Ahilik ve Ahiler

FETA VE FÜTÜVVET

Ahilik meselesine girmeden önce fütüvvet ve fütüvvetnameler nedir, bu konulara değinmek gerekiyor. Çünkü Ahiliğin temeli, fütüvvet teşkilatı ve fütüvvetnamelere dayanıyor.

“Adamlık ve erlik manasına gelen ‘mürüvvet’ kelimesiyle, gençlik, yiğitlik ve cömertlik manalarını ifade eden ‘fütüvvet’ kelimesi, esas itibarı ile tasavvufa dayanan, fakat aynı zamanda iktisadi teşekkülleri de kavraması ve sanat erbabını teşkilatlandırması bakımından ekonomik bir hüviyette taşıyan ehli fütüvvet tarafından daha şümullü manalara alınmış ve bir terim olmuştur. Bunlarca mürüvvet fütüvvetin esasıdır, fütüvvetse, mürüvvetin sonudur. Bu bakımdan her mürüvvet ehli, fütüvvet sahibi değildir. Fakat her fütüvvet ehli, mürüvvette en ileri dereceye varmıştır.”[1]

Fetâ kelimesi cömert ve sadık genç delikanlı demektir. Kuran’da Ashab-ı Kehf’e fityan yani yiğit gençler denir. Hallac bu kelimeyi, mutlak sadakatları ve sözlerine bağlılıklarıyla üstün olanlar için kullanmıştır. Fakat İslam dünyasında bu feta kelimesi özellikle Hz. Ali için kullanılmıştır. ‘La feta illa Ali, La seyfe illa Zülfikar’ denir. Yani Ali’den daha yiğit, Zülfikar’dan daha üstün kılıç yoktur demektir.

“Terimin Farsça’daki karşılığı olan civanmerd, velayetnamelerde pek çok sufi için, özellikle de samimi Melametiler arasında sayılanlar için kullanılmıştır. Bu bağlantı gayet inanılırdır ve Melametiyye üzerine bir risale yazmış olan Sülemi, Fütüvvet üzerine de bir risale yazmış ve bu risale de gerçek feta’nın 212 tanımını vermiştir. Kuşeyri risalesinin özel bir bölümünde fütüvveti ele alıp işlemiştir. ‘ Feta, hasmı bulunmayan kimsedir… Sofrasında bulunan veli ve kâfir arasında fark görmeyendir… Bu ahlaki vasıf (fütüvvet) kâmil manasıyla Resulullah’dan başkasında tecelli etmemiştir. Kıyamet zamanı bütün insanların, nefsim, nefsim, ben, ben diyecekleri bir zamanda O ‘ümmetim, ümmetim’ diyecektir. İbn Arabi’nin feta tanımını genel olarak kabul etmek mümkündür. ‘Feta büyüklerine saygı gösteren, küçüklerine veya kendinden alttakilere merhamet eden ve akranlarını kendisine yeğleyen kişidir. Tasavvufun fedakârlık, başkalarını kendine yeğleme ideali, fütüvvet kavramında mükemmelliğe ulaştırılmıştır.”[2]

Tarihi köklerine inilecek olursa daha 8. Yüzyıl içinde fütüvvet ehline rastlanabildiği söyleniyor. Fütüvvet ehli daha o zamanlarda kendilerini sufilerden ayırmaya başlamışlardır ve Melami meşrebe çok yakın olmuşlar ve Melamilik ve fütüvvet ileriki tarihlerde içi içe anılır olmuşlardır. Kısacası Melamilik, fütüvvet teşkilatının en dinamik unsuru olmuştur diyebiliriz. Bunu en iyi gördüğümüz yerlerden biri Sülemi’nin, Melametiliğe ait en eski metinlerden biri olan ‘Risalet al Melamiyye’sidir. Orada şöyle der

“Melameti şeyhlerinden bazılarına, ‘Sizce fütüvvet makamını kim kazanır? Feta adını kim hak eder diye sorulunca dediler ki ‘Tanrı hepsine Rahmet etsin, kimde Adem’in özür getirmesi, Nuh’un sebatı, İbrahim’in vakarı, İsmail’in doğruluğu, Musa’nın ihlası, Eyyub’un sabrı, Davut’un ağlayışı, Muhammed’in cömertliği varsa, yine Tanrı hepsinden razı olsun, kimde Ebu Bekir’in acıması, Ömer’in hamiyeti, Osman’ın utangaçlığı, Ali’nin bilgisi bulunursa, sonra da bütün bunlarla beraber nefsini horlar, ayıplarını görürse, o kimse fütüvvet sahibidir, feta adını hak eder.’”[3]

Görüldüğü üzere Melamilik ve fütüvvet tarih içerisinde de iç içe geçmiş durumdadır. Sülemi gibi Kuşayri’de (1073 ) bir risale yazar ve bu risalesinde, Fuzayl, Tirmizi, Ebu Bekr al Varrak, Cüneyd-i Bağdadi gibi isimlerin sözlerine yer verir ve bu isimlerin hepsi de Melamilikle birlikte anılırlar. Yine aynı şekilde Ahmed bin Hanbel ve İmam Cafer-i Sadık’ın sözlerine de yer verir.

“İmam Cafer’den rivayet edilen söz çok enteresandır. İmam Cafer’e, Şakayık-i Belhi soruyor. ‘Fütüvvet nedir?’, İmam sen ne dersin diyor. Şakıyk ‘Tanrı bir şey verirse şükrederim, vermezse sabrederim’ deyince, İmam ‘Medine’deki köpeklerde böyledir’ diyor. Şakıyk ‘Ey Tanrı elçisinin kızının oğlu, sence fütüvvet nedir?’ diye tekrar sorunca, İmam ‘Bize Tanrı verirse, kullarına ihsan ederiz, vermezse şükrederiz’ diyor.”[4]

Bu örneklerde şunu da görüyoruz, fütüvvetnamelerde Şia ile Sünniliğin önemli isimlerini beraber anarak, o dönem İslam dünyasında yaşanan bu mezhep çatışmasını da aşmaya çalışmışlardır.

Görüldüğü üzere Fütüvvet ehli olmak, büyük bir iman, amel ve sebat gerektiren bir iştir. O yüzden tasavvufun sınırlarını aşan ve genişleten bir işleve sahip olmuştur. Fütüvvet için örnek gösterilen kişiler, Hz. İbrahim, Hz. Muhammed ve Hz. Ali gibi kişilerdir.

“Büyük sufilerin tariflerine göre fütüvvet, kendini değil, Muhammed gibi halkını düşünmek, halkın derdiyle dertlenmek, nefsi için istediğini fazlasıyla başkası içinde istemek, kusur ve ayıpları örtmek, nefse düşman olmak, yoksuldan nefret duymamak, zengine halini arz etmemek, eline geçenle, elinden çıkanı bir görmek, kimseye düşman olmamak, kimseden mürüvvet ve insaf beklememek fakat herkese karşı insaf sahibi olmak, iki âlemden de geçmektir. Bu tarifler arasında Cüneyd’in, ‘Fütüvvet Şam’da, fesahat Irak’ta, doğruluk Horasan’dadır’ sözü, hicri üçüncü asırda, fütüvvet ehlinin Şam’da temerküz ettiğini göstermektedir. Bu tariflerin çoğunun, Risalat el Melamiyette’de bulunması, bize Kuşayri’nin kaynaklarından birini göstermiş oluyor. Kuşayri’ye göre fütüvvetin aslı, kulun daima başkasının emri altında olmasıdır. O, bazılarının ‘Feta, yanında veli ya da kâfirin yemek yediğini fark etmeyen kimsedir’ dediğini ifade eder ve bazı âlimlere nispeten şu hikâyeyi nakleder. ‘Bir gün, İbrahim Peygambere bir Mecusi konuk geldi. İbrahim, ‘Müslüman olursan seni konuklarım’ dedi. Konuk bu söze gücenerek gitti. Tanrı’dan, İbrahim’e, ‘Elli yıldır, kâfir olduğu halde ben onun rızkını veriyorum da, sen bir gececik konuklamadın, bir kerecik olsun doyurmadın’ diye vahiy geldi. İbrahim perişan bir halde hemen konuğun peşine düştü. Koşa koşa ona gidip hemen özürler diledi, Mecusi bu özür dileyişin manasını anlayınca, hemen Müslüman oldu.”[5]

Görüldüğü üzere yukarıdaki isimler birer Feta örneği olarak zikredilmekte ve onların örnek kişilikleri ve fedakârlıkları etrafında bu teşkilatlar örülmektedir. Fütüvvet erbabı o yüzden çok idealize edilen bugünkü tabirle, toplumların öncü kuvvetleri olmaya namzettirler. Mesela fütüvvet ehli, fütüvvetnamelerde şöyle anlatılır:

“Fütüvvet, nefis sıfatlarından arınmış kalbin makamına verilen adıdır. Bu temizlik imandan sonra, hidayetteki fazlalık ve ilerleyiştir. Fütüvvet kendinde bir fazilet ve hak görmemektir. Bu da üç derecedir; birinci derecesi, düşmanlığı terk etmek, kusuru görmezlikten gelmek, eziyeti unutmaktır. İkinci derecesi, sana isyan edene yaklaşman, eziyet edene ihsan etmen, kötülükte bulunana karşı özürler dilemen ve bunları kızgınlığını yenerek değil, sabrederek, lütfeyleyerek, seve seve ve affede affede yapmandır. Üçüncü derecesi, seyrinde ve şühudunda seni hiç kimsenin durduramamasıdır. Şunu bil ki düşmanını şefaate başvurmaya muhtaç eden ve onun özür dilemesinden utanmayan, fütüvvet kokusunu alamaz. İstidlal yoluyla hakikat nurunu dileyen kişiye fütüvvet davasında bulunmak, ebediyen helal olmaz.”[6]

AHİ EVREN VE AHİLİK

Görüldüğü gibi Fütüvvet ehli olmak tam anlamıyla kendini iyiliğe adamakla neredeyse birebir örtüşüyor. Peki, bu fütüvvetin, Ahilikle ilişkisi nedir? Anadolu’da, kendisini Ahi ocakları içinde gösteren fütüvvet teşkilatı buralara nasıl gelmiştir? tarihi seyri nasıl oluşmuştur?

Abbasilerin 34. Halifesi olan Nasır li dinillah (1180-1225) olmuştu. O sıralarda İslam coğrafyası yine büyük değişimlere gebeydi. Selçuklular yıkılmış, yerine Harezmşahlar o coğrafyaya hâkim olmaya başlamıştı. Tekiş, Harezmşahların sultanıydı. Selçukluların konumunun kendileri için de devam etmesini istiyordu.

“Tekiş en Nasır’a bir mesaj göndermiş ve kendisini Bağdat sultanı olarak kabul etmesini talep etmişti. Oysa en-Nasır’ın planları farklıydı ve halifenin müttefikliğinden, halifenin hamiliğine soyunan Tekiş, bir anda halifenin düşmanı haline geldiğini fark etmişti.

Irak’taki Selçuklu iktidarının yıkılması, en-Nasır’ın eline bulunmaz bir fırsat vermiştir. Hedefi iki hamleden oluşuyordu. İlkin, İslam dinini halifenin manevi önderliğinde bir bütünlüğe kavuşturmak ve halifenin fiili idaresinde Bağdat’ta bir halife prensliği, herhangi bir harici irade veya tesirden muaf, dini siyasetlerin merkez üssü olacak, kilise devleti benzeri bir yapı kurmak;  ikinci ve sınırlı hamleyse, Tuğrul’a ve ardından da Tekiş’e karşı siyasi ve askeri eylemlere girişmekti. Birinci ve muhtemelen esas hedefi olan İslam’ın restorasyonu, hem On iki İmam Şiiliğine, hem de İsmaililere yönelik açılımları da içeren bir dizi dini, sosyal ve eğitimsel inisiyatifle pekiştirilmiş ve dini inisiyatif konusunda çarpıcı bir başarı elde etmişti”[7]

Alamut’ta faaliyet gösteren İsmaililer ile halifeliğin arası düzelmeye başlamıştı. O dönem kalenin emiri olan Celaleddin Hasan’ın annesi Sünni idi ve Hasan daha babası hayatta iken, Nizarilerin ortaya atmış oldukları kıyamet öğretilerinden hoşlanmıyordu ve daha geniş bir İslam kardeşliği çerçevesi çizmek istiyordu.

İşte bütün bu olayların sonucunda, Halife, Fütüvvet meselesini bir çerçeve halinde Abbasi’lerin en önemli konularından haline getiriyordu. Sühreverdi’nin çalışmalarını büyük bir çabayla destekliyordu. Hatta Anne Marie Schimmel bunun neredeyse Sühreverdi’nin kendi politikası olduğunu ve bu politikanın, halifeliğin resmi politikası haline geldiğini söyler. İşte tamda böyle bir ortamda, bir yandan Şiilerle kavga etmemek ve onlarla anlaşmanın bir yolunu bulmak, diğer yandan, Harezmşahlara ve daha sonra ortaya çıkacak olan Moğol tehlikesine karşı Sühreverdi’yi ,Mısır ve Suriye Eyyubileri’nin ve Anadolu Selçuklu’larının topraklarına elçi olarak gönderiyordu.

Abdülbaki Gölpınarlı, Halife Nasır’ın İmamiyye mezhebinden olduğunu söyler ama doğrusu ben aynı kanaatte değilim, kendisi son derece pragmatik bir şekilde, dışarıdan gelen tehditler karşısında, hem içeride, hem de dışarıda kendisine müttefikler bulmak amacıyla, aslında Şii unsurların bol miktarda bulunduğu fütüvvet teşkilatını adeta kendi egemenliğini tesis edebilecek bir kurum olarak ortaya çıkarmıştır. Bu Anadolu Selçuklu topraklarında kendisine Ahilik olarak yaşama imkânı bulan bir teşkilattı.

1204 yılında 1. Gıyaseddin Keyhüsrev, Anadolu Selçuklu tahtına çıkıyordu. Kendisi abisi Süleyman Şah devrinde, sürgüne gönderilmiş, annesinin Bizanslı olması hasebiyle, Bizans’a dayılarının yanına sığınmıştı. İşte tam o sıralarda, Bizans, Latin işgali altında kalıyor ve haçlılar, İstanbul’u yağmalıyorlardı. Bir müddet İznik’te kalan Gıyaseddin, abisinin ölüm haberini alınca, Konya’ya geliyor ve Selçuklu tahtına çıkıyordu. Bu arada kendisi sürgüne gönderildiğinde, kendisi ile birlikte sürgün edilen ve Şam’a giden, Sadreddin Konevi’nin babası olan, hocası Mecdeddin İshak’ı, cülusunu bildirmek üzere Bağdat’a Halife Nasır li Dinillah’a göndermişti. O yıl hacca da giden Mecdeddin İshak, Bağdat dönüşünde, yanında Halifenin Fütüvvetnamesi ile birlikte, Şeyh Hasan Onar, Muhyi’d-din İbnü’l-Arabi, Ebu Ca’fer Muhammed el Berzai, Evhadü’ddin-i Kirmani, gibi birçok bilginleri Anadolu’ya getirmiştir. Ahi Evren, Şeyh Nasirü’d-din Mahmud’un da bu kafile ile Anadolu’ya geldiği anlaşılmaktadır.[8]

Ahi Evren Anadolu’ya geldiği zaman, mürşidi Evhadüddin Kirmani ile birlikte Kayseri’ye yerleşiyorlar.

“Ahi Evren 1205 yılında Anadolu’ya geldikten sonra Kayseri’ye yerleştiği ve burada bir debbağ atölyesi kurduğu, zamanla bu debbağ atölyesinin büyümesi, işçi ve ustalarının çoğalması sonucu burada Debbağlar Mahallesi diye bir mahalle meydana gelecek kadar geliştiği anlaşılmaktadır. Hacı Bektaş Velayetnamesinde Ahi Evren’in Kayseri’de bir debbağ atölyesi kurduğu bildirilmektedir.

Hocası Evhadüddin ile birlikte Kayseri’ye yerleşen Ahi Evren ilk olarak burada Ahi teşkilatını kurdu. Bu konuda devletin himaye ve desteği ile sanatkârların, sanatlarını icra etmeleri için bir sanayi sitesi inşa edilmişti. Debbağ olan Ahi Evren, bütün sanatkârların lideri olarak bu sanayi sitesinde hizmet vermekte idi.”[9]

Görüldüğü gibi, Ahilik ilk defa Kayseri’de hayata geçmekle birlikte, Konya, Sivas, Amasya, Ankara ve Kırşehir gibi şehirler başta olmak üzere bütün bir Anadolu’da teşkilatlanmaya başlıyordu. 1220 yılında Alaaddin Keykubad, sultan olduğunda Konya’ya gelişi sırasında kendisini binden fazla Ahi’nin de karşıladığı ifade ediliyor. 1332 yılında Anadolu’ya gelen İbn Battuta, neredeyse gezdiği bütün merkezlerde Ahi tekkelerinde misafir olduğundan bahsediyor.

Ahi Evren ve Ahiler, 1. İzzeddin Keykavus zamanında, Kayseri’de bulunan, beylerle problem yaşamaya başlıyorlar. Bunun sebebi de muhtemelen, Keykavus Sultan olarak ilan edildiğinde, kendisine isyan bayrağı açan ve onu Kayseri’de kuşatan Alaaddin’in, bu beyler marifeti ile püskürtülmesinden ve Malatya’da hapsedilmesinden sonra, birçok yetki ve hak alan ve iktalarını büyüten beylerin, ahiler üzerine yaptıkları baskılar yüzünden olabilir. Bu baskılar ve mallarına el konulması sonucu, Ahi Evren’in hocası Evhadüddin Kirmani, Alaaddin Keykubad’a bir mektup yazıyor. Bu mektupla birlikte Kayseri’ye gelen Alaaddin, Ahiler üzerindeki bu baskıyı kaldırıyor ve Ahi Evren’i yanına alarak, Başkente, Konya’ya götürüyor.

Ahi Evren Kayseri’de iken, Hocası Evhadüddin’in kızı, Fatma Bacı ile evleniyor ve bu Fatma Bacı ilk olarak Kayseri’de, Ahiliğin kadınlar kolu olan, Bacıyan-ı Rum’u kuruyor. Ahi Evren Konya’da, sarayda hocalık yapmaya başlıyor ve bu Alaaddin Keykubad’ın öldürüldüğü tarihe kadar sürüyor. Yerine geçen 2. Gıyaseddin Keyhüsrev ile çatışma yaşayan Ahi Evren, 1239 yılında tutuklanıyor. Bu tarih aynı zamanda Baba İlyas’ın da tutuklanıp, öldürüldüğü ve Babailer isyanının başladığı tarihtir. Bu tutuklama üzerine Fatma Bacı, Konya’yı terk edip, evi olan Kayseri’ye dönüyor. 1243 yılında Kösedağ savaşında yenilip, Moğollara teslim olan Selçuklu yönetimine rağmen, Kayseri’de Ahilerin başı çektiği bir direniş gerçekleştiriyorlar. Sonuçta Kayseri’de, Moğollar büyük bir yıkım gerçekleştiriyorlar ve Fatma Bacı, Moğollara esir düşüyor. 1245 yılında Vezirliğe gelen Celaleddin Karatay, Ahi Evren’i serbest bırakıyor. Kendisine yardımcı yapıyor. 1247 yılında Ahi Evren ve arkadaşları, Şems-i Tebriz’inin öldürülmesi nedeniyle, Konya’dan uzaklaştırılıyorlar. Bu tarihten itibaren Kırşehir’de yaşamaya başlıyor. 1261 yılında ise Nureddin Caca tarafından öldürülüyor.

Buraya kadar Mikail Bayram’ın anlattığı kadarı ile hayat hikâyesi böyle olan, Ahi Evren, Mikail Bayram tarafından, hepimizin menkıbevi bir kişilik olarak tanıdığımız Nasrettin Hoca ile Ahi Evren’in aynı kişi olduklarını ve onların Şems, Mevlana ile özellikle ‘ideolojik’ olarak kavgalar ettiklerini, ayrıca Mevlana’nın oğlu Alaaddin Çelebi’nin de, Şems ile evlendirilen Kimya Hatun ve ona olan aşkı yüzünden Ahi Evren ile birlikte hareket ettiğini söylüyor. Mevlana’nın müridi olan Nureddin Caca’nın, Ahi Evren ile birlikte, Alaaddin Çelebi’yi de katlettiğini ifade ediyor.

Peki bu Ahi Evren’in kurmuş olduğu bu Ahi teşkilatı kısaca nasıl bir şeydi ve Ahi Evren neyi hedefliyordu?

Mikail Bayram, ‘Ahi Evren ve Ahilik Teşkilatının Kuruluşu’ isimli kitabında, Ahi Evren için şöyle nitelendirmelerde bulunur. Ahi Evren’i, ilimle uğraşan, eğitimci ve filozof bir kişilik olarak tarif eder.

“Anadolu Ahi teşkilatının kuruluşunun temel amaçlarından biri de ilmi, çeşitli sanat alanlarında uygulama ve toplumu bundan yararlandırma ülküsüdür. Ahi Evren eserlerinde bu ülküyü topluma vermeye çalışmaktadır. Letaif-i Hikmet adlı eserinde şöyle demektedir. ‘ Allah insanı medeni tabiatlı yaratmıştır. Bunun manası şudur. Allah insanları yemek, içmek, giymek, evlenmek, meslek edinmek gibi çok şeylere muhtaç olarak yaratmıştır. Hiç kimse kendi başına bu ihtiyaçları karşılayamaz. Bu yüzden demircilik, marangozluk gibi çeşitli meslekleri yürütmek için çok insan gerekli olduğu gibi, demircilik ve marangozluk da bir takım alet ve edevatla yapılabileceği için bu alet ve edevatı tedarik için de çok sayıda insana ihtiyaç vardır. Böylece insanın (toplumun) ihtiyaç duyacağı bütün sanat kollarının yaşatılması gerekir ki toplumun ihtiyaçları görülebilsin.” [10]

İşte Ahilik tamda bu zihniyet üzerine ve fütüvvet teşkilatının öngördüğü ahlaki kurallarla ve bir nevi ‘Masonik’ bir teşkilatlanma biçiminde, bayağı önemli törenleri olan, şedd bağlamak, şalvar giymek, pir edinmek, dost edinmek gibi ritüellerin önemle yerine getirildiği esnaf teşkilatları olarak kurulmuştur.

Mikail Bayram, Ahi Evren’in İhvan-ı Safa’yı bildiğini, o eseri okumuş olduğunu ve o gizli yapılanmadan haberi olduğunu ayrıca yine Ahi Evren’in tasavvuf ehli olduğunu ve Melami-meşrep olduğunu ve Hasan Sabbah’ın, Haşhaşiler olarak nitelendirilen örgütünden etkilendiğini söyler. Ahi teşkilatının, özellikle Şems suikasti ve benzeri işleri yaparken bu örgütten etkilendiğini ifade eder.

Anne Marie Schimmel, ‘İslamın Mistik Boyutları’ isimli kitabında, Ahi Evren ve Ahilik için şöyle söyler:

“Türkiye’de yalnızca saygın meslek sahibi kişilerin üyeliğe kabul edildiği bu türden Ahi grupları, fütüvvet ideallerini sonraki yüzyıllar boyunca korumuşlardır; Kuzey Afrikalı gezgin İbn Battuta seyahatnamesinde, Anadolu’daki bu misafirperver kardeş toplulukları tarafından ne kadar iyi karşılandığını anlatır. Onlardan, on dördüncü yüzyılda Ahi Evren’in ‘sosyalist’ hareketi gibi cemiyetler türemiştir. Fütüvvet teşkilatıyla loncalar arasındaki ilişkiler, farklı sonuçlarına karşın çeşitli kereler inceleme konusu olmuştur.”[11]

AHİLİK TÖRENLERİ, RİTÜELLERİ

Hemen hemen neredeyse Türkiye’de, 20. Yüzyılın başına kadar kendini bir şekilde koruyup, taşıyan ve uzun süre içindeki örgütlülük halini aynı zamanda ahlaki bir teşkilat olarak da koruyabilen bu Ahi teşkilatlarının törenleri, prensipleri, ritüelleri nelerdir, biraz da ona bakalım.

“Fütüvvetin, tarikatla müşterek esası mistik oluşudur. Fakat aradaki en mühim ve esaslı fark, fütüvvet ehlinin dünyaya verdiği önemdir. Helal kazanmak ve bir sanat ehli olmak, herkesi kendisine tercih ederek ihvana yardımda bulunmak ve tesanüt, fütüvvet yolunun ana şartlarındandır. Tarikatların çoğu müntesibini dünyadan çekerken, fütüvvet yolu, salikini dünyaya ve dünya kazancına sevk eder. Ancak bu sevkte gaye, ferdi menfaat değildir, halka ve ihvana yardımdır. Mistik inanış, fütüvvet ehlinde de kanaati ön plana almıştır. Ahının on sekiz dirhemden fazla birikmiş parasının bulunmaması şartı, bunun elle tutulur bir şartıdır. Fakat bu kanaatte de yine sosyal düşünce hâkimdir. Ahı on sekiz dirhem kazanacak değildir. Bu kayıt ve miyar kazanca ait olmadığından, ne kadar elde edebilirse o kadar kazanır. Hatta ne kadar kazanabilirse, ihvana yardımının da o kadar çok olacağını bildiğinden çok kazanmaya çalışır. Yalnız kazancı ortanındır. Kendisi için yalnızca on sekiz dirhem ayırabilir.”[12]

Görüldüğü gibi, tasavvufi bir ekol olan fütüvvet dünyadan elini eteğini çekmek bir yana dursun, kardeşine yardım edebilmek için çalışmayı sonuna kadar teşvik eden fakat biriktirmenin önüne geçen, verdikleri sözleri tutmaları yolunda sonuna kadar üyelerini teşvik ve takip eden, ahlaki bir yapılanmadır ve bu yapılanmanın en önemli özelliklerinden bir belki de birincisi, ritüeller çok önemlidir ve bu şekilleri yerine getirenin, sözlerini tuttuğu görülmektedir.

“Fütüvvette, esnaf teşkilatıyla, mistik inanış ve merasim tamamı ile kaynaşmıştır. Şüphesiz zaman zaman değişiklikler arz eden çırak, usta, yiğitbaşı, ahı, nakıyb, nakıyb el-nukaba, halife-i şeyh, şeyh al-meşayih yahut duacı, çavuş, kethüda (kâhya) gibi sınıflar, derecelerine göre aynı zamanda fütüvvet yolunun salikleri ve ulularıdır. Bir dereceden üstün bir dereceye geçmek için ehliyet şart olduğu gibi sanatta maharet ve sabırda şarttır. Bu bakımdan fütüvvet yolu, disipline fevkalade ehemmiyet veren bir ihtisas yoludur. Esnaflığa süluk eden gencin, maharet sahibi olmadıkça ve hele zamanı gelmedikçe, yükselmesine ve dükkân açmasına imkân yoktur. Kaynaklardaki malumattan anlaşıldığına göre, 17. yüzyılda peştemal kuşatma suretiyle ustalığa yüceltme ve dükkan açmaya ruhsat verme merasimi, bazı esnaf zümrelerinde beş ve altı yılda, kuyumcularda ise yirmi yılda bir yapılırdı ki, bu müddet sanattaki titizliği ve ilerleme güçlüğünü gösterdiği gibi çokluğun ve başı boşluğun sanata vuracağı darbe düşüncesi ile konan bu tahdit, ihtisasa hürmeti de göstermektedir.

Genç intisap ettiği sanat veya mesleğin sırrını öğreninceye kadar ustasına hizmete mecburdur. Bir yol atası ve yol kardeşi edinerek fütüvvete intisap etmiş ve fütüvvet şartlarına uyacağına söz vermiş olan salik, hayatı boyunca yol atası ve yol kardeşine yardım edeceği gibi, onlarında yardımına, sevgisine ve hürmetine mazhar olacaktır. Onlar ve ihvanı, loncası ve lonca sandığı, mesleğe ve sanata, yola ve ihvana ihanet etmedikçe onun hayatını ve geleceğini tekellüf etmiştir. Onun en mühim vazifesi, önce yol atasına, yol kardeşine, ustasına, mesleğine ve sanatına, alelumum ihvana yani fütüvvet ehline, sonra da aralarında hiçbir fark gözetmeksizin insanlara yardım etmektir. Fütüvvet yolunda her şey sıralıdır ve kanuna tabidir. Velev ki bu yolun en büyüğü olsun, hiç kimse keyfe keder hareket edemez. Bu bakımdan fütüvvette bir demokrasi ve düzen hüküm sürmektedir. Yeni ve ciddi vaziyetler ancak bu yol ehlinin umumi kararıyla karşılanır. Bu yüzden de fütüvvet ehli, mümkün olabildiği kadar zamana ve zamanın icaplarına intibak ederek yollarını yürütmeye muvaffak olmuşlardır.” [13]

“Kaynaklardaki malumattan anlaşıldığına göre, 17. Yüzyılda bir sanata intisap eden bir gence, bir müddet sonra peştemal kuşatılır ve bu suretle genç ustalığa yükselmiş ve dükkân açmak hakkını kazanmış olur. Bu tören, ekseriyetle bir mesire yerinde ve muayyen vakitlerde yapılırdı. Çırak çıkarma merasimiyle, şedd bağlamaktan ibaretti. Zümrenin şeyhi yeni ustaya, sanatına göre makas, iğne, iplik, bıçak, ustura, tennure, terazi gibi bir şey verir, öğütlerde bulunurdu. Yeni usta ihvana, zümre şeyhine, orta sandığına bir miktar para verir, merasimde hususi adap ve erkânla helva da pişirilirdi. Her esnaf zümre reisinin şeyhi, nakıybi, yiğitbaşısı, duacısı, çavuşu, kethüdası vardı. Şeyh ve ona vekâlet eden nakıyb o zümreyi temsil ederlerdi ki, bunlar fütüvvetin daha mistik ve batıni temellere sahip olduğu zamandan kalmıştı. Yiğitbaşı, esnaf arasındaki ihtilafı halleder, iktiza ederse hakemlik yapar, mahkemeye başvurmalarına mani olurdu. Duacı, merasimde dua eder, gül bank çeker, sanatın pirini ve ulularını anardı. Kethüdalık yahut kâhyalık, sonradan diğerlerinin vazife selahiyetlerini de almış ve seçimden sonra vazifesinin tasdiki bakımından yarı resmi bir vazife olmuştu. Her zümrenin kâhyası, o zümre ustalarının en kıdemlilerinden seçilirdi. Kâhya olabilmek için, temiz ve dürüst olmak ve en az üç usta yetiştirmiş olmak şarttı.”[14]

Bu teşkilatın ana prensipleri ise fütüvvetnamlerde ortak bir şekilde şöyle anlatılmıştır.[15]

1)           Fütüvvet iyi huylardır. Nefisle mücadele etmek, Tanrı buyruklarını tutmak, adeta kendisini halka vakfedip herkese iyilikte bulunmak, bilhassa cömert olmak, konuk sevmek, din ve mezhep gözetmeksizin bütün insanlara sevgi beslemek, ihtiyaçlarını gidermeye çalışmak ve herkesi bir görüp, kendisini herkesten aşağıda tutmaya çalışmak.

2)           Fütüvvet peygamberlerden kalmadır. Bilhassa İbrahim ve Yusuf Peygamberlerle, Ashab-ı Kehf’te ve Yuşa’a Tanrı Feta demiştir. İbrahim’e oğlunu kurban etmesi emredilince gocunması şöyle dursun memnun olmuştur. Ziyafet vermek ve konuk ağırlamak da ondan kalmıştır. Hem bunlardan hem de putları kırdığından bu adı kazandı. Yusuf’ta kendisine kötülük yapan kardeşlerini affetmekle fütüvveti hak etmişti. Ashab-ı Kehf’te batıla uymayıp Tanrı’ya sığındıklarından bu adı aldılar. Musa’ya arkadaşlık eden Yuşa’da tamamıyla ona uyduğundan feta adıyla anıldı.

3)           Fütüvvet peygamberlerden Muhammed Peygamber’e geldi. Kıyamette her peygamber kendisini düşünürken, O “Ümmetim, ümmetim” diyerek halkın kaygısına düşecektir. Fütüvvet, Muhammed Peygamber’den Ali’ye geçti. Muhammed, Ali’ye ‘Ya Ali, Harun, Musa’ya ne menzildeyse, sende bana o menzildesin’ dedi. Aynı zamanda Ali hakkında ‘Ali’den başka er yok, Zülfikardan başka kılıç yok’ denilmiştir. Muhammed ‘Ben bilginin şehriyim, Ali kapısıdır’ ve ‘Ali bendendir ve ben Ali’denim’ demiştir. Ali fütüvvet kutbudur.

4)           Ali on yedi kişinin belini bağlamıştır, bunlara ‘Kemer- Bestegan’ denir. Bunların başında Selman-ı Farisi gelir. Selman’da, Ali’nin emriyle bazılarının belini bağlamış, bu suretle şedd erkânı, Muhammed, Ali ve Selman vasıtasıyla kurulmuş ve teselsül etmiştir.

5)           Fütüvvet şartları vefa, doğruluk, emniyet, cömertlik, tevazu, ihvana nasihat, onları doğru yola sevk etmek, tövbe, kuvveti varken afiv, devleti varken tevazu, yokluktayken minnetsiz ihsan, Bir sanat sahibi olmak vesairedir. Aynı zamanda fütüvvet nisbetine sahip olmak, akıl sahibi bulunmak, ergenlik çağına gelmek, dindar olup hayâ ve mürüvvet ehli bulunmak şarttır.

6)           Şedd bağlanırken, fütüvvet yoluna girenin beli ve karın haramdan, dili gıybet ve bühtanla beyhude sözlerden, gözü, görmediğini hatta gördüğünü, kulağı duymadığını hatta duyduğunu söylemekten, eli halkı incitmekten, ayağı Tanrı rızasına uymayan yerlere gitmekten, gönlü hırs ve emelden bağlanır. Bunlara karşılık cömertliği, keremi, tevazuyu, afvi, yokluğu ve gerçek uyanıklığı açılır.

7)           Müşrik ve kafire, remille ve yıldız bilgisiyle uğraşana, şarab içenlere, halkın ayıbını gören tellaklara, yalan söyleyen ve insafsız olan tellal, çulha, kasap ve cerrahlarla, avcılara, vaadinde vefa etmeyenlere, hırsızlarla zalimlere, halkın zararını gözeten muhtekir ve madrabazlara şedd verilmez.

8)           Şarap içen, zina ve livatada bulunan, yalan söyleyen, koğuculuk eden, hile yapan, gıybette ve bühtanda bulunanlar fütüvvetten düşerler.

9)           Fütüvvet üç kısımdır. Kavli, Seyfi, Şurbi

10)      Fütüvvet libası, Şalvar ve Şedd’dir.

11)      Fütüvvet nisbeti, bu aynen sufilerdeki tarikat silsilesi gibidir. Ahıdan, ahıya ta Ali’ye ve Ali vasıtasıyla Muhammed’e kadar ulaştırılır.

12)      Peygambere Cebrail vasıtasıyla hırka ve fütüvvet libası gelmiş, O da bunları Ali’ye vermiştir.

13)      Ahının sofrasının açık, kendisinin bilgi sahibi ve cömert olması, Tanrı buyruklarını tutması, dünyayı terk etmesi, on sekiz dirhemden fazla para saklamaması, beylerin kapısına gitmemesi, edep ve hayâ sahibi olup, ihvanın hizmetinde ve terbiyesinde ihmal göstermemesi, bir sanat sahibi olması, ihvanın getirdiklerini ortaya koyması, silsilesini Ali’ye ulaştırması şarttır.

14)      Fütüvvet ehlinin arasında çok sıkı bir tesanüt vardır. Bir ahıdan şedd bağlananlar, birbirlerinin kardeşleri oldukları gibi bütün fütüvvet ashabı da kardeştir. İhvanın birbirlerinin gönüllerini kırmamalarını, birbirlerinden razı olmaları, birbirlerine canla, başla, malla yardımda bulunmaları gerekir.

Yukarıda sıraladığımız bu maddeler, fütüvvet ve Ahiliğin ortak noktalarıdır. 13. Yüzyıldan, 19. Yüzyıla kadar sürmüş olan bu teşkilat, başlangıçta çok etkili olmuştur. 1332 yılında Anadolu’ya gelen İbn Battuta seyahatnamesinde, Anadolu’da bulduğu, misafirperverliği anlata anlata bitirememektedir. Gezdiği bütün yerlerde Ahi tekkelerinde misafir edilmiştir. Kendisine devamlı yardımcı olan bir halkla karşılaşmıştır. Son derece rahat hareket eden, erkeklerle birlikte zikir yapan kadınlar görmüştür. Hayatın içinde ekonomiye katkıda bulunana kadınlardır bunlar, örneğin bir Ahi beyinin sofrasında Yahudi bir doktoru görmüştür ve çok şaşırmıştır. Anadolu Selçukluları ile başlayan bu teşkilatlanma aslında Osmanlı’ya hazır bir teşkilat sunmuştur. Osmanlı’nın bir anda büyümesinde ve yükselmesinde başat rol oynamışlardır. Daha Osman Gazi zamanında başlayan bir yükseliştir bu aslında, Şeyh Edebalı’nın kardeşi Şemseddin ve yeğeni Hasan Ahidir. Orhan Bey zamanında da bu Ahiler yine etkindiler. 1. Murat, Ankara’yı ahilerden teslim almıştır ve bayağı bir müddet ahiler Ankara’yı kendileri yönetmişlerdir.

2. Murat zamanında da, Kadem Ahi ve Ahi Yakup, ileri bir mevki sahibiydiler. Yıldırım Bayezid zamanında da Ankara ahileri aynı nüfuza sahipti. Hatta dükkanlarını kapamak ve silaha sarılmak suretiyle de adeta bir grev yapmışlar ve yirmi gün süren bu grev sayesinde de haklarını elde etmişlerdi.”[16]

SON SÖZ

Ahilik, aslında İslam dünyasının içinden geçtiği çok sarsıntılı bir dönemde, bir yandan Haçlı seferleri, bir yandan mezhep savaşları ve bir yandan da Moğolların korkunç istilaları sırasında kendisine yaşam imkânı bulmuş bir nevi özerk esnaf teşkilatlarıydılar. Babaların, dervişlerin kırda gerçekleştirdikleri, huzur, iskân ve adaptasyonu Ahiler şehirlerde gerçekleştiriyorlardı. Aynen, Anadolu’ya gelen dervişlerde olduğu gibi bugünkü anlamda bu insanlar mezhep taassubunu aşmış, ne Alevi ne Sünni kabul edebileceğimiz kimselerdi. Tarihin kendilerine tanıdığı şansı çok iyi kullanmışlar ve bu topraklarda, uzun süre etkisi gitmeyecek olan bir teşkilat olarak ortaya çıkacaklardı. Sofralarına herkesi misafir eden, yetmiş iki millete bir nazarla bakan, ötekine yardımı bir Allah emri olarak gören bu insanlar, sonraki tarihlerde yaşanacak olan daha huzurlu dönemin öncüleri olacaklardı.

Bugün insanlığın içinde bulunduğu bu açmazda, dünyanın giderek faşizme ve otoriter yönetimlere doğru hızla hareket ettiği bir dönemde insanlığın üretimin dışına atıldığı, sadece tüketen müşteriler olarak görüldüğü bir zamanda hakikaten, diğergam olan ve bunun için ömürlerini adayan bu insanların deneyimine insanlığın ihtiyacı her zamankinden daha çok var.

Özellikle komşularımızda devam eden ve bizde de tehdidini daha da çok gösteren bir savaşın içindeyiz. Bugünlerde kendi komşularımızla bir arada yaşayamıyoruz. Ama unutulmamalıdır ki, tarihin başından beri bu topraklar çok renkli ve çok değişik etnik gruplara ev sahipliği yapmış ve hepsini de burada yaşatmıştır. Türkler 10. yüzyıldan itibaren tanıdıkları İslam’a, Bernard Lewis’in dediği gibi milli kimliklerini gömmüşlerdir ve İslam’la başka bir millete, Anadolu topraklarında dönüşmüşlerdir. Tarihleri boyunca karşılaştıkları her dini inancı bir şekilde kabul eden Türkler, İslam ile birlikte ve bu topraklarda, ötekiler ile bambaşka bir kimlik oluşturmuşlardır. Türklerin bu kimliği aslında diğerleri ile birlikte var olan bir kimliktir. Biz ne zaman ki Anadolu’da bulunan diğer kimliklerden ayrılmaya başladık işte o günden itibaren sanki hayat damarlarımız kesilmeye başladı. Yani aslında Türk’ün kimliğinin olmazsa olmazı, beraber yaşadığı diğer etnik gruplardı. Onların yok olması bizimde kültürel kimliğimizin büyük bir hasar almasına sebep olmuştur diye düşünüyorum. Artık bu topraklarda biz kimlerle bir arada yaşayacaksak onlarla gerekli barışçıl ortamı tesis etmek zorundayız. İşte o zaman Türk’ün kimliği tekrar ortaya çıkacaktır.

21.01.2017

1) Abdülbaki Gölpınarlı, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı, s18

2)  İslam’ın Mistik Boyutları, Annemarie Schimmel, s.262

3)  Abdülbaki Gölpınarlı, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı s.19

4)  Abdülbaki Gölpınarlı, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı s.20

5)  Abdülbaki Gölpınarlı, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı s.20

6)  Abdülbaki Gölpınarlı, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı s.22

7)  Haşhaşiler, İslam’da Radikal bir Tarikat, Bernard Lewis, s.129

8)  Ahi Evren, Mevlana Mücadelesi, Mikail Bayram, s.48

9)  Mikail Bayram, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, s.82

10) Mikail Bayram, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, s.136-137

11) İslam’ın Mistik Boyutları, Annemarie Schimmel, s.262

12) Abdülbaki Gölpınarlı, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı s.7

13) Abdülbaki Gölpınarlı, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı s.76

14) Abdülbaki Gölpınarlı, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı s.81

15) Abdülbaki Gölpınarlı, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatıs.32-33

16) Abdülbaki Gölpınarlı, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı s.70

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir