İşçinin Dönüşümü: Ücretli Hizmetli

LÜTFÜ BERGEN

Oldukça uzun bir makale ile “Emeğin Kapitalizmi” başlıklı yazıma cevap verilmeye çalışılmış. Ancak yazı, “Emeğin Kapitalizmi” meselesinde anlatmaya çalıştığım şeylere itiraz getirmiyor. Yazar, sık sık “bu cümleyi kabul edebilirim” ya da ” Fakat bu gerçeklikten kalkıp” ve yahut “Bergen’in aslında makul bir tezi çok zorladığını söylemiştim” diyerek başka sonuçlara varmayı deniyor. Kısacası “Emeğin Kapitalizmi” içindeki tezlerin zorlama, genelleme, vs. olduğunu söylüyor. Batı toplumlarındaki işçileşme süreçleri benim yazımın konusu değildi. Benim yazım “Türkiye’de işçi yoktur” fikri üzerine oturuyor. Bu da Türkiye’nin özgül koşullarının ürünü. Türkiye’nin üretim modeli küçük işletme idi. Hikmet kıvılcımlı “Fetih ve Medeniyet” başlıklı kitabında şöyle yazar:

“Dirlik Düzeni’nin Osmanlılıkla beraber başladığını, daha doğrusu, Osmanlılığın temeli olduğunu hatırlatalım. İlk Türkçe’de “Kanun” demek, “Miri toprak” demektir. Toprak kanunları 1302’lerde başlar. Osman (ilb, şövalye) Gazi’nin İstiklal yılı ise, 1300’dür. (“Kavaaniyni Kadiymei Osmaniye” el yazması, İnkilap Müzesi, No: 133) Kanuna göre, Osmanlı bir yeri zaptetti mi, orada önce “Tahrir” (istatistik) yapar. Sonra, miri toprağı çiftçiler arasında “Taksim” eder. “Çift” sözü: Her yıl ekilen ve ürün veren iki çift öküzlük arazi demektir. Reayaya bedava verilen toprak miktarı, genellikle, birer “bütün çift”tir. Bütün çift, toprağın verimlilik derecesine göre 70 ile 150 dönüm arasındadır. Onun için, topraklar, Hassa, Evsat, Edna diye üç dereceye ayrılır (…) Bu taksimde ne yaman bir eşitlikçiliğin hüküm sürdüğüne dikkat edilsin: Toprağın verimi arttıkça, dönümü azalıyor ve bütün çiftçiler hemen hemen mutlaka aynı ürünü alıyorlar. Böylece Osmanlılar fark iradı meselesini halletmişlerdir.

Miri topraklardan alınan vergi “arzın tahammülüne göre”: İlk zamanlar 1/8’i geçmeyen Öşür (Haracı Mukaseme ile, iki ila beş dönüme bir akça düşen çift akçası (Haracı Muvazzafadır. Çift akçası, askerlik yapmayan reayadan alınır. Ve toprağın kalitesine göre yılda 25-40 akçeyi bulur. (…) Osmanlı toprağında birinci insan, çiftçi ise, ikinci insan, eşkinci veya dirlikçi adını alan sipahidir. Dirlik tabiri, Karolenjiyen Fransa’sındaki Benefice’in tam karşılığıdır. Dirlikçi, kendi maaşını çiftçilerin vergilerinden toplayıp çıkarır. Dirlikçiye (sahibi arz) adı da verilir. Ama, gerçekte o, toprağın hiçbir şeysine sahip değildir. Miri toprağın tasarrufu, doğrudan doğruya köylünündür. Miri toprağın mülkiyeti ise hiç kimsenin değil, Beytülmal’in, yani tekmil Müslümanlar topluluğunundur. Miri toprak padişahın dahi mülkü değildir. Kim çalışırsa onun tasarrufuna girer. (…) Dirliklerin esası Tımar’a dayanır. Tımarlı daima dirliğinin başında hazır bulunur. Tımar gelirinin hepsini değil, ancak ilk 3000 akçasını “Kılıc’ı Tımar” adıyla kendisine alıkor. Onun üstünde her 3000 akçaya mukabil, sefere göndermek üzere bir cebelu, yani, mesleği savaşçılık olan bir süvari yetiştirir. Dirlikçi’nin geçim seviyesi, hiç olmazsa kanunen öteki muhariplerinkinden farksızdır. Ve “Sefere sahibi Tımar, bizzat gelmek gerektir.” (Asafname, el yazması sf. 15)

Görüyoruz. Çiftçiler arasında olduğu gibi, profesyonel muharipler arasında dahi mutlak eşitlik esas tutulmuştur. Osmanlı Miri toprakları, hemen hemen bütün ülkeyi kaplayan en büyük arazi kitlesidir. Orada, çiftçi ile dirlikçi, birbirini sömüren iki sınıf olmaktan çok, biri toprakla, ötekisi harp ve asayişle meşgul olan, sosyal işbölümü şeklinde birbirini tamamlayan iki tabaka gibi görünürler. Bu durum, elbet kısa zamanda her türlü soysuzlaşmalara saptı. Çünkü, yalnız dirlikçinin insaf ve namusuna havale edilmiştir. Fakat, ilk zamanların idealist ilbleri, Bizans zulmü önünde, çalışan Hristiyan halk yığınlarına böyle bir toprak düzeni sunuyorlardı. Osmanlı’nın iktidara geçtiği yerde, hemen o gün, dirlik düzeninin bütün kanunları hayata geçiveriyordu.

Dirlikçilerin sayıları da, bugün inanamayacağımız kadar azdır. Hayrullah Efendi (“Devleti Osmaniye Tarihi” C. 11, sf. 211-214) Osmanlı Avrupası’ndan 44 bin, Osmanlı Asyası’ndan 91 bin “Tımarlı Daimi Muhafız askeri” sayar. Dirlik başına dört asker çıksa, tekmil imparatorluğun “Sahibi arz” ları 30 bin kişiyi geçmemelidir. Bugünkü ufacık Türkiye’de memur sayısının 300 bini geçtiği düşünülsün. Osmanlılığın, Bizans yığınlarına harikulade ucuz bir devlet şekli getirdiği anlaşılır. İşte, dini ayrı Hristiyan halka, Osmanlılığın en büyük cazibesi, şüphesiz o eşitlikçi ve adaletçi toprak düzeni ile, bu on kere daha ucuz devlet şeklidir.” (KIVILCIMLI Hikmet, Fetih ve Medeniyet, Sosyal İnsan yayınları, 2011: 19- 22).

Kıvılcımlı’dan yaptığım bu uzun alıntı biraz mecburi oldu. Osmanlı ahi ve tımar sistemi, mahalle sakinlerine “babacan davranan” bir tip değildi. Gerçek manasıyla bir sistemdi. Sayın yazar, Anadolu’nun iktisadî düzeninin tımar ve topraktaki işletme modeli olduğuna değinmeden işçi ideolojisine göre teori üretiyor. Ayrıca Anadolu’daki ahi ve tımar sistemini günümüzde yaşayan bakkal- kasap gibi düşünüyor. Osmanlı ahi ve tımar adamı bir meslek mensubu idi ve kelimenin tam anlamı ile sınıf idi. Yani kimse az bir sermaye buldum diye tımara giremez veya çarşıda dükkan açamazdı. Kıvılcımlı’dan yaptığım alıntı bunun açığa çıkması içindir. Müslüman toplumlar batı’da gelişmiş tarih algısını sürdürmek zorunda değil. Kıvılcımlı tüm gayretine rağmen Batı’lı tarih ve iktisat zihnini kıramıyor. Ben bu noktada Kemal Tahir’in yaklaşımlarına odaklanmayı öneriyorum. Kemal Tahir’e göre, tarihin sanayi toplumuna aktığı fikri tam bir masal. Başımıza gelenler de zatenTürk entelektüellerinin bu masala inanmalarından kaynaklanıyor. Türkiye hızla metropol kentler modeline akıyor. Bu modeli benimsemiş başka bir toplum yapısı yok. Yunanistan nüfusu 11 milyona ulaşmadığı halde sadece İstanbul’un nüfusu 2010 senesi için 13 milyonun üzerinde. Bu Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 20’si demek. İşçileşme süreci dünya kapitalizminin Türkiye’ye dayattığı bir modeldir. Dolayısıyla “sosyal adalet” de bu dayatmanın getirdiği sorundur. temel sorun olmamıştır.

Ayrıca Türkiye’de işçi denilen kesimin kim olduğu hakkında yukarıdaki makaleden net bir sonuç da çıkmıyor. makaleyi besleyen fotoğraflar yazıya dolaylı destek veriyor. Yazarın kabul etmesi gerekir ki, sendikalı işçi denilen bir kesimin ezildiğinden bahsedilemeyecektir. İşgücü değeri görelileşmiş durumda. Hizmet sektöründe çalışanların “işçi” sayılamayacağından bahsediyorum. Gerçekte işçi, patrona artı değer üreterek karşılığında emeğini satan ve mülksüz durumda olan adamdı. Günümüzde işçi diye anılan adamın emeği ile ürettiği bir artı değer bulunmamakta. Tarımda teknolojik devrim, fabrikada pos teknoloji kullanımı ile dünya kapitalizmi emek üzerinden “üretim” sağlamıyor. Bu süreç yaşam gereçlerinin değerini iyice azaltmıştır.O nedenle iş gücü değerinin de azalması normaldir. Günümüz işçisi, işçi olarak değil ücretli olarak değerlendirilmek zorunda. Ayrıca bütün dünyanın işletme modelleri kırılarak ücretli imal ediliyor. Dünya kapitalizmi, emeğe ihtiyaç duyduğunda küresel sanayiin hareketliliği ilkesi gereği fabrikaları söküp ucuz istihdam bölgelerine kaydırabiliyor. Bu temelde sendikalaşmayı da kıran bir süreç. Dünya kapitalizmi bu strateji ile çift karakterli ücret politikası uyguluyor: Emek karşılığı ücret ile hizmet karşılığı ücret. Marksizmin tartıştığı bir mesele bu. Proleter kimdir? Neo- marksizm, hizmet sektöründe çalışanları da proleter içinde değerlendirme yanlısı. Ancak bu boş bir çaba. Çünkü dünya kapitalizminin şu an yeni ürettiği sınıf “yoksullar- madunlar”dır. Zaten “emek ve adalet” grubunun asıl ilgi alanı da aslında bu madun ve yoksullar. Tinerci tartışmaları hatırlanacak olursa, bu çocuklar (tinerciler) işçi değildir, kent yoksuludur. Bu çocuklar, henüz işçi olamadan evsiz kalıyorlar ve ailelerine bakılacak olursa temelde toplumun dibinden de gelmiyorlar. Daha çok orta sınıftan düşmüş aile çocukları. Bu konuda bir takım sayılar da var:

CHP Tekirdağ Milletvekili Enis Tütüncü ‘nün soru önergesini yanıtlayan Akşit’in açıklamaları sokak çocuklarının sayısının arttığını gösterdi. Sokak çocuklarının sayısı 42 bine ulaşırken, bunların tamamıyla ilgili istatistiksel veriler bulunmuyor. Akşit’in verdiği bilgilere göre ”ulaşılan” sokakta yaşayan çocuk sayısı 6 bin 853. Hizmet alan bu çocuklarla ilgili bazı veriler şöyle: Çocukların yüzde 50. 40’ı ailesiyle yaşıyor, yüzde 23.80’i parçalanmış aile çocuğu, yüzde 9.60’ının ana babası ölü. Çocukların yüzde 18. 40’ı aile içi şiddet, yüzde 8.80’i aile ile anlaşamama, yüzde 13.20’si ailenin parçalanması, yüzde 2.90’ı zorla çalıştırılma, yüzde 3.30’u arkadaş etkisi, yüzde 5’i kendi kararı ile sokağa çıkmış. Sokakta yaşayan çocukların yüzde 95’i erkek, yüzde 5’i kız.

Sosyalistler dünya genelinde ücretlileri işçi sınıfı içinde değerlendirerek tarihi manilüpe etmeyi ya da praksise uğratmayı deniyorlar. İşçi sınıfının genişlemesinden bir devrim hareketi beklenilir. Bu biraz arabesk bir tavır. İşçi sınıfının devrimciliği sömürülmüşlükle ilintili bir olay. En azından Marx’ın söylediği bu idi. Tüketici olmak için ücret verilen bir ücretli işçilik var ki böyle adamlardan tarihin öncü rolünü beklemek zor görünüyor. Yazar bu noktayı kaçırmış. Türkiye’de kentlere çekilen ve kentlerde gecekondularda yerleştirilen kesimin Marxist manada proleter olduğu söylenemez. Nitekim kentler büyüdükçe banliyöler kent içinde kaldı ve gecekonduların sakinleri topraktan rant eld ettiler. Yani orta Anadolu’dan İstanbul- Ankara gibi kentlere gelenler son 30 yıl içinde artık proleter olmaktan kurtuldular, rantiyeci oldular. Kira gelirleri var. Ayrıca üretim teknolojisinin eski tipte işçi ihtiyacı yok. Kent yoksulluğu üretiliyor. Bunun da hizmet, fuhuş, dilencilik, uyuşturucu, çöp toplayıcılığı gibi iş kollarında istihdamla ilgisi bulunuyor. Klasik manada İşçi sınıfı diye bir şey kalmadı. Görünen şey işçi gibi algılansa da gerçekte “ücretli”dir. Ben yazının sahibine şunu sormak istiyorum: Üniversite bitirip bir şirkette mühendis-işçi olarak çalışan kişi gerçek anlamda işçi sayılabilir mi? Türkiye’de istihdam belli şartlarda (karı koca çalışarak ve aileden bir miktar borç alarak) 5 ila 10 sene içinde mülk edinmeyi mümkün kılacak imkanlara da sahip. Marx, Aile kurumu hakkında, burjuva toplumunun yansıması yargısında bulunduğu için onun sosyalizminin argümanları bizim toplumumuzu açıklamayacaktır. Türkiye’de İslam hayatı kavradığı sürece işçi yekünü büyüyemeyecektir. Ancak bunun sağlanması Batı toplumuna has kurum ve toplumsallıkların bize taşınmaması ile ilintili. Bizim asıl problemimiz, aile, esnaf- çiftçi, mahalle gibi geleneksel kurumlarımızı nasıl koruyacağımız meselesine geliyor. Kentleri büyüterek, endüstriyel toplumun değerlerini üreterek yapımızı bozuyoruz. Sosyal adalet talebi bu bozulmanın sonucudur. Kent ve endüstriyi büyüterek Sosyal adalet istemiyoruz; aile, mahalle, küçük şehir yapılarında geçimlik peşinde insanların yaşattığı adaleti arıyoruz.

8 Responses

  1. bedri dedi ki:

    “Ücretli” ile “işçi”nin farklarının neye dayandığını anlamadım. Kent yoksulu ve en altta kalmışları bu tanımların için sığdırmak elbette zor ancak hizmet sektöründe çalışan üniversite mezunu ve iş kanununa tabi biri olarak masa başına ve günde 9 saat zihinsel bir meşguliyete mecbur olan benim konumumda olanları işçiden ayıran şeyi anlamadım. Yazar “işçi sınıfı” kavramına ne anlam yüklediğini ve “ücret”li için “sosyal adalet” masalını(!) neden işletmemek gerektiğini açarsa galiba anlamış olucam. Ayrıca Osmanlıdan kalma içtimai ve sınıfsız yapının güncel örneklerini verirse galiba “meslekcilik” teorisi anlamlı bir zemine oturur. Ancak Alp Çıracı’nın yazdığı yazıdaki istatistiklerin boşa çıkarılması biraz zaman alacak gibi. Acizane cevap bekliyorum.

  2. lütfi bergen dedi ki:

    “hizmet sektöründe çalışan üniversite mezunu ve iş kanununa tabi biri olarak masa başında ve günde 9 saat zihinsel bir meşguliyete mecbur olan benim konumumda olanları işçiden ayıran şeyi anlamadım”

    yorumcu arkadaşımın ifade ettiği şartlar sol literatürün “işçi” tanımı içinde değil. Sol literatür işçi/proleter kavramını mülksüz tabaka için kullanıyor. ayrıca, emeği ile artı değer üreten üretim gücüne işçi denir. türkiyede işçi, köyündeki geçim modelini kültürel anlamda terk etmiş, toprağında özgür adamdır. mülk sahibidir. yahut ücreti ile mülk edinebilen adamdır. ücretle mülk edinebilen adamların “işçi sınıfı” kavramının içini cismani anlamda doldurmasından bahsediyorsunuz.

    • emre dedi ki:

      mesele ahilerin varlığının sorgulanması değil. Ahilik sürmüştür vs… Bugüne etkisi nedir? Sürekli geçmişteki belirli dönemleri uzun uzun anlatmak tam olarak ne ifade ediyor? Eğer akademik bir kaygı değilse, bugüne dair bir şeylerle ilişkilenmesi lazım. Esnaf candır. Bu başka bir şey. İşçinin ezilmediği gibi bir söylem ise bambaşka.

      Ahiler vardı evet, ve işçiler -önemsenmeyecek kadar ufak bir kısmı dışında- genel olarak eziliyorlar bu da başka bir şey. Mahalledeki esnafların dürüst olmasıyla, Terazidere’deki çorap işçilerinin, merdiven altlarında çalışan kot kumlamacılarının, hadi Sabancı’yı falan geçiyorum, 10 kişilik 15 kişilik atölyelerin nasıl bir ilişkisi var? Günde 12 saat, haftada beş gün, cumartesileri de yarım gün mesai ücreti almadan çalışmak ezilmek değil mi yani?

      Fazla iddialı. Savunma da yeterli değil. Mesele Osmanlı’nın iyi niyeti falan değil ki, mesele kapitalizm gerçekliği. Önce bu tartışmaları tamamlayalım, ondan sonra seri üretimin zararlarına geliriz.

    • bedri dedi ki:

      o zaman “türkiyede işçi sınıfı yoktur” derken hiç benimsemediğiniz “sol literatüre” göre bir çıkarsama yapmış olmuyor musunuz? ve bununla birlikte sol va sağ literateratürün sığlığından ve eklektik halinden kurtulmaya çalışan bu arkadaşlara haksızlık etmiş oluyorsunuz biraz.

  3. alp dedi ki:

    Kaleme aldığım yazının emeğin kapitalizmi yazısında anlatılan şeylere itiraz getirdiği görülemiyorsa benim yapacak pek bir şeyim yok, çünkü daha nasıl ifade edilir bilemiyorum. Tarihin belli bir dönemi için doğru olan şey bir diğer dönemi için doğru olmayabilir. Dahası bir çelişkinin varlığı ile onun diğer tüm çelişkileri hiçleştirecek şekilde her şeyi belirleyen en temel çelişki olduğu arasında ciddi bir fark vardır. Ben böyle gördüm, öğrendim, bunlar izahtan vareste şeyler değilse belki ben yanlış öğrendim. O yüzden benim açımdan tartışma zorlaştı, yazının altına bir yorumla yetinecem.

    Sayın Bergen “türkiyede işçi yoktur” cümlesini gerekçelendirmek için Kıvılcımlı’dan referansla 14. Yüzyıldaki tımar sistemini anlatmış. Benim açımdan tartışmayı imkansızlaştıran bir akıl yürütme biçimi bu. Uzun alıntının diğer gerekçesi benim bakkal-manav demem. Bergen’in ilk yazısında ahi mantığını BUGÜN taşımayı sürdüren somut kesimlere dair tek referansı vardı: “İslamcılar asıl Türkiye’de niçin bakkal, kasap, manav, çiftçi yok? diye sormalıdır.” Ben de BUGÜN’e dair konuşurken bunlara referans verdim.
    Kıvılcımlı’nın tarih algısı olduğu için Osmanlı/Türkiye’nin Bergen’in alıntıladığı 14. yüzyıldaki durumundan sonra epey dönüştüğünü de anlatır. Osmanlı Tarihinin Maddesi kitabında tımarın taa Fatih döneminde “tefeci bezirgan” egemenliğine girmeye başladığını, Fatih döneminde padişahın tabulaştırılması, kafes ardına çekilmesi, çıkarttığı kanunnamesi ile eşitlikçi göçebe toplumdan sosyal sınıflı medeniyete geçildiğini anlatır. Bu analize katıldığımdan söylemiyorum, hakim olduğum bir mesele değil. Sadece Bergen’in tarihi bir noktada dondurma gayretinin alıntılayabileceği hiçbir makul yazarla örtüşemeyeceğini vurgulamak için anıyorum.

    Sayın yazar sendikalı işçilerin ezilmediğinin apaçık olduğunu söylemiş. Türkiye’de sendikalı işçiler, işçilerin toplamının % 5′i civarında. Öncelikle bunu bilelim. Dahası o sendikalı işçilerin ezilmediğini nasıl, nereden hareketle, hangi verilere dayanarak söyleyebiliyoruz? Ben ezilme ihtimali olan birine “sen ezilmiyorsun” demekten korkarım, çünkü eğer yanılırsam inancıma göre o insanın kul hakkının gasbına onay vermiş, dolayısıyla o gasba dolaylı olarak da olsa ortak olmuş olurum. Bu konuda Bergen’le belli ki çok net bir şekilde ayrışıyoruz. Muhakkak ki çok iyi maaş alan sendikalı işçiler de olabilir, yok diyemem, incelemek lazım, ama tersini biliyorum. Yazımın sonunda andığım arkadaşım uzun bir işsizlik döneminin sonunda sendikalı bir fabrikaya girdi. Bugün aldığı maaş ikramiyesi, fazla mesaisi şusu busu aylık 1.400 ile 1.600 arasında değişiyor. Beş gün 10 saat, cumartesi en az yarım gün çalışıyor. Fabrikanın sahiplerinin karlarını ise ancak hayal edebiliriz. Arkadaşımın gözlemine göre fabrikada hemen herkes işyerinden, koşullardan şikayetçi… Arkadaşımdan daha kötü ücret alan milyonlarca işçi var, ama kötünün kötüsü var diye, kötünün iyisini adil diye pazarlamak bizim değil egemenlerin işi.

    Sayın Bergen hem “Marksizm burada geçmez” diyerek yerlici olmak lazım diyor, hem de benim tüm anlattıklarımın hiçbir yerinde Marks’a referans filan yokken, kendisi işçinin tarifini ısrarla Marksist, herhangi bir Marksist de değil Ortodoks Marksist anlayışla yapıyor: “patrona artı değer üreterek…” Dolayısıyla bu Marksist tezle paralel olarak sadece mavi yakalı işçileri işçi olarak kabul ediyor, hizmet sektörü işçilerini işçiden saymıyor. Önceki yazısındaki “işçi yoktur” tutumuna göre gerçeğe daha yakın en azından. Bilebildiğim kadarıyla Marksistlerin büyük bir bölümü bile bu tezi bıraktı, ama Bergen niyeyse bırakmıyor. Benim yaptığım tanım, kendisinin Marksist işçi tanımına uymuyor diye beni eleştiriyor. Beni emek değer teorisi ya da artı değer tanımı vs. ilgilendirmiyor. Benim işçiden kastım hepimizin ya da çoğumuzun gayet iyi bildiği ve gayet de yeterli olan ecir-i hass’tır. Resulullah (s.a)’ın “teri kurumadan ücretini veriniz” dediği, “tutup çalıştırdıktan sonra ücretini vermeyen”in kıyamet gününde karşısında bizzat kendisini bulacağını duyurduğu işçi işte. Bildiğimiz işçi. Lafı dolandırmakla elimize bir şey geçmez. Bu ilişkide, yani işçi-işveren ilişkisinde yapısal olarak işçi aleyhine bir takım haksızlıklara meyl olmasaydı bu hadislere ne gerek olurdu? Bugün bir konfeksiyon atölyesinde çalışan bir vatandaş işinden atılır, gider taşeron bir temizlik şirketinde temizlikçi olur, ihalesi biter, ortada kalır gider lisans alır güvenlik elemanı olur. Onun ihalesi biter de ortada kalırsa belki gider yeniden bir atölyede ya da fabrikada mavi yakalılığa döner. Bu farklı sektörlerdeki işlerde kendisi açısından, çalışma koşulları, ücreti, işyerinde gördüğü muamele vs. açısından değişen pek ve pek azdır.

    Bergen sağ olsun tinerci çocukların işçi olmadıklarını, işçi ailelerden gelmediklerini anlatmış. Tersini söyleyen mi oldu? Ne ben şahsen, ne emek adalet bir grup olarak çok şükür indirgemecilikle malul değiliz. Yani “bu önemlidir, öyleyse bu tek sorundur, öyleyse bu her şeyi belirleyen, diğer her şeyi de manasız kılan tek meseledir” diye düşünmüyoruz. Yazımda da açık bir şekilde anmıştım zaten. Biz “işçiler eziliyor” diye düşündüğümüz için sadece işçilerle ilgilenmiyoruz. İçinde işçilerin çok önemli bir kesiminin de bulunduğu toplumun tüm ezilen kesimlerine yönelik olarak düşünüyoruz, dertleniyoruz. Elimizden geldiğince de bu kesimlerden herhangi birinin bir somut sorununa yönelik olarak somut gayret sarf etmeye çabalıyoruz.

    İnsan tümevarım kaygısından bu kadar uzak olup, tümdengelime bu kadar yersiz bir şekilde güvendiği zaman, “bir şirkette işçi olarak çalışan mühendis işçi sayılır mı?” sorusunu işçi meselesine dair söylediklerimi komple alt edecek bir soruymuş gibi sorabiliyor. Sorunun cevabını geçiyorum, tartışmakta zorlanıyoruz zaten. TÜİK’in 2010 verilerine göre profesyonel meslek mensuplarının tüm çalışanlara oranı % 7. Bu kategorinin içinde askerler hariç hemen hemen tüm 4 yıllık üniversite mezunları var: öğretmenler, mühendisler, doktorlar, avukatlar, bankacılar, muhasebeciler, din görevlileri vs. vs. Yani mühendisler etsin etsin % 1 eder. Bu % 1′in içindeki, işyerlerinde suyu çıkartılan genç mühendis arkadaşlarıma filan hiç girmiyorum.

    “Türkiye’de İslam hayatı kavradığı sürece işçi yekünü büyüyemeyecektir.” Bu cümle sayın Bergen’in gerçeklerle yüzleşme konusunda çok sıkıntı yaşadığı, anlaşamayışımızın temelinde bu olduğunu bana çok açık şekilde ortaya koyuyor gibi geldi. Ondan önemsedim. Türkiye’de İslam hayatı kavrıyor da bizim mi haberimiz yok?

    “Batı toplumuna has kurumları bize taşıyan”, “esnaf-çiftçi” gibi “geleneksel kurumlarımızı” tasfiye eden, “kentleri ve endüstriyi büyüten” ne benim, ne işçiler, ne de ‘işçiler eziliyor, buna bir son vermemiz gerek’ diyenler. Bunları yapan kapitalizm, kapitalistler ve onların kafasıyla düşünen devletliler. Sayın Bergen bu saydıklarını engellemek istiyorsa, en azından olumsuz olduğunda anlaştığımız bu dönüşümde iki yüzyıldır gelinen noktayla yüzleşmeli. Kafasına kuma gömercesine, yeri gelince 50-60 yeri gelince 500-600 yıl geriye kaçarak kendisini hayali bir geçmişe hapsetmemeli. Elbette ki her ne ise idealini diri tutmalı, onun perspektifiyle bakmalı. Ama bugünle, bugünün toplumsal yapısıyla, bugünün sorunlarıyla, bugün yapılması gerekenlerle yüzleşmeli. Aksi takdirde zalimi mazlumdan ayıramaz. Kendisine naçizane tavsiyem budur.

  4. Lütfi Bergen dedi ki:

    alp çıracı arkadaşıma teşekkür ediyorum. ben de bu tartışmayı uzatmak yanlısı değilim.

    “sendikalı işçi ezilmiyor” ifadesi başka yorumcu tarafından “işçi ezilmiyor” şeklinde yansıtılmış. böyle giderse “mutluyuz, sorun yok, dedi”, demeye gelecek.

    istatistiklere her şeyi söyletebilirsiniz. ben istatistiklerinize katılamayacağım. türkiye’nin asıl çelişkisi emek-sermaye diyalektiği değil. küresel sermaye ile anadolu’nun tımar- ahi kültürü arasındaki çatışmadır. bu bir fikir. isteyen kabul etmez. benim tezim, kemal tahir- muhittin birgen- memduh şevket esendal- nurettin topçu’dan besleniyor. onlar da sizin 14. yüzyıl dediğiniz ahi-tımar modelinden.

    sizler “kent ideolojisine” muhtaçsınız. çünkü işçi avrupa’da “kentin havası özgür kılar” diyerek kente gelmiş bir adam. bizde de aynısı çalışılıyor. ancak bir farkla, köyden gelen adam zaten özgür. toprak kölesi değil. buraya üretim biçimindeki statüsünü değiştirmeye geliyor.

    öncelikle sizin “işçi” tanımı bakımından muğlaklık içinde olduğunuzu söylemek isterim. Kamuda öğretmen memur, özel sektörde işçi diye anılıyor. Aralarındaki fark özlük hakları dolayımında. Erdemli belediyesinde çalışan üniversite görmemiş işçi kamudaki memurdan fazla alıyor. bu durumda işçi kim? sigortalı çalışan işçi mi?

    işçi kavramı hakkında elbette teorinin mehazlarını kullanacağım. yazının sahibi işçi kavramını avrupa’dan refere ettiği bir dolu alıntı ile yapıp dururken, bana ortodoks marksist literatüre başvurmamam hakkında “naçizane tavsiyede” bulunmakta. işçi deyince, fiziksel emek harcayan ve bunun için belirli bir ücret alan kişiler kastedilir. Üniversite mezunu, görece yüksek ücret alan ve lüks tüketimde bulunan kişilerin içinde bulunduğu sınıf, orta sınıf olarak tanımlanabilir. İşçi sınıfı gelir düzeyi, eğitimi ve kültürel ilgi alanıyla üst sınıf ve orta sınıfın karakteriyle uyuşmaz. işçinin tüketim adamı olduğu ortodoks metinlerin hangisinde görülmüş. işçi tüketemeyecek bir ücretle emeğini satan adam olduğu için mühendis, öğrtetmen, avukat, hemşire vs. ücretli kesimi işçi diye nitelendiremezsiniz. ayrıca sizin “sınıf” kavramına referans vermeniz, bal gibi de marksist jargondur. Her ücretli kişiyi işçi sayamayız. işçinin kim olduğu tartışması halen devam ediyor. hem de bütün dünyada.

    işçi tipolojisi, emeği ile mülk sahibi olamayacak adamdır. bu nedenle onlarda sınıf bilinci, kendi için sınıf teorisi gelişebilir. iş hayatında deneyimi arttıkça geliri de artan kişiye işçi denmeyecektir. zaten bu tipin niteliksiz ücretli ile ortak bilinç ve hareket içinde yaşayabileceği düşünülemez.

    afilli resimlerle işçi hareketi tarihini vermişsiniz. avrupa’da işçi olmamaya yönelik bir direnç vardı, lüddistler vardı. bunu yazmamışsınız. türkiye’de işçi olmak köylü olmaktan her zaman daha kolay ve tercih edilir bir şeydi. halen de öyledir. köyünde toprağı olan adamlar kendi işinde çalışmak istemez. avrupa’da köylü toprağı olsa idi kente gelmezdi. çünkü avrupa köylüsü köledir, toprakla alınıp satılırdı. feodal beye de eşinin gerdek gecesini vermesi gerekirdi.

    genç mühendis arkadaşlarınız on yıl sonra lümpen burjuva olacaklar, banka cüzdanları da hafif dolgun olacak. ücretli ama konformist bir tabaka var. sıkıntıları da daha fazla tüketememek.

    yazarın benim bir devekuşu olduğumu iddia etmesine ne demek gerektiğini kestiremedim.

    meraklısı için sayısal veriler:

    kamuda çalışan öğretmen maaşları:
    1/4- 1906, 2/1 1849, 4/1 1775

    özel sektörde çalışan öğretmen maaşları
    1500- 1700 arası.

    erdemli belediyesinde en düşük işçi maaşı: 1750 TL

    TCDD yollarında yeni işçi başlangıç ücretleri : 1260 net (2011 şubat)
    http://www.hizlidemir.com/v1/…/12-tcdd-yeni-isci-baslangc-uecreti.html

    10 haziran 2011 Bursa BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ VE BUSKİ İLE HİZMET İŞ SENDİKASI ARASINDA İMZALANAN TOPLU SÖZLEŞMEYLE EN DÜŞÜK İŞÇİ MAAŞI 2 BİN 81 TL’YE ÇIKTI.
    http://www.bursa.bel.tr/buyuksehir-de-toplu-sozlesme-sevinci/haber/6940/

    İstanbul Büyükşehir:
    1 Ocak 2011 ile 31 Aralık 2012 tarihleri arasında yürürlükte kalacak toplu iş sözleşmesinde, işçilerin çıplak ücretlerine yüzde 8 zam yapıldı ve 01.09.2009 sonrasında işe giren ve önceki işçilerden düşük ücret alan işçilerin ücretlerine ayrıca 50 TL seyyanen zam yapıldı. Ücretin parçası olan Emek Zammı da 5 TL’den 5.50 TL’ye yükseltildi. Sözleşmenin ikinci yılında ise enflasyon oranında zam yapılması kararlaştırıldı.
    Birleştirilmiş Sosyal Yardımlar 235 TL’den 290 TL’ye, Yemek Yardımı da 7,5 TL’den 8.80 TL’Ye yükseltildi. Yeni toplu sözleşmeyle ortalama net maaş 1614.82 TL’den 1807.03 TL’ye çıkmış oldu. Net Ortalama Giyinik Ücret ise 2 bin 58 TL iken 2 bin 296 TL’ye çıktı.http://www.kamupersonel.com/son-dakika/07/13/2011/buyuksehirde-isci-maasi-ortalama-bin-800-tl.html

    • sendikalı işçi dedi ki:

      sayın bergen ; memurlar net diye bir site var onu tavsiye ederim, tek tek bütün kamu kurumlarında ödenen maaşları bulabilirsiniz. hatta bir kaç gün emek harcayarak ortalama maaşları bile hesaplayabilirsiniz. böylece kamuda çalışan sendikalı işçilerin ne kadar da yüksek maaş aldıklarını ispatlayıp sendikalı işçi ezilmiyor tezinizi güçlendirebilirsiniz. sonra yazdığınız bu tezin kağıdı ile kese kağıdı yapıp mazlum esnafımızdan alışveriş yapıp aldığınız malzemleride içine koyabilirsiniz. gayet güzel bi kombinasyon olur.

  5. Hüseyin GÜRKAN dedi ki:

    Sayın Bergen,İşçi yoksa tüm üretilenleri kim üretiyor?
    Yolları, apartmanları, fabrikaları, büyük-küçük sanayi tesislerini, komyonları, otomobilleri, kağıdı, kalemi v.b.lerini kimler üretiyor? Bu çalışanların adı ne? Bilgisayarları, onların programlarını, hesap makinalarını kısaca etrafımıza baktığımızda ne görüyorsak onu kimler üretiyor? İşçiler demeyeceksek ne diyeceğiz.?
    Bu sıralamalarda köylü ve onun ürettiklerinden hiç bahsetmiyorum. Çünkü sanırım makalelerde konu köylülük değil.Onlar üretim araçlarına sahiplik bakımından işçi sınıfından değildir.
    Çalışanların aldıkları ücretle, ellerindeki diplomayla veya devlet-özel gibi bir kurumda çalışıyor olmasıyla, onların üretmek için tek sahibi oldukları işgüçlerini satıyor olmaları işçi olmaları gerçeğini ne kadar değiştirir? Onların(işçilerin) sınıf bilincinden ve sınıfı için yapması gerekli hak mücadelesinden uzak olmaları, örgütsüz olmaları yok olduklarını gösterir mi?
    Kapitalizmin yeryüzünden yok edilmesi ile tüm insanlığın gerçek kurtuluşu arasındaki ilişki hiç bu zamanki kadar güncel ve anlaşılır olmamıştı. “İslamın yaşanması” ile işçilerin azalacağı tezinin nedeni yoksa modern(rekabetci) kapitalizmin uygulamak zorunda olduğu “Hür işçi” lerin sonunun geleceğini mi gösteriyor. Kanla ve acılarla elde edilmiş özgürlük kırıntılarının da yok edilip, örgütsüz kölelik mi hayal ediliyor? Öyle ise vay insanlığımıza!
    Ben böyle düşünmüyorum; İslamın gerçeği;mal biriktirmeyi,zenginliği, sınıf farklarını, köleliği,cinsiyet ayırımı, artı değerin oluşumunu ve istismarını önlemeye çağırıyor insanları.Allah tüm insanları eşit ve kardeş olarak tanımlamıyor mu? Var edilen her şey tüm insanlar için değil mi? Aynen geri gelmez (gelmemeli de) ama Dirlik Düzeni denilen ve kaynağını islamın eşitlik ve kardeşlik temelinden alarak yüzlerce yıl yaşatılan,döneminde her yönüyle cazibe merkezi olan “Kamu” anlayışı, günün ihtiyaçlarına göre geliştirilmiş haliyle ve özüne dokunulmadan yeniden gündemdedir. Bu anlayış ve düzen sadece ülkemiz için değil, tüm insanlık için geçerlidir.
    Konu bu ortamlarda tartışılması zor boyuttadır.Bana göre tarihsel ve güncel yanları ile insanlığın önündeki en önemli ve acil gündemdir. Yanlış anlama ve anlatımlar olabilir. Hepimiz anlamak ve anlaşılmak isteriz. Bunun için de her kişinin düşünce ve görüşlerini özgürce sunabileceği bir “Dirlik Düzeni” ortamı gerekmiyor mu?
    Umarım ilk defa yazdığım bu ortam öyledir.
    Saygı ve sevgilerimle,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir