilen, sayısız kervanları, sarrafiyeleri ve Mekke civarında hurma ve üzüm bağları olan kişiler bulunuyordu. Ama bunun yanında iş yapabilmek ve yaşayabilmek için borçlananlar da vardı.

Borçlanan her tacir kar edecek diye bir kural yoktu. Sermayesini kaybettiği ve borcunu vadesinde ödeyemediği zaman, hiçbir şey onu ağa düşmekten kurtaramazdı. Borcuna karşılık özgürlüğünü feda etmesi gerekebilir ve borcu veren kişinin alacağını ödeyene kadar onun kölesi olabilirdi.

Alacaklı vadesi geldiği zaman verdiği parayı misliyle isterdi. Dolayısı ile borcunu ödemek için köleleştirilen kişinin bu durumu yıllarca sürüp giderdi. Belki ömür boyu köle olarak kalabilirdi. O, alacaklı için sahip olduğu diğer mallardan farksız bir meta olurdu. Zaten kölenin ne hakkı olabilirdi ki? Bazı alacaklılar borçlarını başka yollarla tahsil etmeye giderlerdi. Örneğin köleye ihtiyacı olmayabilir veya borçlunun uhdesinde bulunan kadın veya kızlarda gözü olabilirdi…

Böyle olunca borçlu, borcuna karşılık alacaklıya karısını, annesini, kızını veya oğlunun karısını vermek zorunda kalırdı. Alacaklı borca karşılık aldığı bu kadın veya kızı, sırf kendisi yararlanmak için almazdı. Aksine ondan yararlandıktan sonra kapılarında belli bayraklar asılı olan büyük genelevlerden birinde çalıştırabilirdi. Bu gayet lüks döşenmiş, her türlü içkinin bulunduğu ve çeşitli kokularla havası güzelleştirilmiş fuhuşhanelerde, borçluların kadınları da dünyanın çeşitli bölgelerinden getirilmiş esmer, beyaz ve zenci kadınlarla birlikte yaygın olan namus ticaretinin sermayesi olurlar ve yabancı tacirlerle zengin Kureyşli gençlerin arzularını tatmin etmeye çalışırlardı.

Alacaklı verdiği borcu, borçlunun karısı veya kızının o çirkin meslekte kazandığı parayla kat be kat fazlasıyla tahsil ettikten sonra, onu ailesine teslim ederdi. Kureyşlilerde bu zillete boyun eğmiş insan sayısı bir hayli fazla idi.

Niceleri de bir gün böyle bir konuma düşme korkusuyla kız çocuklarını daha doğar doğmaz canlı canlı toprağa gömmekten çekinmemekteydi.” [4]

“Mekke’yi yöneten kanunlar, bu zenginlerin çıkarları dışında hiçbir şeyi konu almamaktaydı. Çıkan her kanun, onların yoksul ve zavallıların boğazlarındaki pençelerini biraz daha sıkmaktan öteye gidemiyordu. Sahip oldukları mal ve serveti biraz daha arttırmaktan başka bir işe yaramıyordu.

O dönemin erkekleri, sahip oldukları köleler, mallar, içtikleri şaraplar, öldürdükleri zavallılar ve edindikleri şöhret ve kadınlarla övünürlerdi. Kadınlar ise aşıkları, erkek çocukları ve erkek çocuk doğurma güçleriyle övünürlerdi. Bu çocuklara nasıl ve kimden hamile kaldıkları hiç önemli değildi. Çünkü o toplumda kadın erkek ilişkisini belirleyen sadece evlilik kurumu değildi.

Yoksulları koruyacak hiçbir şey de yoktu. Ne kanunlar, ne hâkim olan örf ve tabii nede tacirlerin ve tefecilerin dayattıkları gelenekler onları himaye etmekteydi.

Hatta Kabe’nin putları arasında onları koruyacak bir put bile yoktu!!

Yoksullar önemsiz varlıklardı; erkekleri köle olacakları günün beklentisi içinde, namuslu kadınları ise azgınların zulmüyle genelevde fahişe yapılacakları günün tedirginliği içinde yaşarlardı.

Mal, meta, putlar ve Kabe zenginlerindi. Yoksullar ise tuzağa düşmüş çaresizlerdi. Günlük hayatın şaşalı görüntüsünden bir anda düşüveren ve sıkıntıların doğurduğu çaresizlikle köleleştirilen erkekler, eşlerinin ve analarının kucaklarından sökülüp alınarak yabancı erkeklerin kucaklarına atılan kadınlar, masum ve bakir tenleri, kadına susamış sefillerin pençelerine teslim edilen genç kızlar, Afrika sahillerinden satın alınarak azgın efendilerinin arzularını yerine getirmeye çalışan zavallı köleler…

Mekke işte bunlar için, çile, zillet, acı ve aşağılanmadan başka bir şey ifade etmemekteydi.” [5]

MUHAMMED’ÜL EMİN

Doğmadan babasız ve altı yaşında annesiz kalan Muhammed (SAV), daha küçücük yaşlarında himayesi altına girdiği amcası yoksul Ebu Talib’in evinde ayakta kalma mücadelesi veriyor, daha küçücük yaşlarda başladığı kervanlardaki çalışmasına devam ediyordu. Bir yandan da gördüğü bütün hilekârlıklardan iyice tiksiniyor ve bir tek sefer dahi yalan söylediği, birini kandırdığı görülmüyordu. Haklı olarak “emin” sıfatını alıyordu. Hatice’nin kervanlarını kendisine emanet etmesinden itibaren hayatı maddi olarak değişiyor ve yaptıkları evlilikten sonra ise artık herhangi bir sıkıntı çekmemeye başlıyordu ama Mekke’de gördüğü bu sefih hayattan adeta kaçıyordu.

Giderek uzaklaştığı bu sefil hayattan ve sorguladığı bu sistemden kendini artık daha da sık bir şekilde Hira Mağarası’na atıyor ve giderek artan sürelerde, mağarada kalıyordu. Tıpkı kendisinden önce böyle davranan Amr oğlu Zeyd gibi, özellikle Ramazan ayında artık süreyi o kadar uzatmaya başlamıştı ki, sevgili eşi Hatice kendisinden iyice endişelenmeye başlamıştı. Giderek daha içine kapanıyordu, sanki doğacak olan güneşten önceki fecr halinin başı gibiydi hali ve bu durum eşini iyice telaşa sokuyordu.  610 yılının bir Ramazan gecesinde -miladi olarak Temmuz veya Ağustos ayına tekabül eden bir günde- yine Hira mağarasının içinde tefekkür halinde iken birden o sesi duydu.

“OKU”

“Muhammed (s), ilkin gerçek bir metni okumasının istendiğini zannetti,  ümmi olduğu için o talebi yerine getirmesi mümkün değildi. Bu nedenle ‘Ben okuyamam’ dedi. Bunun üzerine (kendi sözleriyle) ‘Melek beni yakaladı ve kendine çekti, öyle ki bütün gücüm kaybolup gitti; sonra beni bıraktı ve OKU dedi’. ‘Ben, Okuyamam diye cevap verdim. Sonra beni yeniden yakaladı ve kendine çekti; sonra beni bıraktı ve dedi. ‘OKU’, ben tekrar cevap verdim. ‘Okuyamam…’ Sonra beni üçüncü defa yakaladı ve kendine çekti ve tekrar bıraktı ve dedi; ‘Oku, Yaratan Rabbin adına- insanı bir yumurta hücresinden yaratan! Oku, çünkü Rabbin sonsuz Kerem sahibidir.…’ Böylece Muhammed (s) ani bir aydınlanma ile, okumaya yani Allah’ın mesajını almaya ve anlamaya çağrıldığını fark etti.” [6]

Kendisinden okuması istenen o ilk gelen ayetler şöyleydi:

1-) Ikre’ bismi rabbikelleziy halak – (OKU yaratan Rabbin adına)

2-) Halakal’insane ma alak – (İnsanı bir yumurta hücresinden yaratan!)

3-) İkre’ ve Rabbükel’ekremü – (Oku, çünkü Rabbin sonsuz kerem sahibidir,)

4-) Elleziy alleme bilkalemi – ((insana) kalemi kullanmayı öğretendir,)

5-) Allamel’insane ma lem ya’lem – (İnsana bilmediğini belleten) [7]

Bütün bu yaşadıklarından sonra korkmuş olarak, ne olduğunu anlamadan, kendisini kan ter içinde evine attı. Ne olmuştu, neye uğramıştı. Bunu nasıl birisine anlatabilirdi, bugüne kadar asla yalan söylememişti. Şimdi böyle bir şeye kendisi bile zor inanıyordu, kimi inandırabilirdi. Kendi ifadeleriyle anlattıkları şeyler o anda nasıl bir ruh haline büründüğünü çok iyi anlatıyor:

Allah Resulü yüreği titreyerek korku içinde evine döndü ve eşi Hatice bt. Huveylid’in yanına giderek “Beni örtünüz, beni örtünüz” dedi.  Korkusu gidinceye kadar onu örttüler. Sonra Hz. Peygamber başından geçenleri Hz. Hatice’ye anlatarak: “Kendimden korktum” dedi. Hz. Hatice: “Hayır, Allah’a yemin ederim ki, Allah seni asla utandırmaz. Çünkü sen akrabana bakarsın, işini görmekten aciz olanların yüklerini çekersin, yoksula verir, hiçbir şeyi olmayana bağışta bulunursun, misafiri ağırlarsın, bir felakete uğrayana yardım edersin” dedi. [8]

“Daha sonra Hz. Hatice, Hz. Peygamber’i alıp amcasının oğlu Varaka b. Nevfel b. Esed b. Abdüluzza’ya götürdü. Bu zat, cahiliyye zamanında Hristiyan olmuş bir kimse olup İbranice yazıyı bilir ve İncil’den de bazı şeyleri İbranice okuryazardı. O sırada Varaka gözleri sonradan görmez hale gelmiş bir ihtiyar idi. Hatice Varaka’ya: “Amcamın oğlu! Dinle bak, yeğenin neler söylüyor” dedi. Varaka: “Yeğenim, ne oldu, hayırdır?” diye sordu. Hz. Peygamber başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Varaka şöyle dedi: “Bu gördüğün, Allah’ın Hz. Musa’ya gönderdiği Nâmus’tur. Keşke senin davet zamanında genç olsaydım! Kavminin seni bu şehirden çıkaracakları zaman keşke hayatta olsam!” [9]

Bu sözlerle biraz rahatlayan Hz. Muhammed ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Pe ki Yüce Allah bu ilk gelen ayetlerle Hz. Muhammed’e ne anlatıyordu, ne söylüyordu?

Oku!

Peygamber Muhammed (SAV) şaşırıyordu, ben ne okuyacağım, okuyamam diyordu. Cebrail (AS) devam ediyordu:

“Oku yaratan Rabbin adına,

İnsanı bir yumurta hücresinden yaratan”

Ortada herhangi bir kitap, yazı yoktu ki neyi okuyacaktı; Halbûki, Allah ona benim adıma oku diyordu, yarattığım her şeyi oku, devam eden bu yaratma halini, yaşananları oku, insanı ilk yarattığımız hali oku, hani biz ona eşyayı öğretmiştik. O ilk günü hatırlatıyordu, işte o ilk gün biz size bilmediğiniz her şeyi öğretmiştik, çünkü biz sizi bir yumurta hücresinden, bir damla sudan yarattık, sonra her şeyi öğrettik. O halden, bu hale dönüştürdük. Seni bir damla su iken insan şekline dönüştüren Rabbin adına, onun için, onun öğrettiklerini oku diyordu. Pe ki niye okuyacaktı, sebebi neydi?

Allahu Teala, Cebrail (AS) aracılığı ile devam ediyordu. Çünkü Rabbin sonsuz Kerem sahibidir; onun için oku (keremin anlamı, 1-Vermek, cömertlik; 2-Şeref, asalet demektir.)

Yani Allahu Teala, son Peygamberine diyordu ki, bu gördüğün her şey yani mülk benim bunu siz insanlara emanet olarak verdim ve sizleri benim bu ikramımla ödüllendirdim. Ki O insana kalemi kullanmayı öğretendir, yani aklını kullanmayı öğreten ve O şüphesiz insana bilmediği her şeyi öğretmişti. Her şey o ilk gün, Adem’in yaratıldığı o ilk gün olmuştu, işte o gün öğrendiklerini okumasını söylüyordu.

“İşte o zaman Rabbin meleklere: “Bakın ben yeryüzünde ona sahip çıkacak birini yaratacağım!” demişti. Onlar: Seni övgüyle yüceltip takdis eden bizler dururken, orada bozgunculuğa ve yozlaşmaya yol açacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? dediler. (Allah) Sizin bilmediğiniz (çok şey var, onları) ben bilirim diye cevapladı.” [10]

Muhammed Esed, burada “halife” terimini “Bakın ben yeryüzünde ona sahip çıkacak birini yaratacağım.” şeklinde çeviriyor ve bu çeviriyi şu şekilde izah ediyor. Lafzen, “dünyada bir varis ya da bir halife yaratacağım.”  Halife terimi, başkasının yerini aldı, anlamındaki halefe teriminden türemiştir. Bu temsilde de insanın yeryüzündeki meşru hâkimiyetini göstermek için kullanılmıştır ki, bu da en uygun olarak, ‘yeryüzünde ona sahip çıkacak’ şeklinde (mülkiyetinin kendisine emanet edilmiş olması) çevrilebilir. (Bkz. Bütün insanlardan yeryüzünün halifeleri olarak söz edilen ayetler: 6:165, 27:62, 35:39)

“Ve Adem’e her şeyin ismini öğretti, sonra onları meleklerin önüne koydu ve “Dedikleriniz doğruysa haydi bu şeylerin isimlerini bana söyleyin bakalım!” dedi.” [11]

Esed, ayetin açıklaması ile ilgili şöyle diyor: safiyetinizden dolayı kendinizi “yeryüzüne sahip çıkmaya” daha layık görme iddiasında haklıysanız.

“Onlar: Kudret ve egemenlikte kusursuz ve eksiksizsin! Senin bildirdiğin dışında bir bilgimiz yoktur. Doğrusu yalnız Sensin her şeyi bilen, gerçek hikmet sahibi, diye cevap verdiler.” [12]

“O: Ey Adem bu (şey)lerin isimlerini onlara bildir! buyurdu. (Adem) isimleri onlara bildirince (Allah): Göklerin ve yerin gizli gerçekliğini, açıkladıklarınız ve gizlediklerinizin tümünü yalnız Ben bilirim dememiş miydim? dedi.”[13]

“Sonra meleklere, ‘Haydi (Adem)in önünde yere kapanın dediğimizde, İblis dışında hepsi yere kapandı. O ise reddetti ve (üstelik) küstahça böbürlendi: Böylece hakkı inkar edenlerden oldu.”[14]

Evet o ilk günde Allah Adem’e bütün “eşyayı” öğretmişti. Yani bütün bilgiyi ona yüklemişti. Cebrail vasıtasıyla ilk vahyi Peygamberimize gönderen Yüce Allah, işte o ilk yaratılış günü yüklediği “bütün her şeyi”  okumasını kendisinden istiyordu. Çünkü sonsuz kerem sahibi olan Allah, Şeytan’ın yolunda gidenlerin ele geçirdiği iktidarı ve serveti “Ademoğullarına” yani sahibine iade etmek için Hz. Muhammed’i peygamber olarak gönderiyor ve Kuran’ı insanlığa ışık saçan bir rehber olarak indirmeye başlıyordu.

Ayetleri bir yıl sonra tamamlanan Alak Suresi’nin sonraki bölümünde Cenab-ı Allah şöyle sesleniyordu.

6-) Kella innel insane leyatgaa – (Gerçek şu ki insan fütursuzca azar)

7-) en reahüstegnâ – (ne zaman kendini yeterli görse)

8 -) inne ila Rabbikerrüc’a – (Oysa herkes eninde sonunda Rabbine dönecektir.) [15]

İlk beş ayetinde peygamberine bütün mülkün sahibi olan Allah adına oku diyen çünkü sonsuz kerem sahibi Allah’ın ikram ettiği şeylerle kendini yeterli görenlerin sınırsız bir şekilde azdığını söylüyor ve sonra diyor ki, onlar hiç düşünmezler, sonunda ölüp bize dönecekler. Çünkü nefisleri ve İblis onların gözlerine ve vicdanlarına perde indirmiştir.

9-) ere’eytelleziy yenha – (Hiç düşündün mü şu engellemeye kalkışanı)

10-) Abden iza salla – ((Allah)ın bir kulu(nu) namazdan)

11-) ere’eyte in kane alel hüda – (Hiç düşündün mü o doğru yolda mıdır?)

12-) ev emere bil takva – (ya da Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yüklü mü?)

13-) ere’eyte in kezzebe ve tevella – (Hiç düşündün mü, onun hakikati yalanla(ma)yabileceğini ve sırtını (ona) dön(mey)ebileceğini?)

14-) elem ya’lem biennallahe yâre – (O bilmez mi ki, Allah (her şeyi) görür.) [16]

Daha sonra muhtemelen Ebu Cehil’in yaptığı bir eylemden bahsediyor. Gördün mü diyor, o namazı engellemeye kalkanı, burada Hz. Peygamber’e hitap ediyor ve bu ibadeti engelleyen kişiyi gördün mü, o ne kadar engellerse engellesin o doğru bir iş mi yapıyor?  O doğru bir yolda değil, Allah’a karşı suç işliyor ve zannediyor ki bu kılınan namazı engelleyecek ve böylece bu yükselen şeyin önünde durabilecek. Oysa o bilmez mi ki Allah her şeyi görüyor. Bütün bu çabalamaları boşuna, Muhammed Esed, bu ayet ile ilgili dipnotunda burada Ebu Cehil’in kastedildiğini ama ayete evrensel bir yerden bakmak gerektiğini söylüyor.  Çünkü Ebu Cehil Mekke şehrinin oligarşisini temsil ediyor.  Sonra devamla “Ancak yukarıdaki pasajın muhtevası, aslında herhangi bir tarihsel olayın veya durumun çok ötesine uzanmaktadır; çünkü her dönemde görülen, dinin sosyal hayatı şekillendirme fonksiyonuna karşı koyma teşebbüslerinin tümü için geçerlidir. Bu teşebbüsler ya dinin bireylerin özel meselesi olduğu ve bu nedenle sosyal hayata nüfuz etmesine izin verilemeyeceği görüşü yahut alternatif olarak insanın hiçbir metafizik rehberliğe muhtaç olmadığı şeklinde gerçekleşmektedir.” diyor. Sure sonra aşağıdaki ayetlerle son buluyor.

15-) Kella lein lem yentehi lenesfe’an binnasiyati – (Hayır, eğer vazgeçmezse onu alnından tutup sürükleyeceğiz.)

16-) nasıyetin kazıbetin hatıeh – (o yalancı ve isyankâr alnından.)

17-) felyed’u nadiyehü – (Bırak, kendi aklının (asılsız, düzmece) tavsiyelerini (yardımına) çağırsın.)

18-) sened’uzzebaniyeh – ((o zaman) Bizde semavi azap güçlerini çağırırız!)

19-) kella, la tütı’ hü vescüd vakterib – (Hayır, ona kulak verme, ama (Allah’ın huzurunda) yere kapan ve (O’na) yakınlaş.) [17]

Burada ise eski bir Arap deyimi olan ve aşağılanma ifadesi olarak kullanılan “Perçeminden tutup sürükleme” ifadesi ile ona ne yapılacağını anlatıyor ve o kendi aklının saçmalıklarına uyarken biz kendi güçlerimizle ona gereken cezayı vereceğiz, sen artık onunla ilgilenme ve Rabbin önünde secdeye git. O güçlülere değil sadece Rabbine boyun eğ, onun önünde yere kapan diyor.

Allahu Teala daha ilk inen surede şöyle bir ufuk belirliyordu. “Ey Peygamberim sen Rabbin adına oku, çünkü o bütün her şeyin sahibidir ve o bütün mülkü insanların emanetine verecek kadar kerem sahibidir. İşte sen o Allah’ın ezelde sana öğrettiklerini oku, o yolda ilerle; şunu da unutma insan ne zamanki maddi şeylerle rahatlar ve ferahlar o zaman haddini aşar ve azar ama unutma ölüm var.  Bunu hatırla ve devamlı Rabbini an ve onun sana öğrettiklerini hayata nakşet. Şüphesiz ki  bu beldenin haddini aşanları seni bu yoldan döndürmeye, çevirmeye çalışacak. Bunun için sana ve arkadaşlarına engel olmaya çalışacaklar ama sen onlara aldırma, onların kıt aklıyla yapmaya çalıştıkları şeyi biz biliyoruz. Onlara gereken cevabı ve cezayı şüphesiz ki vereceğiz, sizler daima Rabbinizin yolunda olun ve yalnızca ona kulluk edin.”

BİLGİ, SERVET, İKTİDAR

En kadim tarihe bakıldığında da, egemen olabilmek için (üstelik bütün toplumlarda) zalimler üç şeyi ele geçirmeye çalışmışlardı. Birincisi iktidar, ikincisi servet, üçüncüsü ise bilgi idi. Kuran’daki ifadesiyle  iktidar Firavun’un şahsında, servet Karun’un şahsında, bilgi ise Haman’ın şahsında temsil ediliyor. Bu üç kuvvet, tepeden zalimler yani İblis’in dostları tarafından ele geçirildiğinde sadece zulüm ürettiği görülmektedir. Zalimler önce iktidarı ele geçirirler, sonra serveti ele geçirirler en sonunda ise bilgiyi ele geçirip iktidarlarını pekiştirirler. Böylece gücü elinde bulunduranlar, dikey bir hiyerarşi kurarlar, bu sebeple tüm güçleriyle iktidarı ele geçirip mülkün üzerine oturmaya çalışırlar. Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber’e tam tersine bir yol gösteriyordu. Önce bilginin ve sözün sahibi olun, sonra servetin sahibi olun, sonrada iktidarın sahibi olarak, mülkü yeryüzünün güçsüzleri arasında adaletli olarak paylaştırın, diyordu. Cemaat olun, yatay bir hiyerarşi kurun diyordu, o yüzden sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV) ümmetinden sosyal ve ekonomik olarak farklı bir yerde durmamış, onlarla bir olmaya çalışmıştı.

Cenab-ı Allah,  Alak Suresinde yaptığımız okumada görüldüğü üzere,  ne olduğunun, nasıl davranılması gerektiğinin ve sonunda ne olacağının ilk ipuçlarını vermeye başlıyor ve buradan çıkışın en önemli argümanının, bilgi ve söz olduğunu gözlerimizin önüne seriyor. Nitekim Müslümanlar 13 yıl boyunca Mekke’de sözün ve bilginin sahibi olacaklar, hiçbir güç, eziyet işkence onları bu yoldan ayıramayacaktı. Hicretten sonra ise Medine’de sözün yanında servetinde sahibi olmaya başlayacaklardı. Bedir Savaşı bunun ilk adımı idi.  Mekke’nin fethi ise artık iktidarında ele geçirildiği üçüncü safha idi. Artık yeryüzünün ezilenlerinin de diğerleriyle eşitlenmeye başladığı bir sistem kuruluyordu. Mekke’de  söylenen bir söz bütün dünyaya yayılmaya başlıyordu.

La İlahe İllallah! Muhammed’un Resululllah (Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed onun elçisidir.)

O yüzden önce söz önemlidir. Yeryüzünün mazlumları eğer ayağa kalkacaksa Kuran’ın sözü sayesinde ayağa kalkacaktır, yeter ki biz onu okumasını bilelim. Nitekim Hz. Peygamber’e nerede senin mucizen diye sorduklarında, O, “benim mucizem Allah’ın gönderdiği Kuran’dır.” demiştir. Bugün ve yarın biz eğer mücadele edebileceksek Kuran-ı Kerim’in yaşayan ve hayata giren ve bütün bilgiyi ve sözü içinde barındıran mucizesi sayesinde yapabileceğiz. Allah gören göz, hisseden bir vicdan, idrak eden bir akıl nasip etsin.

Not: Bu metinde yapmış olduğum analiz sadece benim kendi görüşlerimdir. Doğru olduğu ile ilgili bir iddia da bulunmuyorum. Doğrusunu ancak Cenab-ı Allah bilir.

Kaynaklar:

[1] Özgürlük Peygamberi Hz. Muhammed, Abdurrahman Şarkavi, s.19.

[2] Özgürlük Peygamberi Hz. Muhammed, Abdurrahman Şarkavi, s.20.

[3] Özgürlük Peygamberi Hz. Muhammed, Abdurrahman Şarkavi, s.21.

[4] Özgürlük Peygamberi Hz. Muhammed, Abdurrahman Şarkavi, s.22, 23.

[5] Özgürlük Peygamberi Hz. Muhammed, Abdurrahman Şarkavi, s.24, 25.

[6] Kuran Mesajı, Meal Tefsir, Muhammed Esed, Alak Suresi giriş bölümü s. 1286.

[7] Kuran Mesajı, Meal Tefsir, Muhammed Esed, Alak Suresi.

[8] Buhari, Bedul Vahy 1.

[9] Buhari, Bedul Vahy 1.

[10] Kuran Mesajı, Meal Tefsir, Muhammed Esed, Bakara Suresi, Ayet, s.11.

[11] Kuran Mesajı, Meal Tefsir, Muhammed Esed, Bakara Suresi, Ayet, s.11.

[12] Kuran Mesajı, Meal Tefsir, Muhammed Esed, Bakara Suresi, Ayet, s.11.

[13] Kuran Mesajı, Meal Tefsir, Muhammed Esed, Bakara Suresi, Ayet, s.11.

[14] Kuran Mesajı, Meal Tefsir, Muhammed Esed, Bakara Suresi, Ayet, s.11.

[15] Kuran Mesajı, Meal Tefsir, Muhammed Esed, Alak Suresi.

[16] Kuran Mesajı, Meal Tefsir, Muhammed Esed, Alak Suresi.

[17] Kuran Mesajı, Meal Tefsir, Muhammed Esed, Alak Suresi.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir