Özgürlük Teolojisinin İmkânları Üzerine (9) – Şia ve İmamet Mitolojisinin Doğuşu

İslam’da Şia meselesi ve masum imamlar konusu oldukça çetrefilli konulardır. Bu konuda kaynaklar okudum fakat Muhammed Abid Cabiri’inin birbirinin devamı olan üç kitabı; ‘Arap- İslam  Aklının Oluşumu’, ‘Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı’ ve Arap-İslam Siyasal Aklı’ kitapları bende farklı bir bakış açısının oluşmasına yol açtı. Oldukça önemli eserler, ayrıca zannetmiyorum ki, Türklerin tarihi, kültürel ve düşünce hayatı üzerinde bu denli, derli toplu, hemen hemen her şeyi kapsamı içerisinde anlatan akademik çalışmalarımız bulunsun.

ŞİİLİK, ŞİA

Konumuza gelecek olursak, İslam dünyasında ve tarihinde dört halifenin son dönemlerinde Osman’ın katledilmesinden sonra, bu işin sorumluluğunu Hz. Ali’nin üzerinde bırakmaya çalışan Muaviye ve Ümeyye oğulları, tabiri caizse, Osman’ın kanlı gömleğini Ali’nin ‘boynuna doladı’. Bundan sonra yaşananlar herhalde İslam tarihinin en karışık dönemi olarak tarihe geçmiş bulunmaktadır.

Önce Cemel vakası, sonra Sıffin savaşı ve hakem olayı, ardından Ali’nin Haricilerle Nehrevan’da yaptığı savaş sonunda iyice moral motivasyonu düşen Ali, en sonunda bir Cuma namazında Cami’de şehit edildi. Hz. Hasan önce kendisini halifelik konusunda zorlayan ve sonuç itibarı ile Muaviye’ye karşı yalnız bırakan Kufe halkına kızmış ve Muaviye’ye, o ölünceye kadar biat etmiştir. Muaviye ölünce hilafet Haşim oğullarına geçecektir. Tabii ki sözünü tutmaz önce Hasan zehirlenerek ölür, peşine Muaviye oğlu Yezid’e herkesten biat alır. Muaviye öldükten sonra yaşanan, Kerbela faciası dünya tarihine kara bir leke olarak geçer.

Şia, bütün bu yaşanan olaylar sırasında kayıtsız, şartsız Hz. Ali yanında bulunanlara, onun taraftarlarına verilen addır. Yani Şiilik, Ali yandaşlığı, taraftarlığı anlamına geliyor.

Pe ki kimdir bunlar, bu Ali’nin taraftarları, bir kere Ali’nin sağlığında öncelikle onun yanında başından itibaren olan, Ammar, Bilal, Selman-l Farisi, Ebuzer gibi Mekke dışından olan ya da geçmişinde Mekke’de herhangi bir kabileyle bağı olmayanlar vardı ve İslam’ın ilk döneminde en çok acı çekenler bunlardı. Ayrıca Yemenli kabileler ve mevalide Ali’nin yanında yer tutuyorlardı. Ali’nin halife olup da araları açılana kadar Talha ve Zübeyir gibi isimlerde onun yanında saf tutuyorlardı.

Hüseyin katledildikten sonra, özellikle Yemenli kabileler Şia tarafında yer almaya başladılar, bunda Emevilerin yaptığı Arap kavmiyetçiliğinin de çok etkisi vardı. Ayrıca İran, Horasan, Hemedan gibi bölgelerin mevalileri de Şia yanında yer tutuyorlardı. Aslında daha sonraki hareketlere bakıldığında, bütün mazlum ve madun hareketlerinde Ali’nin silinmez bir ismi vardı.

Muhtar bin Ebu Ubeyd

Taberi tarihinde Muhtar es Sekafi ve onun isyanının çok önemli bir yeri vardır. Aslında Şia içinde ortaya çıkan İmamet mitolojisinin ortaya çıkmasında çok etkisi olmuştur.

Muhtar, hicretin ilk yılı doğmuştu. Babasını 13 yaşındayken kaybetmişti. Medain valisi olan amcası Sa’d bin Mes’ud es-Sekafi’yle ilişki kurdu. Amcası, Haricilerle savaşa çıktığında onu vekil bırakmıştı. H. 40’ta, Muaviye, Hasan bin Ali bin Ebi Talib’le karşılaşmaya geldiğinde, insanlar Hasan’ın çevresinden ayrılmış, mallarını yağmalamış ve onu yaralamıştı, amcası Sa’d bin Mes’ud, Hasan’ı korumuştu.  Muhtar, amcasına fırsatı değerlendirmesini, Muaviye’den eman istemesini, Hasan’ı bağlayarak ona teslim etmesini, böylece Muaviye katında iyi bir yere sahip olmasını, makamını korumasını veya daha iyi bir yere gelmesini önerdi. Ne var ki amcası bunu kabul etmedi ve Muhtar’ı engelledi. [1]

Muhtar çok hırslı bir adamdı, siyasi programını gerçekleştirebilmek için herkesle işbirliği yapabilecek kadar bir isteği vardı. Yezid’in oğlu ikinci Muaviye, yalnızca kırk gün kaldığı saltanatı ‘insanlar’ arasındaki şuraya bırakarak ve çevresinde bulunan kavmi Ümeyye oğullarının büyüklerine bir halef tayin etmeyi reddettiğini söyleyerek, hilafetten ayrılmıştı: “Siz işinizi daha iyi bilirsiniz. Dilediğinizi seçin.” dedi.

Emevilerin durumu karıştı. İktidarlarının dayandığı kabile ittifakı dağıldı. Emevilere karşı Hicaz,  Kureyşlilerin asabiyetine (bağlılık ve desteğine) dayanarak, Kays kabilesi h. 63 yılında Mekke’de Yezid’e karşı ayaklanan Abdullah bin Zübeyr’e yakınlık gösterdi. Yemenliler (özellikle Kelb kabilesi), bölündü: Bir bölümü genç Halid bin Yezid’i, bir bölümü de Mervan bin Hakem’i aday gösteriyordu. H.64’te Mervan bin Hakem’e biat edildi. Dolayısıyla Arap İslam devleti üç bölgeye ayrıldı, birinci bölge Şam ve çevresindeki Ümeyye oğulları, ikincisi Mekke, Medine civarında faaliyet gösteren Abdullah bin Zübeyir idi. Irak ve çevresinde ise Şiiler vardı ve onların herhangi bir liderleri mevcut değildi. Niye bu bölgenin hakimi ve Şii’lerin hamisi Mesud es Sekafi’nin torunu Muhtar olmasındı? Taberi tarihinde Muhtar’ın bu isyanı ve yaptıkları geniş bir şekilde anlatılıyor.

“Siyaset tasarısını uygulamak üzere, Emevilere muhalif ve onlara isyan eden çeşitli taraflarla işbirliğine mecbur kaldı. Bu yüzden onu, ilk olarak Emevilere karşı Kufe’de ilk Şii harekete önderlik eden Hucr bin Adi’yle ilişki kurduğunu görüyoruz.

Ama Muaviye’nin valisi Ziyad, Hucr ve yandaşlarını hapse atınca; ona karşı tanıklık edecek kişilere katılmaktan kaçındı, ikinci olarak onun, Hüseyin bin Ali lehine propaganda için. h. 60’ta Kufe’ye gelen Müslim bin Akil’i evinde barındırdığını görüyoruz. Durumu ortaya çıkınca; Muaviye’nin Basra ve Kufe valisi Ubeydullah bin Ziyad onu hapse attı. Yezid bin Muaviye’ye, aracılık etmesi için Muhtar, kız kardeşinin kocası Abdullah bin Ömer’den yardım istedi. Abdullah, bu aracılığı yaptı. Yezid, ibn Ziyad’a Muhtar’ı serbest bırakmasını emretti. Ubeydullah bu emri yerine getirdi ve iki ay içinde Kufe’den ayrılmasını istedi.” [2]

Tabi bu arada durmuyor, Emevilerin o sıra en güçlü, rakibi olan Zübeyir’i soruyor ve şöyle diyordu.

“Bunda şüphe yok. Gerçekten de o bugün Arapların önderi. Benim izimden gelir ve sözümü dinlerse, onun yanındayım. Böyle yapmazsa; yemin olsun ki ben Araplardan birinin yanında değilim.” Sonra hemşerisine hitaben şöyle dedi: “Ey Arap oğlu! Fitne parıldamış ve çakmış, hatta doğmuş ve yerini bulmuş. Bir yerde onu görür ve duyarsan, ona şöyle söyle: Muhtar, destekçisi Müslümanlarla birlikte mazlum ve maktul Şehit Hüseyin bin Ali’nin öcünü almak istiyor.” [3]

İbnu-z Zübeyir, Yezid’in ölümünden sonra kendisini halife ilan etmişti. Muhtar yanına giderek, kendisine yardımcılığını vermesi ve kendisine danışmadan iş yapmaması kaydıyla, Zübeyir’e biat etti. Fakat birlikte çalışırlarken kendisi biraz acele bir şekilde meseleleri çözmek niyetindeydi. Zübeyir’in kendisine de güvenmediğini fark etti. Bunun üzerine Kufe’ye gitmek için izin istedi çünkü Kufe’de, Hüseyin’in katlinden sonra müthiş bir öfke birikmişti. Bu öfkeden faydalanıp, kendisine bir ordu kurmak istiyordu.

“Sonunda Kufe’de, Şia’dan geriye kalanları ve özellikle mevali ve ‘Arap zayıfları’ kendisine çekmeyi başardı. Öyle ki Kufe’de Şia’dan olmayan ‘Arap eşrafı’ ondan korkmaya başladı. İbnu’z, Zübeyir’in iki amilini ona karşı kışkırttılar, onlar da Muhtar’ı hapsettiler. Muhtar, bir kez daha eniştesi Abdullah bin Ömer’e hapisten çıkması için aracılık yapmak üzere haber gönderdi.” [4]

Muhtar bu arada önce Ali bin Hüseyin’e gidip, babasının ve ehli beytin öcünü alacağını ve kendisiyle beraber olmasını istedi. Zeynel Abidin, çok ibadet eder ve siyasetten uzak dururdu. Öyle ki fazla secde etmekten adı Seccad’a çıkmıştı. Kesinlikle bu teklifi reddetti. Kendisi Kerbala’dan sağ çıkmış tek erkekti. Bunun üzerine Hz. Ali’nin bir cariye olan eşinden olan oğlu Muhammed bin Hanefiyye ile görüştü. Ona daha önce yeğeni, Muhtar’ın böyle bir teklifle gelmesi halinde kabul etmemesini söylemişti. Daha önce ailesinin başına gelenler onu böyle davranmaya itiyordu. Muhammed bin Hanefiyye görüşme sonunda ne Muhtar’ın yanında olduğunu söyledi, ne de kabul etmemezlik yaptı. Bunun üzerine Muhtar bunu kendisiyle ittifak olarak gördü ve ibnu’l-Hanefiyye’nin kendisi ile beraber olduğunu, Hüseyin’in intikamını alacağını ve Kufe halkının yanında olmasını istedi. Kufe halkı durumdan kuşkulanarak bir heyet halinde, Muhammed’in yanına gittiler, nabzını ölçmek istiyorlardı.

“Muhammed bin Hanefiyye onlara şu cevabı verdi: ‘Öcümüzü almak üzere sizi çağıranla ilgili söylediklerinize gelince, yemin olsun ki yarattıklarından dilediğiyle düşmanımıza karşı bize yardım etmesini Allah’tan isterim.’ Kurul bu kapalı cevaptan, ibnu’l-Hanefiyye’nin Muhtar’la birlik olduğu sonucunu çıkardı. Arkadaşlarının yanına döndüler ve onlara bunu söylediler.” [5]

“Muhtar’a katılan Şia, İbrahim bin Eşter’e gitti. (Osman’a karşı ayaklanmanın büyük komutanlarından ve Sıffin’de Ali’nin en seçkin adamlarından biri alan Malik el Eşter’in oğluydu) Onu, Muhtar’a katılmaya ikna ettiler. Muhammed bin Hanefiyye’nin Muhtar’ı gerçekten gönderdiğine tanıklık etmişlerdi. Muhammed bin Hanefiyye adına, İbrahim’e bir mektup verdiler. Bu mektupta, ‘Kufe ile Şam’ın en uzağı arasındaki bütün bölgelerin’ Muhtar’a katıldığı yazılıydı. ibnu’l-Eşter, h. 65’te Muhtar’a katıldı. Kendi adına propagandayı ve ordusunu silahlandırmayı sürdüren Muhtar böylece güçlendi. Ordusunun sayısı 17 bini bulunca, kendisini güçlü hissetti. ibnu’z-Ziibeyir’in Kufe’deki valisine isyan etti, onları bozguna uğrattı.” [6]

Doğuda Ermenistan ve Azerbaycan, Kuzeyde ise Musul’a kadar olan bölgeyi hakimiyeti altına almıştı.

“Muhtar, Mekke’de lbnu’z-Zübeyir’le görüştüğünde, ona şöyle dediği belirtilmektedir: ‘Yumuşak ve olacağı bilen bir adamları olsa, sana Şam halkına galip geleceğin bir ordu çıkaracak bir topluluk biliyorum.’ dedi. lbnu’z-Zübeyir ‘Kim onlar?’ diye sordu. Muhtar “Kufe”deki Haşim oğulları Şiası (yandaşları)” deyince, . lbnu’z-Zübeyir “Bu adam, sen ol” dedi ve Muhtar’ı,  Kufe’ye gönderdi.

Muhtar, lbnu’z-Zübeyir’le ittifak kurduktan sonra Kufe’ye dönerken, yalnızca Ebu Talib soyuna ve yandaşlarına yanaşmadı. Ayrıca şu sloganı da attı: ‘Bize gelen her köle, özgürdür.’ ibnu’z-Zübeyir bunu duyunca, şöyle dedi: ‘Söylesem yandaşlarımın çoğalacağını bildiğim bir kelime var diyordu, işte o kelime bu, yandaşı çoğalacak dedi.’

Muhtar, görüntüde birbirini tamamlayan, ama aslında birbirine zıt iki davayla bir mücadeleye girişmişti.

  • O gün için her şeyden önce Hüseyin’in intikamında beliren Şia davası;
  • Genellikle, Ali Şia’sından olan ve yalnızca köle ve mevali olduğunu hissettiklerini söylememiz yeterli olan sosyal bir durumla karşılaşan köle ve mevalinin davası.

Muhtar, iki davayı birlikte götürmeye çalışıyordu; Arap ve mevali olarak Şia, Umeyye oğullarına karşı öfkeliydi, hepsi de benimsemedikleri bir durumla karşı karşıyaydı. Ancak, her ikisinin de hasmı olan Umeyye oğullarına karşı taraflardan ordu kurmasıyla, ikisini birbirinden ayıran, Taberi’nin deyimiyle, ‘Arap eşrafından Şia’nın önderlerinin durumu ile mevali ve kölelerin, bizzat bu eşrafın mevali ve köleleri arasındaki çelişki olan özdeki sosyal/sınıfsal çelişkiyi aşabileceğine inanmıştı ama olmamıştı

Muhtar, mevalinin gönlünü almak istedi. Onları mallara ortak etti, köleleri özgürleştirdi. Araplar bundan hiç hazzetmediler. Ubeydullah bin Ziyad ordusu saldırdığı sırada Musul valisi, Necde’ye gönderdiği ordunun bozguna uğramasını fırsat bilip, bundan çok yakındılar ve şöyle dediler: “Bu adam, bizim rızamız yokken ve üstelik aşağılık bir mevla iken bize emir oluyor. Onları bineklere bindirdi. Onlara verdi, fey’imizi tattırdı. Kölelerimiz bize başkaldırdı. Böylelikle, yetimlerimizi ve dullarımızı mahvetti. Muhtar’ın, mevaliye fey’ den pay ayırması çok zorlarına gitmişti.

’Arap eşrafı’ Muhtar’la görüşmek üzere, şeyhleri Rebes bin Rib’i’yi gönderdi. “Muhtar’a gitti, onunla görüştü. Arkadaşlarının hoşlanmadığı her şeyi iletti. Her durumu söylediğinde, Muhtar ona şöyle dedi: “Bu durumunuzu hoşnut edeceğim, istediğin her şeyi vereceğim.” Kölelerden söz edince, şöyle dedi: ‘Kölelerini onlara geri vereceğim.’ Mevaliyi anlatınca da, şunları söyledi: ‘Kölelerimize yöneldim. Onlar ve bütün bu topraklar, Allah’ın bize verdiği fey’dir. Ecir ve sevap umarak onları özgür yaptık. Bu kadarı bile hoşlarına gitmeyince, onları fey’inize ortak ettim. Mevalinizi size bırakırsam ve fey’inizi size verirsem, benimle Umeyye oğullarına ve İbnu’z Zübeyir’e karşı savaşır mısınız? Allah için ve benim inanacağım bu konuda söz verir misiniz?’ Rebes, şöyle dedi: ‘Arkadaşlarımın yanına giderim, konuyu onlarla görüşürüm.’ çıktı ve bir daha Muhtar’ın yanına dönmedi.” Ravi şöyle diyor: ‘Kufe eşrafı Muhtar’a karşı savaşmakta söz birliği etti.’” [7]

Kufe’deki Eşraf, Muhtar’ın yandaşlarından ileri gelenlerin yokluğunu fırsat bildiler. Bunların başında ibnu’l-Eşter vardı, ona saldırmak istediler. Muhtar, durumu Eşter’e bildirdi. O hemen geri döndü, onlarla savaştı ve zafer kazandı. Muhtar, Hüseyin’in öldürülmesine katılanlara karşı bir saldırı düzenledi. Başlarında Kerbela faciasını işleyen askeri birliğin komutanı Ömer bin Sa’d bin Ebi Vakkas olmak üzere pek çoğunu öldürdü. Muhtar, Ömer’in ve oğlu Hafs’ın kellelerini Muhammed bin Hanefiyye ve Medine’deki Alevi önderlerine gönderdi. Eşrafın  çoğu ise, Basra’ya kaçtı ve lbnu’z-Zübeyir’e katıldı. lbnu’z-Zübeyir’in, Muhtar’la arası açılmıştı. Muhtar onun, Abdülmelik bin Mervan’la savaşında yardım etmek üzere bir ordu göndermek istedi. Aradaki buzlan eritmek istiyordu. Ne var ki İbnu’z-Ziibeyir, tuzağı sezdi ve planını uygulamadan önce Muhtar’ın ordusunu bozguna uğrattı.

“Öte yandan; Muhtar, büyük bir orduyla, lbnu’z-Zübeyir’in Mekke vadisinde hapsettiği, kuşattığı ve kendisine bey’at etmedikleri takdirde ölümle tehdit ettiği Muhammed bin Hanefiyye ve Alevi önderlerine yardım gönderdi. ibnu’z-Zübeyir’e bey’at etmekten ısrarla kaçınmışlardı. Muhtar’ın ordusu, Muhammed bin Hanefiyye ve yanındakileri kurtarma ve Mekke’den çıkarılmaları konusunda başarılı oldu. Bundan sonra, h. 67’de, Muhtar, Musul taraflarında Ubeydullah bin Ziyad’la savaşmak üzere İbnu’l-Eşter komutasında bir ordu hazırladı. ibnu’l-Eşter zafer kazandı ve belirttiğimiz gibi ibn Ziyad’ı öldürdü. Kellesini de Muhtar’a, o da Muhammed bin Hanefiyye ve Alevi önderlerine gönderdi.” [8]

Kufe eşrafı, teslim olmadı. Kardeşi Abdullah’ın Basra valisi olan Mus’ab bin Zübeyir’den yardım istediler. Muhtar’la savaşmak üzere, büyük bir ordu hazırladı. Mus’ab, bozguna uğrayan Muhtar’ın peşine düştü. Sonunda köşkünde onu kuşattı. Muhtar adamlarıyla birlikte çıkıp savaştı, h. 67’de öldürüldü. Muhtar’ın savaşı ve isyanı bu kadar sürebildi ama geride bıraktığı izler derin oldu, özellikle Muhammed Bin Hanefiyye konusu imamet meselesinin geldiği hal bakımından çok önemlidir.

Muhammed Bin Hanefiyye

Muhammed Bin Hanefiyye, Hz. Ali’nin, kendisine Ebu Bekir tarafından hediye edilen cariyenin çocuğudur. Muhammed bin Hanefiyye’nin soy ve şeref yönünden kardeşleri Hasan ve Hüseyin’den daha aşağı bir mertebede görülür. ibnu’l-Hanefiyye’nin annesi, Hanife oğullarındandır. Kureyş’ten değildir. Kureyş, onun çağdaşlarının gözünde soy ve şerefçe Hanife oğullarından daha üstündür. Kureyş, Mudar’dandır.

Daha önce Muhtar’ın Kerbela kırımından kurtulan tek erkek olan Ali bin Hüseyin’le konuştuğunu ve onun red cevabı verdiğini söylemiştik.

“Muhtar, ondan ümidi kesince, bu konuda Ali bin Hüseyin ve Abdullah bin Abbas’a danışan Muhammed bin Hanefiyye’yle ilişki kurdu. Ali bin Hüseyin ona ‘bu konuda hiç bir cevap vermemesini söyledi’. Abdullah bin Abbas ise, “Yapma (yani Muhtar’ın talebini reddetme), çünkü İbnü’z-Zübeyir’in durumunu bilmiyorsun” diyerek reddetmemesini ve beklemesini öğütledi.” [9]

“Abdullah bin Abbas, Ebu Talib oğullarından değil, Abbas’ın oğlu olduğu için, bu kişilerin en uzağı olduğuna göre, birinci hak sahibi Ali bin Hüseyin de Muhtar’ın önerisini şiddetle reddetmiş olduğuna göre, Hasan, oğullarının da hakkını düşürecek biçimde Muaviye lehine hilafetten vazgeçtiğine göre, Muhammed bin Hanefiyye’den başkası kalmıyordu. Öte yandan, Abdullah bin Abbas’ın ‘Yapma, çünkü İbnu’z-Zübeyir’in ne durumda olduğunu bilmiyorsun’ diye öğüt vermesi, Muhammed bin Hanefiyye’nin Muhtar’a karşı tutumunun belirsizliğini açıklayabilir: İhtiyaç duyduğunda kullanacağı bir kartı elinde tutma. Gerçekten de İbnu’l-Hanefiyye, daha önce belirttiğimiz gibi ibnu’z Ziibeyir tarafından kuşatıldığında bu kartı kullanmıştı.” [10]

İbnu’l-Hanefiyye, hadis rivayetiyle bilinirdi. ‘Bazı hadis yazarları, babası Ali’ den Peygamber senetli rivayetini senedi en sağlam ve çok hadisler olarak görür. Kendisi de bununla övünürdü. Bu niteliğini, kardeşleri Hasan ile Hüseyin karşısındaki eksikliğini’ giderici alarak görürdü şöyle diyordu: “Hasan ile Hüseyin, benden daha şereflidir, ama ben babamın hadisini onlardan daha iyi bilirim.”

‘İlim’, Muhammed bin Hanefiyye’nin kendini kanıtlamak için yöneldiği alandır. Muhtar, İbnu’l-Hanefiyye’nin imamete daha layık olduğunu kanıtlamak için bu niteliğini etkili biçimde kullanmıştır. Gerçekten de, İmamet teorisi ve onun çevresindeki mitolojiler, Muhammed bin Hanefiyye’nin tamamen iki kardeşinden ayrıldığı bu ‘ilim’ sıfatıyla, yani hadis rivayetiyle ilgilidir. İbnu’l-Hanefiyye’nin rivayet ettiği hadislerin çoğu babasından rivayet ettikleri olduğuna göre, siyaset, kendisini babasıyla bağlama ve iki kardeşine göre belirginleştiği bu ilişkiye başka bir içerik kazandırma yolunu hemen buldu. Çünkü İbnu’l-Hanefiyye’nin ‘ilim’i babasından rivayet etmesi, yalnızca peygamber hadisi anlamında değil, ‘tevil sırrı, daha genel olarak ‘ilimlerin esrarı’ anlamında ilim olmak üzere, ilim mirasçılığına dönüşecekti. Öyleyse, İbnu’l-Hanefiyye’yi babasına bağlayan şey ‘manevi oğulluk veya manevi bağdır.

“Hatta bununla meşhur oldu, herkes ondan söz ederken babasından ‘sır bilgilerinin mirasçısı’ sıfatıyla söz eder oldu. O ölçüde ki, eleştirici sezgisiyle tanınan önemli bir Eş’ari yazar olan Şehristan’i’yi bile araştırması şunları yazmaktan alı koyamadı “Seyyid Muhammed bin Hanefiyye, çok bilgiliydi, engin irfan sahibiydi, saygın biriydi. Babası müminlerin em’iri Ali bin Eb’i Talib ona bazı fitne haberlerini verdi, onu ilmin yüksek mertebelerine muttali kıldı. Siyasetten uzak durmayı seçmişti. Sessizliği şöhrete yeğ tutmuştu. Denildiğine göre, imamet bilgisi ona emanet edilmişti, bu bilgiyi ehline teslim etmişti. Dünyadan, bu bilgiyi ilgili yerine ulaştırmış olarak ayrılmıştı”[11]

Sebeiyye, Ali bin Ebi Talib’e ‘vasi’ adını veren ilk kişilerdi. Çünkü onlar, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kendisinden sonra imamlığı Ali’ye vasiyet ettiğini savunuyorlardı. Muhtar bu sanı kullandı ve Muhammed bin Hanefiyye’yi ‘vasinin oğlu’ olarak tanıttı. Bunu meşrulaştırmaya, hatta yaymaya bile ihtiyacı yoktu. ‘Vasi’ sanı, Ali’nin bir sanı olarak, Kufe’deki Şia arasında zaten yayılmıştı. lbnu’l-Hanefiyye’nin ‘vasinin oğlu’ olarak nitelenişi, yalnızca-vasiyeti kabul etmeyenler tarafından itirazla karşılaşabilirdi. Çok geçmeden Sebeiyye ve Gulat (aşırılar) saflarında, Ali’nin oğlu ibnu’l-Hanefiyye’ye vasiyet ettiğini savunan görüşler ortaya çıkacaktı. Öyle ki bundan, yalnızca vasinin oğlu değil, bizzat, vasi de ortaya atılacaktı. Bu, çok önemli bir mesele çünkü, “vasiyet”in ibnu’l-Hanefiyye’ye ayrılışı, Hasan ve Hüseyin’in imametteki haklarını düşürüyordu.

“Keysaniyye’nin sözcülerinden ve İbn Sebe’nin arkadaşı olan Abdullah bin Amr bin Harb el, Kindi, ‘esbat’ kavramını kullandığı bir ‘vasiyet’ teorisi geliştirmiştir. Haşim oğullarının, Müslümanların esbat’ı olduğunu söylemiştir. Bu konuda, İsrail oğullarının esbatıyla benzerlik kuruyordu; esbat, peygamberlerden sonraki önderlerdir. Kur’an’da şöyle geçer: ‘ibrahim’ e, Ismail’ e, Ishak’ a, Yakub’a ve torunlarına gönderilene inandık.’ (Bakara, 2/136); ‘Biz İsrail oğullarının oymaklar halinde on iki topluluğa (esbat’a) ayırdık.” (Araf, 7/160). Böylece, peygamberlik ve makam yüceliği, İsrail oğullarının atası Yakub’un bütün oğullarında değil de, soylarından peygamberler ve hükümdarlar çıkan, ötekilerin onların şerefiyle şeref kazandığı Levi, Yehuda, Yusuf ve ibn Yamin’de olduğu gibi, durum Haşim oğullarında da böyledir. İmamet ve mülk (iktidar), onların yalnızca dördündedir. Bunlar Ali, Hasan, Hüseyin ve Muhammed bin Hanefiyye’dir. Haşim oğulları, bunlar sayesinde şeref kazandı ve makamlar yükseldi. Hatta ‘Onlar sayesinde halka yağmur yağdırılır, düşmanla savaşılır, hüccet belirir, dalalet ölür. Onlar Nuh’un gemisi gibidir. Binen doğru olur ve kurtulur. Geciken yok olur ve sapıtır.’” [12]

Bunlar Tin suresini de şu şekilde tefsir ve tevil ediyorlardı. ibn Harb ‘İncir’den kastedilenin, Ali bin Ebi Talib; ‘Zeytin’den Hasan; ‘Sina dağından’ Hüseyin; ‘Beledi emin’den kastedilenin ise Muhammed bin Hanefiyye olduğunu söylüyordu. Belirtilen ayette Allah, bunlara yemin, etmiştir. Bunlara yemin etmesinin sebebi, hem imam hem de Yüce İslam’ın temeli ve direği oluşlarındandır.

“Ali bin Ebi Talib, incirle sembolleştirilmiştir. Çünkü o ‘sıbtu iman ve emin’dir. Hasan, ‘zeytin’le sembolleştirilmiştir. Çünkü o, “sıbtu nur ve tesnim”dir. Hüseyin, ‘Turu Sinin’le sembolleştirilmiştir. Çünkü o, ‘sıbtu hüccet ve musibet’tir (Kerbela faciası). İbnu’l-Hanefiyye ise, “beledi emin”le sembolleştirilmiştir, çünkü o imamların dördüncüsü ve sonuncusudur. Onda, öteki üçünden üstünleştiği ‘tuhaf nitelikler’ toplanmıştır. Böylelikle de o ‘imam’dır, “mehdi”dir, “vasi”dir, ona babası vasiyet etmiştir. Hasan ve Hüseyin, ondan önce imamet talebi için ortaya çıkmışlarsa, bunu ancak onun izniyle yapmışlardır. Hasan’a, önce Muaviye ile savaşa çıkmaya, sonra da onunla andlaşma yapmaya izin veren odur. Hiiseyin’in Yezid’le savaşmasına izin veren de odur. Kerbela faciası olunca, Muhtar bin Ebi Ubeyd’i intikam için seçen de odur, Muhtar da bunu yapmıştır.” [13]

Muhtar bütün bu mücadele tarihinde ordusunu iyi hazırlamak için iki tane önemli akidevi şey kullanmıştır. Bunlardan birisi beda düşüncesidir, diğeri ise Mehdi, gaybet ve ricat düşüncesidir. Bu iki kavramı çok güzel kullanmış ve bu itikadi inançlar daha sonra yayılarak devam etmiştir. Bu konuda kendisinin İmam makamına oturttuğu kişi ibnu’l-Hanefiyye’dir.

“Muhtar ‘beda’ düşüncesini savundu. Bu, şu anlama geliyordu: Allah bir konuda bir düşünce benimsiyor, sonra onu, Muhtar’a haber veriyor, daha sonra yeni bir durum aklına geliyor. Bu durum, ibnu’z-Zübeyir’le savaşında yandaşlarına zafer müjdesi verdiğinde fiilen olmuştur. Ordusu Medain de bozguna uğrayınca, sağ kalanlardan biri kendisini protestoya geldi; ‘Bize zafer vaad ettin. Ama bizi kandırdın.’ Muhtar, ona şöyle dedi: ‘Bunu bana Allah, vaad etmişti. Ama sonra yeni bir durumu hatırladı.’ Buna, şu ayeti delil gösterdi: ‘Allah dilediğini yok eder, dilediğini kalıcı yapar.’ (Ra’d, 39) İşte bu andan itibaren “beda”, Şii düşüncesinin temel kavramlarından birisi oldu. İmam, yandaşlarına bir şeyi bildiriyor, dediği olunca, onu tasdik etmiş olurdu. Olmayınca “beda”yı savunuyordu. Muhtar, Beda’yı, nesihin (yürürlükten kaldırma) yanı sıra savundu. Haberlerde beda, şeriatta nesih. Yandaşları, şöyle düşünürdü: Allah emrettiği bazı hükümleri nesh ettiğine göre, haber verdiği bir şeyi değiştirmesini niye kabul etmeyelim?” [14]

MEHDİ, GAYBET, RİCAT

Gelelim mehdi, gaybet, ricat meselesine, ‘Mehdi’ düşüncesi, Muhtar’ın kullandığı düşüncelerin başında gelir. O mehdilik iddiasında bulunmamıştır, onu tamamen Muhammed bin Hanefiyye’ye atfetmiştir.

Muhtar, bu ‘mehdi’ düşüncesini özellikle mevali ve zayıf Araplar arasında geniş biçimde kullanmıştır.

“Bu ‘mehdi’ düşüncesi, bilindiği gibi Yahudi kökenlidir. ‘Dokunulan’ anlamına gelen, batı dillerindeki ‘Messiah, Messie’ biçiminde söylenen ‘Mesih’in çevirisidir. Bu anlam, eskilerce biliniyordu. Cahız, bazı müfessirlere, şu sözü nisbet eder: ‘Mesih’e bu adın verilme sebebi, bereket yağıyla dokunulmasıdır.’ Tevrat’ta ‘mesh’ kelimesi, hidayet ve ilahi destek anlamına gelir. Mesih’in (Mehdi’nin) yeryüzündeki görevi, Tevrat’ın belirlediğine göre, düşkünlere adaletli hüküm vermesi, sefillere insaflı hükmetmesi, yeryüzünde ağzındaki değnekle gezmesi ve münafıkı dudaklarından bir üflemeyle öldürmesidir… Böylece, kurt kuzuyla kalır, kaplan oğlakla barınır.” [15]

Öyleyse ‘Mehdi’ düşüncesi, tam bir ideolojiyi, kendilerine yapılan zulmü engelleme gücüne sahip olmayan düşkünler ideolojisini içerir. Bu düşkünler, ‘zulümle dolduktan sonra, yeryüzünü adaletle doldurmak için’ Allah’ın gönderdiği bir kişi tarafından kurtarılmayı bekler. Burada belirtmek gerekir ki, Yahudi kökenli olan ‘Mehdi’ düşüncesi, Kufe’ye Yemenli kabilelerle, özelliklede, daha önce belirttiğimiz gibi, iktidarlarını geri getirecek ‘Kahtani’nin zuhurunu bekleyen Kinde kabilesiyle gelmiş olmalıdır.

“‘Ric’at’ düşüncesi, işte burada Mehdi düşüncesiyle bağlantılı olur. Ric’at, daha önce gerçekleştirilmeyeni gerçekleştirmek üzere Mehdi’nin dönüşüdür. Düştüğünde ölmez, sadece ‘kaybolur’, geri dönecektir. İşte bu ‘ric’at’ düşüncesi de, Yahudi mirası bir düşüncedir. Yahudiler, Enoha (Uhnuh) peygamberin göğe diri olarak yükseltildiğine inanırlar. İlyas da aynı şekilde kaldırılmıştır. Yeryüzünü adaletle doldurmak üzere dönecektir. Abdullah bin Sebe’,  Ali bin Ebi Talib’in ölüm haberini kabul etmekten kaçınmış ve sopasıyla Arapları yönetmek  için geri döneceğini savunmuştur.” [16]

Muhtar’ın öldürülmesinden sonra, sağ kalan sayıları iki bin atlı, çoğu mevaliden ve ‘Zayıf Araplardan oluşan yandaşları, Fırat boylarındaki Nusaybin kentine gittiler. Burada yarı devlet (derebeylik) kurdular. Muhammed bin Hanefiyye, büyük oğlu Hasan’ı onlara gönderdi. Bir süre başkanları olarak onlarla birlikte kaldı. Daha sonra, ibnu’z-Zübeyir’in taraftarları, onlara saldırdı. Hasan bin Muhammed bin Hanefiyye’yi tutukladılar, Medine’ye gönderdiler. İbnu’z-Zübeyir de onu hapsetti.

“Muhammed bin Hanefiyye h. 81 civarında öldü, oğlu Hasan da öldü. Bundan sonra, isyana hazırlanmak üzere; daha çok devrim partisine benzeyen bazı gizli örgütlenmelere girişen Ebu Haşim diye tanınan oğlu Abdullah işi üstlendi. Ebu Haşim, ‘Sebeiyye görüşlerine çok meyilliydi.’ Muhtar’ın yandaşlarının sevgisini kazanmıştı, onu kendilerinin imamı olarak görüyorlardı. Bazı rivayetlere göre, babasının kendisine vasiyette bulunduğunu öne sürmüştü, bazı yandaşları bu konuda çok ileriye gitmişti. Ebu Haşim, Emevilere itaat eder gibi yaptığı sırada, yandaşlarını örgütlemeyi sürdürdü. Ne var ki Emeviler, ondan kuşku duyuyorlardı. Süleyman bin Abdülmelik’i ziyaret ettiğinde, korktuğunu hissetti. Rivayetlere göre, Süleyman veya bazı adamları, Dimaşk’tan dönerken zehirleme tuzağı hazırlamıştı. Ebu Haşim gerçekten zehirlenme olayını sezmişti. Amcaoğlu Ali bin Abdullah bin Abbas’a gitti. Örgüt belgelerini ve propagandacılarının adlarını ona verdi. Böylece, Şia davası, bilakis Emevilere isyan davası, Ali bin Abdullah bin Abbas’ın oğullarına ve kardeşlerine geçmişti. Bu, sonuçta Emevi Devletini yıkmayı başaran Abbasi propagandasının çıkış noktası oldu.” [17]

Zayıf  insanlar, ümitlerini kişilere; sembollere bağlar. Ümide sarılma ve zulümden kurtuluş ümidi, sembole ısrarla bağlanmayı gerektirir; “lbnu’l-Hanefiyye” dönecektir, bu adını taşıdığı ve Ali’nin oğlu olduğu için değil, bir ‘sembol’ olduğu için dönecektir.

Silah gücüyle savaşamayan kabileler, sembol gücüyle, mitoloji gücüyle, kaynağı ister Yahudilik, ister Hermetizm, isterse Putperestlik olsun fark etmez, sarılmaya yardımcı olan bütün, düşünce ve savların gücüyle savaşmıştır. Zulüm bütün zamanlarda aynıdır, kurtuluş ümidi batan çağlarda aynıdır.

Daha da öteye giderek, Hz. Peygamber’in, Muhammed bin Hanefiyye’nin ölmeyeceğini, sadece gaib olup, sonra geri döneceğini bildirdiği iddiasında bulundular. Bu iddialardan varmak istedikleri sonuç, iki Mehdi’nin olamayacağıdır: Biri insanlar için “hazır” bulunuyorken Muhammed bin Hanefiyye’nin sağlığındaki; öteki bundan sonraki mehdi. Bilakis mehdi tektir, ölmez, yalnızca gaib olur, o da ibnu’l-Hanefiyye’dir.

“Muhammed bin Hanefiyye mehdidir, ‘gaib’ olup dönecektir, iyi ama, o şimdi” nerededir? Yandaşları şu yanıtı veriyordu: ‘Diridir, ölmedi, Mekke ile Medine arasında Radva dağındadır. Aram onu gidip beslemektedir. Gitmekte ve dönmektedir. Onların sütlerinden içer, etlerinden yer (başka bir rivayet: “Yanında bir su, bir de bal pınarı var, rızkını onlardan alır.) Sağında ve solunda çıkış, geliş ve kıyam vaktine dek onu bekleyen iki aslan var.’ Bu şekilde konuşunca, Ebu Kerb ed-Darir ve yandaşları (Kerbiyye), iki şair Kesir İzzet ve es-Seyyid el-Himyeri) ünlü oldu. İbn Sebe, bunun aynısını Ali bin Ebi Talib için söylüyordu. Rivayete göre, kendisine Ali’ye tuzak kurulduğu haber verilince şöyle demiş: ‘Yemin olsun ki Kufe camisinde iki pınar fışkıracak. Birinden bal, ötekinden su taşacak. Şiası (yandaşları) da bunlardan avuçlayacak,’ Bu da, Yahudi kökenli bir düşüncedir.” [18]

Aşağıda Muhammed bin Hanefiyye için anlatılan menkıbeye bakarak bu faslı kapatalım.

“İbnu’l-Hanefiyye, Mekke’de çıkacak, ehl-i beytinden “saf ve iyi” arkadaşları onu çevreleyecek, zafer kazanmış atlarını sürerek atıyla onlara doğru ilerleyecek, ya da Radva dağındaki saklandığı yerden çıkacak, beyt-i haram veya beled-i eminde önünde arslan,  arkasında sırtlan olduğu halde konaklayacak, gaybetinde ona arkadaşlık eden melekler sağında yürüyecekler. Onu bekleye duran yandaşları ise, solunda yürüyecekler; Allah’ın kabirlerinden dirilttiği, aslanlar gibi sert ve güçlü adamlar, onunla birlikte yürüyecekler. Hacer-i Esved’in yanında ona bey’at edecekler, sayıları Bedir ehli kadar olacak. Küreyle savaşında Bedir ehline yardım eden melekler onlara yoldaşlık edecek. Herkesin önünde onlar yürüyecek, bu beled-i emine sahip olacak. Onun çıkışı, Bedir günü meleklerin başında çıkan Cibril gibi olacak, ama ondan fazlası da var: Rivayete göre Cibril, Bedir günü atının, yularını tutarak tek başına çıkmış, ibnu’l-Hanefiyye ise, tıpkı onun gibi atının üstünde çıkacak. Ama ondan önce bol yağmurlar, şiddetli fırtınalar olacak. Kıskanılan (dillere destan) sancağını, şimşek gibi parıldayan, gök gürültüsünden yapılmış, insanların eşini görmediği kılıcını kuşanacak. Allah bu kılıcın emrine, Musa’nın asasına verdiğini verecek. Güneşin gözünü söndürecek ve dürecek. Bu, Yüce Allah’ın buyruğudur: “Güneş dürüldüğü zaman.” (Tekvir, 81/1). ibnu’l-Hanefiyye, gökyüzüne melek gibi yükselecek. Yeryüzü ehli ve İblis dışında gökyüzü ehli onu görecek. Sonra yer yüzüne inecek, oraya hakim olacak ve adaleti yayacak. Tıpkı daha önce Süleyman bin Davud’un, Zulkarneyn’in yaptığı gibi. Emevilerden şiddetli bir intikam alacak. Başkentlerini başlarına yıkacak, onları yok edecek. Basra’yı ve azgın Haccac’ı boğacak. Yerin derinliklerin de kara suya, mavi göğe inip, iki dünyanın varlıklarının duyacağı biri ‘Şifa buldum, Şifa aradım” diye bağırıncaya kadar. Emevi oğullarından intikam almaya devam edecek. ’İşte bu bağırma anında, intikamdan vazgeçecek, çıktığı gibi beled-i emine (güvenli yere) dönecek, işte bu anda yeryüzü verimli olacak, insanlar zenginleşecek, ticaret ve tasarrufu bırakacak, esenlik ve ahenk içinde yaşayacaklar. ‘Serçe ve yılan aynı delikte ve yuvada görülecek.’  Tıpkı, Tevrat’ta Eş’ıya(İşaya)’nın peygamberliğiyle ilgili bölüm gibi. Esenlik, yoksullukla gerçekleşmediğine, ihtiyaç içindeyken sürmediğine göre, Muhammed bin Hanefiyye de sosyal adaleti gerçekleştirmeye çalışacak, mazlumu zalimden kurtaracak, yeryüzünü yandaşlarına arpalık edecek (verecek), rızıkları dağıtacak.” [19]

Görüldüğü gibi Şia’nın imamet mitolojisinin doğuşunda iki kilit isim vardır. Biri Muhtar, ikincisi ibnu’l-Hanefiyye, özellikle Muhtar iki ezilmiş kesimi, biri Ehli beyt ve Ali’nin yandaşları öteki ise köleler ve mevaliyi bu düşünce etrafında toplamaya çalışmıştır.

Hazırlık yapma, sosyal-dini muhayyileyi hazırlamakla başlar. Zayıflar (ezilmişler) davası, daima ‘yarın’dır. Zayıf, gününü yarınıyla meçhul olarak, yaşama savaşı vererek yaşar. Bunun için geleceği bilmek, birinci sorunudur. Gaybı bilme ideolojisi, yoksunların ideolojisidir. Onları, ümit ve kurtuluş müjdesi veren bir ideoloji tıpkı, ümidin geçmişten şimdiye geçişi anlamına gelen ‘vasi’ ideolojisi gibidir. Gelecek neye gebe? Durum, ne zaman değişecek? Kader sorunu, zayıfların sorunudur. Zenginler ise, kaderlerini kendi mallarıyla yaparlar…

Buraya kadar imamet mitolojisinin doğuşunu anlatmaya çalıştım, bir dahaki yazımızda ise Şiiliğin kurumsallaşması, On iki İmam teolojisi, İsmaililik nedir. Altında yatan itikadi ve tarihi veriler nelerdir onları anlatmaya çalışacağım.

Doğrusunu ancak Allah bilir.

[1] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.336.

[2] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.337.

[3] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.337.

[4] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.339.

[5] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.339.

[6] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.339.

[7] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.344.

[8] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.340.

[9] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.345.

[10] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.346.

[11] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.351.

[12] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.357.

[13] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.358.

[14] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.363.

[15] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.365-366.

[16] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.366.

[17] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.442.

[18] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.369.

[19] Muhammed Abid Cabiri, Arap İslam Siyasal Aklı, s.371.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir