Durduğum Yer

17 Aralık 2013 günü ülke tarihinin en sansasyonel yolsuzluk operasyonları vardı, nedeni ise bakanlar ve çocuklarına kadar uzanan bir rüşvet, kara para, suistimal gibi iddialardı. Bakan çocukları, işadamları, bürokratlar gözaltına alındı ve çıkarıldıkları mahkemede çoğu tutuklandılar. Hükümet ilk şoku atlattıktan sonra, ilk iş olarak İstanbul emniyetinde görevden almalara başladı. Bir gün sonra İstanbul Emniyet Müdürünü de görevden alıyor ve yerine teamüllerin tersine bir ilin valisini İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne atıyordu. Daha sonra adli kolluk yönetmeliğini değiştiriyor, savcı bile emir verse polise üstlerine haber verme zorunluluğu getiriyordu. Bu arada davaya bakmak üzere iki tane yeni savcı atıyor ve karar vermek için üç savcıdan ikisinin olur vermesini zorunlu hale getiriyorlardı. Daha sonra görevden almalar bütün Türkiye’de ki Emniyet mensuplarına yayılıyor ve bir yandan da devlet içinde paralel bir devletin varlığından bahsediliyordu. Bunların bir yargı darbesi gerçekleştirmek istediği söyleniyordu ve bunlar tabii ki dış güçlerle beraber “Milli hükümeti” devirmeye çalışıyorlardı. Bu devletler ise ABD ve İsrail’di ve Türkiye’nin İran’a uygulanan ambargoyu delmesinden rahatsız olmuşlardı ve böyle bir operasyonu elbirliği ile gerçekleştiriyorlardı. Hatta daha iki üç ay önce Suriye ile ilgili yapılan bir mitingte katılımcıları İran’a karşı kışkırtan ve küfrettiren açıkça mezhep düşmanlığı yapan bazı İslamcı yazarlar bu sefer İran için nasıl fedakârlıklar yapıldığından bahsediyorlardı.

Şu anda Ocak ayındayız ve hükümet görevden almalara son hızla devam ediyor. Bu arada Savcı ikinci bir operasyon kararı alıyor ve kolluk kuvvetleri bu emri yerine getirmiyorlardı. Ben kendi adıma ilk defa böyle bir olay gördüm yani yargının bir kararını kolluk kuvvetleri uygulamıyordu. Bu resmen devlet organlarının tıkanma halidir. Bu şekildeki bir devlet hali 79’dan beri görülmüş bir şey midir bilmiyorum. Tabii zevahiri kurtarma babında bakanları feda ediyorlardı. Biri olaylı olmak üzere üç bakan görevlerinden istifa ediyorlardı.

Halen bu olayın kendisi ve artçıları sürüyor ve görünen o ki 2014 yılındaki bütün siyasi meselelere de ve yapılacak iki seçime de damgasını vuracak. Her gün ortaya yeni iddialar atılıyor ve yeni bir takım karşı hamleler yapılıyor. Bu işin bana göre de yurt dışı boyutu var. Bundan daha tabi bir şey de olamaz çünkü bir ülkenin borsasının gelirlerinin % 75’i yurtdışına gidiyorsa ve bir ülkenin bankalarının yarısına yabancılar ortaksa ve yine bir ülkenin “mili ordusunun” silahları dışarıdan geliyor ve eğitimi NATO müktesabatında yapılıyorsa, dış borcu anormal bir düzeye gelmişse o ülke sadece size ait değildir. Bütün o çıkar gruplarının, ülkelerin, şirketlerin bu ülke üzerinde söz söyleme yetkisi ve hakkı vardır, şimdilik bunu bir kenara koyalım.

Peki, bu işin yurt içindeki muhatapları kimlerdir? Bir yanda hükümet, diğer yanda cemaat, yani Milli Görüş geleneğinden gelen hükümet ile Said-i Nursi geleneğinden gelen Gülen cemaati arasında tam anlamıyla bir savaş sürmekte. Oysaki daha 2011 yılına veya 2010 yılına kadar son derece uyum içinde gelmişlerdi. Geleneksel olarak birbirinden hiç hazzetmeyen bu iki grubun işbirliği özellikle 2007-2011 arası olağanüstü olmuştu. 27 Nisan gece yarısı muhtırası, alınan erken seçim kararı ve sonrası Cumhurbaşkanlığı seçimleri, Ergenekon, Balyoz, KCK gibi davaların yürütülmesi konusunda müthiş bir uyum söz konusu iken, Ergenekon davasının savcılarına bizzat Başbakan kefil oluyordu. Ya da fazla öteye gitmeye gerek yok daha 6 ay önce Gezi Parkı olaylarında Polis şiddeti ile ilgili Sayın Başbakan ve Ak Parti’den bir yığın yetkili polisimiz destan yazdı diyerek övgüler düzüyorlardı.

Fakat bugün baktığımızda görüyoruz ki,  daha o günlerde göreve getirdiği polis şeflerini kendilerine karşı darbe yapmakla suçluyorlar. Bu işte bir tuhaflık yok mu, 11 senedir iktidardasın, üçüncü seçimi de geçirmişsin, % 50 civarında oy alıyorsun, devlet içindeki bu yapıyı görmüyor musun? Böyle bir şey olabilir mi, böyle bir devlet yönetimi olur mu? Biliyorsun ki devlet içinde birileri var ve her an sana karşı bir komplo tertip edebilir ve bu “memurların” üzerine gitmiyorsun. Bu, tuhaf bir durum değil mi? Ya da tersinden bakalım. Görünen o ki bu yolsuzluk meseleleri bugünün işleri değil, uzun bir süreden beri bu konular izlenmiş ve torbaya doldurulmuş. Bir sürü konuda şaibe var, devamlı dedikodular var ve bugüne kadar herhangi en ufak bir şey yapmıyorsun, ne zamanki dershaneler meselesi patlıyor, peşine bu operasyonlar geliyor. Yani insanın aklına şöyle bir soru geliyor eğer bu dershaneler meselesi olmasa bu konuda bir şey yapılmayacak mıydı?

Bütün bu sorular sorulmaya devam edilebilir. Mesela Cemaat diye bir yapı var ve bunun devlette bir takım uzantıları olduğu söyleniyor ve bunlar hükümetle iktidarı paylaşmak istiyor. Peki, bunlar herhangi bir siyasi yapı değil, hangi hakla böyle şeyler talep edebiliyor? Devletin içinde bir takım imamlardan bahsediliyor, işte yok Yargıtay’ın imamı, yok emniyetin imamı falan… Bu konular nasıl ulu orta eski bakanlar tarafından böyle dile getirilebiliyor? Başbakan’ın başdanışmanı “Milli Orduya Kumpas kurdular” diyebiliyor, oysaki bir müddet önce bu davalarda aynı düşünüyorlardı, ne oldu da böyle bir ayrılığa düştüler?  Mesela yakın zamandaki her davada olduğu gibi bazı yayın organları, operasyon merkezi gibi belgelerle canlı yayın yapıyor. Savcının veya polisin bilmesi gereken belgeler bu kanallardan bütün ülkeye yayılıyor. Başbakan, bakanlar, yargı mensupları hakkında suç duyurusunda bulunuyor ve yargının tarafsızlığını yitirdiğinden bahsediyor. Silahlı Kuvvetler adil yargılama yapılamadığından bahsediyor. Eğer bu ülkede başbakanın, bakanların, TSK’nın güvencesi yoksa biz sade vatandaşlar ne yapalım?

Gelelim işin diğer tarafına. Bu ülkenin her yerinde buram buram fukaralık kokarken, bakanlar, çocukları ve bürokratların bulaştığı yolsuzluklar ve ortada dolanan rakamlar, dağıtılan rantlar insanların vicdanını hiç mi rahatsız etmiyor? İki senedir evsizler evi yapılması konusunda bir şeyler yapmaya çalışıyoruz, hani öyle atla deve rakamlar da değil bunlar ama buralara para bulamayan devlet mesela bir sürü STK’yı bayağı önemli rakamlarla fonlayabiliyor. Mesela bu ülkede iki senedir Sayıştay raporları meclise gelmiyor, yani devlet kendini denetlemiyor, bu gidişle üç sene daha bunun böyle devam etme ihtimali de var. Devletin denetimden kaçmasının izah edilebilir bir yanı var mıdır?

Bunun gibi bir sürü örnek var, her taraftan kötü kokular geliyor. Devlet kurumu tıkanmış durumda, siyaset yine çözüm üretmekten çok ülkeye ayak bağı oluyor. Roboski’de öldürülen çocukların mahkemesi takipsizlik kararı veriyor, Gezi parkı olayları sırasında öldürülen çocukların davaları görülemiyor, kutulardan, kasalardan milyon dolarlar çıkarken, 1.95 TL’sı olmadığı için metroda gişeden atlayarak geçmeye çalışan çocuk dayakla komaya sokulabiliyor. Daha dün önemli bir savcının Dubai’de 70.000 TL’lik tutarında bir tatil yaptığı ve bunun bu davadaki işadamlarından birisi tarafından karşılandığı gibi iddia ortaya atıldı. Seçime giderken görünen o ki daha bir sürü pislik ortaya çıkacak gibi görünüyor. İnsanın aklına Hz. Peygamber’in “Bir memleket küfür ile yönetilebilir ama adaletsiz yönetilemez” hadisi geliyor.

Görüldüğü gibi ortada basbayağı bir iktidar ve çıkar kavgası var. Bu çıkar kavgasının bir tarafında hükümet, diğer tarafında cemaat duruyor ve birbirlerini suçlarken sürekli Allah’ı şahit tutuyorlar. Sürekli argümanlarını İslam üzerinden kuruyorlar.  Birbirlerine söyledikleri sözlerde hani öyle yenilir yutulur sözler değil mesela birbirleri ile ilgili suçlamaları şöyle bir sıralayacak olsak;

Hükümet cemaat için şunları söylüyor

–        Çete, hain, fesatçı, kumpasçı, casus, komplocu, dolar vurguncusu, taşeron

Cemaat hükümet için ne diyor

–        Kasacı, kutucu, özel imarcı, rantçı, çantacı, dolar istifçisi, suistimalci, vb.

Bir mahalle kavgasında söylense rahatlıkla kan çıkaracak suçlamalar ve tarafların yüzlerini ömür boyu bir daha birbirine baktırmayacak sözler. Bu nasıl bir kindir arkadaş, oysa daha düne kadar bütün haberleri aynı yorumluyordunuz, birbirinize övgüler düzüyordunuz ne oldu da böyle bir kavgaya tutuştunuz?

Peki, Batı standartlarında bir ülkede böyle bir olay olsa ne olur? Devlet orada böyle tıkanır mı, yoksa yargı süreci devam ettirilir, sorumlular o süreçte istifa eder veya etmese bile sürecin önünü açmak için çalışır mı? Velev ki burada bir darbe olasılığı var ve hakikaten yargı hükümete darbe yapmaya çalışıyor. Bu devlet bu kadar kartondan mıdır ki, böyle bir hamlede yıkılsın? Devlet Denetleme Kurulu diye bir kurul var, mesela Cumhurbaşkanı niye bu kurulu devreye sokmaz? Bu ülkede yapılan bütün darbeleri Silahlı Kuvvetler yapmıştır ve kesinlikle hiyerarşik bir düzen içinde olmuştur, hiyerarşinin dışındaki bütün darbelerde bir şekilde gerçekleşememiştir. Son dönem görülen bütün darbe davalarının hepsinde Ordu vardır, Balyoz, Ayışığı, Sarıkız bunların hepsinin failleri TSK mensuplarıdır. Yargı bu ülkede ne zamandan beri darbe yapacak bir güce kavuşmuştur. Mademki böyle bir güce ulaşmıştır, bu devlet bunu nasıl görememiştir. 17 Aralık’ta mı fark edilmiştir?

Şimdi gelelim bu işin başka bir faslına. Görüldüğü üzere böyle bir iktidar kavgası sırasında bir taraf “Abdestimizden şüphemiz yok ki, namazımızdan olsun” derken; diğer taraf kim yaptıysa onu Allah’ın lanetini görmekle tehdit ediyor.

Bir ziyaretimizde Ahmet Tabakoğlu Hoca şöyle soruyor; “Müslüman kimdir? Müslüman’ın en önemli vasfı nedir, yani bir Müslüman için en önemli ne söylenmesi gerekir?” sonra da cevabını şöyle veriyordu: “Müslüman kendisinden emin olunan kişidir.” Ne kadar doğru bir söz. Evet, Müslümanın birinci özelliği güvenilir olması değil midir?

Hz. Muhammed’in risaletten önceki lakabı “Emin” idi. Yani kendisinden, eyleyişinden ve söyleyişinden emin olunan kişi idi. Muhammedül Emin, bütün bulunduğu yerlerde sözünden tek şüphe edilmeyen adamdı ve onun için Hacerul Esved taşının yerine konulmasında ona hakemlik vermişlerdi. Kendisine Peygamberlik geldikten sonra da pek çok insan ona “sen yalan söylüyorsun” diyemedi, “rüya görüyorsun, hayal görüyorsun, kuruyorsun, yeisler içindesin” dediler. Yani bir Müslüman için en önemli konu güvenilir olmasıdır. Peki bu durumda birbirlerine İslam’ı referans vererek suçlayanlara güvenilir insanlar dememiz mümkün müdür? Bırakın birbirleri hakkındaki suçlamaların doğru olmasını, hepsinin yalan olduğunu düşünseniz bile iftira ve yalan ile ilgili Cenab-ı Hak Kuran’da şöyle buyuruyor:

“Üstelik bir yalanı Allah’a iftira edenden daha zalim kim olabilir? Bunlar Rablerinin huzuruna arz olunacaklar, şahitler de şöyle diyecekler: ‘İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir’. İyi bilin ki: Allah’ın laneti zalimlerin üzerinedir.” Hud Suresi 11/18

Bir zamanlar bu ülkede hepimizin yaşadığı köylerde, kasabalarda, şehirlerde sözlerine ve işlerine güvenilen, amcalar ve teyzeler vardı. Bu insanları tanımlarken beş vakit namazında niyazında insanlar derdik. Yani insanların duruşları ve ibadetleri aynı hali yansıtıyordu. Söyledikleri her şey bizim için muteberdi, işte onlar İslam’ı hesapsız, kitapsız bizlere taşıyordu. Ya bizler gelecek nesillere nasıl bir miras bırakıyoruz?

Şöyle bir şey düşünün İslam’ı bilmeyen ve merak eden bir kişi, bir genç bu yapılanlara ve söylenenlere bakınca kafasında nasıl bir İslam oluşur. Kalbi böyle bir dine sizce ısınır mı? Ben kimseyi İslam dairesi dışına çıkarmıyorum, ben sadece diyorum ki, burada çok pis bir iktidar ve çıkar savaşı sürüyor, bu kavga seküler dünyaya hükmetme kavgası, bu kavganın içine İslam’ı sokup niye kirletiyorsunuz? Sizin savaşınız sizin olsun, ben sizin bu kavganızın hiçbir yerinde yer almak istemiyorum. Bu toplumu da bu savaşın içine sürüklemeyin. Bu kadar kirliliğin hiçbir hayra vesile olacağına da inanmıyorum. Gidin kavganızı başka mecrada sürdürün, ne haliniz varsa görün ama buraya kutsal saydığımız değerleri katmayın. Ha bu ilk defa mı oluyor, tabii ki hayır. Hz. Muhammed’in vefatının hemen ardından defalarca böyle mücadeleler olmuş, çok kanlı ve çok kirli şeyler görülmüş. Bunları okuyarak geldik, bu tarihleri hepimiz biliyoruz. Mızrak ucuna takılan Kuran sahifelerinden bu yana gelen bir tarih var amenna, ama ben o tarihi de olumlamıyorum, normal diye bakmıyorum ki, bugün yaşanana da böyle bakayım.

Ben bugün yaşananlara şu gözle bakıyorum.

“Allah pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine yağdırır.” Yunus suresi 10/100

Evet, Rabbim bugünlerde üzerimize pislik yağdırıyor!

Ve bugünlerde yapabileceğimiz birbirimize Hakkı ve Sabrı tavsiye etmektir.

2 Responses

  1. valla ben sabrı tavsiye edemiyorum. değiştirebileceğimiz bir şey için niye sabır gösterelim ki, mecbur muyuz abi bu heriflere?
    bir de bu adamlar dün neydi, yarın ne olur allah bilir, ama bugün müslüman olmadıkları aşikar değil mi?

  2. bedri dedi ki:

    Abi bence açık ve net şekilde sizin dininiz size benim dinim bana demek lazım. tasfiyeyse tasfiye. hiç umursamam. bu çetecilerin benim inandığım değerlere saldırmalarına tahammül etmek istemiyorum. Ve zalimlere beddua edilir. Belki bir tek onlara edilir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir