İslamcı Aydının Karizmatik Liderlik Karşısında Büyülenme Arzusu – I

Sevgili Cem Karaca’dan şu şarkıyı dinleyerek okumanız tavsiye edilir

-eğer okumak isterseniz:

“İşte geldik gidiyoruz

Bilinmez bir diyara

Eskiden karpuz idik şimdi döndük biz hıyara”

(Ontik sorgudan umarsız hicve ansızın sıçrayana hayranlığın muhabbetiyle..)

                                                                                                    

Ak Parti’nin tırmanışı ve siyasi merkeze hâkim olması uzun bir sürece yayıldı. Çevrede duran, iktidara eleştirel bir mesafe takınmayı ahlak ya da refleks haline getiren insanları kendi gövdesine eklemlemesi de zaman aldı. Bu yazıda Ak Parti’nin siyasi yükselişi karşısında eleştirel bir mesafede durmasını, yeni siyasi merkeze karşı soğukkanlı bir ihtiyatlılıkla yaklaşmasını beklediğimiz, misyonlarının gerektirdiği iddiayı korumak için güçlü özerklik refleksleri göstereceğini öngörmek istediğimiz bir sosyal grubun, İslamcı aydınların, nasıl olup da keskin bir şekilde bu siyasi dalgaya angaje olduğunu anlamaya çalışacağım.

Burada, riskli dönemlerde kaybetme korkuları nedeniyle siyasi beraberliğe uzak duranlarla ilgilenmeyeceğiz.  Aksine, Ak Parti’nin temsiliyetini yüklendiği sosyal kesimler ve adalet arzusu ile bir kader birliği duygusu içinde olan, fakat buna rağmen iktidarın her şeye sirayet eden dönüştürücü etkisine karşı belirgin bir uzak durma refleksi taşıyan, bütün ümitlerini parlamenter siyasete yatırmaması gerektiğini hep aklında tutmuş ve herhangi bir felaket durumunda merkezin eski muktedirleri tarafından Ak Parti’den ayrı bir yere isminin yazılmayacağını bilen bir grupla ilgileneceğiz. Bu grup, daha önce Milli Görüş geleneğiyle de kararsız bir ilişki içinde gibi görünmekteydi, ama en azından “kararsız” olduğu farz edilebilecek bu ilişki, birikimini kendi emeği ile kurması yönünde onu teşvik ettiğinden yararlı bir sonuç ortaya çıkarmıştı.

Riskli anlarda, kriz durumlarında daha önce Türkiye’nin siyasi hayatında görülmemiş bir liderliği sergileyerek siyasi hareketinin ana omurgasını dik tutabilmeyi sağlayan bir lider, İslamcı aydınların çok da hazırlıklı olmadığı bir sınavın kapılarına gelmesini sağladı. Ak Parti’nin klasik bir sağ örgütlenme gibi zamanla temsil ettiği umutları tüketen bir performans sergilemesi bekleniyordu.  Ak Parti bunun aksine zamanla İslamcı aydınlar gibi olagelene hazırlıksız yakalanan sağ ve sol siyaseti de performansı ile siyasi gündemin dışına savurarak siyasal hareketliliğin tek belirleyicisi oldu. Toplumsal muhalefeti etrafında toparlayan, bu muhalefetin uzun vadede etrafında kalmasını sağlayan Ak Parti, aydınlara tutarsızlık gibi görünen liderinin gelgitli tavırları ile birçok farklı refleksin karşılığının da kendi gövdesinde yaşadığına ilişkin algıyı üreterek bütün toplumsal yelpazeyi neredeyse tek başına temsil eden bir gerçeklik halini aldı. Ve yakın vadede bu temsiliyet atfının hilafına rol alabilecek bir başka siyasal gövde de kendini hissettirebilecek gibi görünmüyor. Bu sürecin sonlarına doğru tamamlandığına şahit olduğumuz, İslamcı aydının kendi birikimini ve bağımsızlığını lağvetmek pahasına gelişen angajmanı nasıl şekillendi, bu yazıda anlamlandırmaya çalışacağım mesele biraz böyle bir şey. Zamanla liderin performansına yatırım yapan İslamcı aydın başka bir şeye dönüşecekti. Bütün ümitlerini, siyasi ideallerini, ülkeyi ve dünyayı dönüştürme hedefi için devşirdiği müktesebatını bir siyasi gövdenin, aslında doğrudan bir liderin kişisel enerjisine, güvenilirliğine ve karizmasına yatıracaktı. Elindeki bütün sermaye ile liderin performansına bağlanan bu aydın sıradan bir angaje aydın tipine dönüştü. Bu macera nasıl gelişti? Kişisel aklının bütün tarihi boyunca iktidarın kirletici bir işleyişi olduğunu, insanın inancını dönüştüren karşı konulamaz bir etkisinin olduğunu düşünmüş, muktedirlerden beri olmanın imanın bir rüknü olduğunu bazen açıkça bazen gizlice savlamış bu aydın nasıl oldu da angaje bir tipe dönüştü, liderin eylem ve sözünün hikmetini tefsir etmeye görevli bir mübelliğ gibi çalışmaya başladı?

Bunu anlamak için ilk olarak liderin karizmasının nasıl yükseldiğini, yükselirken hangi değerleri içerdiğini açıklayacak bir hikâyeyi İslamcı aydının gözünden kurmak gerekiyor.

İslamcı Aydının Karizmanın Perçinlenmesine Şahitliği

R. Tayyip Erdoğan’ın karizmatik görünürlüğü 1993 belediye seçimleri ile başlayan performansına bağlanabilir. Kentsel sorunların çözülebilirliğine yönelik umutlar tükenmiş gibi görünürken, en basit belediye hizmetlerinin yürütülmesi dahi mümkün değilken, İstanbul’da belediye başkanı seçildikten sonra kendisinin bir araya getirdiği kadrolarla beraber adım adım hissedilen bir iyileşmenin gerçekleştiricisi oldu. Kentsel yaşamın nefes almasını sağlayan performansı doğal olarak onu sürekli hakkında konuşulan bir isim haline getirdi. Bir belediye başkanı olmaktan öte, Refah Partisi’nin temsil ettiği siyasetin genç ve özgüvenli bir figürü olarak eylemleri ve sözleriyle sürekli tartışma konusu edildi. Bu tartışmalar aynı zamanda Türkiye’nin egemen kanaat üreticileri ile onun arasında süreklileşen bir kapışmanın başlangıcı oldu. 1993-2000 aralığını hatırlayanlar fark edecektir ki; hakkında üretilen algılara sürekli cevap yetiştirmek durumunda bırakılan bir muhalif belediye başkanı olarak Erdoğan’ın, daha çok kentsel yaşamın iyileştirilmesine ilişkin performansı nedeniyle, sonlanamayan bir çatışmanın sürekli haksız şekilde mağdur edilen bir simgesine dönüştüğü yıllar oldu. Ana-akım medya kanalları üzerinde yürüyen bu tartışma zamanla Erbakan’ın bile önüne geçebilen bir liderin doğuşunu hazırlayan ortam oldu. Başka birçok benzer figür arasında Erdoğan’ın öne çıkmasını sağlayan kişisel özellikler aynı zamanda daha sonraki süreçte onun karizmatik halesini genişleten unsurlar olacaktı. (Gayret ve Adanmışlık)

İlk aşamada belediye başkanlığı serüvenini başarılı geçirdiği için mağdur edilen Erdoğan’ın iş bitirici-sorun çözücü, operasyonel yeteneği daha sonra karşısına çıkan badireleri atlatmasını da sağlayacaktı. Temel uğraklara baktığımızda, 28 Şubat sürecinde mağduriyete rağmen girdiği sınavdan başarıyla geçtiğini,  Ak Parti’nin kuruluşunda kuşatıcı bir toparlayıcılığa sahip olduğunu ve 2002 seçimleriyle Milli Görüş geleneğinden farklı bir güvenirlilik sermayesine sahip olduğunu ispatladığını görüyoruz. Krizler karşısında istikrarlı ve sebatkar bir mücadelenin yöneticisi olduğunu ispatlayan Erdoğan, hakkı olan siyasi unvanı almadan önce dava arkadaşlarıyla paylaşmak durumunda kaldığı statüden dolayı haset ve gareze kapılmadığına(ya da bu durumla ilişkili üretilen dedikoduları boşa çıkaracak basirette bir lider olduğuna) dair algıyı hâkim kılabildi. (Feragat ve Paylaşımcılık)

27 Nisan e-muhtırası karşısında ise basiretli toparlayıcılığını gösterdiğinde Türkiye siyasi hayatında daha önce görülmemiş bir dirayetle kendisine verilen oylara sahip çıkabildiğini göstermiş oldu. Bu süreçlerin tamamında seçimle kendisine verilen iktidarı dava arkadaşları ile paylaşacak, dava arkadaşları yetersiz kaldığında en küçük işi bile kendisi bizzat yönetecek ve sonucuna değin meseleye refakat edecek, böylece misyon yüklü bir lider olduğuna çok geniş bir kesimi ikna edecekti. (Dirayet ve Kararlılık)

Temel başka bir uğrak ise, onun uluslararası güçler karşısında onurlu bir Türkiye’nin varlığını temsil etme gayretiydi.[1] Irak’a müdahale krizi öncesinde başlayan diplomatik çaba, küresel güçlere teslim olmayan bir dış politika aktivizminin nasıl işletilebileceğinin örneği olarak boy gösterdiğinde, bu hamleyle Erdoğan’ın uluslararası icazete ihtiyaç duymayan bir siyasi lider olarak düşünülmesinin yolu açılacaktı. İslam dünyası ile geçmişe nispeten daha kişilikli bir ilişkinin yükselmesi, İslam dünyasına yönelik bir misyon duygusunun daha krizsiz gelişimi, Erbakan dönemi sonrasında yavaşça siyaset alanına yerleşti. Komşularıyla dostluk kurarak uluslararası sistemin sıkıştırmalarından kendi eylemiyle ve sorun çözücü inisiyatifiyle kurtulma yönünde sergilenen performans sonrasında, “one minute” hadisesiyle uluslararası sorunların adil çözümü için rol almaktan çekinmeyeceğini ve adaletin temsilciliği için gerektiğinde bedel ödeyebilecek kadar kararlı olduğunu duyurmuş olacaktı.  Erdoğan’ın İslam dünyasında yükselen güvenilirliği, bir tarafta İslamcı aydın nezdinde karizmanın teyidi anlamına gelirken, “one minute” çıkışı zaten sermayesiz kalmış bir muhalefette ısrarın anlamsızlaştığının en önemli göstereni oldu. Bu noktada Filistin meselesinin sembolik öneminin ayrı bir önem taşıdığını hatırlamak gerekir. Filistin meselesi, 80 sonrası İslamcı aktivizmin moral deposunu oluşturan en önemli sermaye ve sembol kaynağı iken; Erdoğan hiç kimsenin yapamadığını yapabilen bir lider haline gelerek bu kaynağı da temellük etmiş oldu. Daha önce sağ siyasetten gelebilecek eleştiriler, Erdoğan’ın 27 Nisan e-muhtırası karşısındaki tavrıyla zaten ofsayta düşmüşken, İslamcı aydınların ve gruplarında Filistin konusunda bu ufuk belirleyici hamle karşısında sözleri kendiliğinden anlamsızlaştı. (Onur ve Müdafilik – Ümmetin Temsili)

Erdoğan’ın başka bir farkı ise Türkiye’nin bütün mağdurlarının temsilciliğine başarılı bir rol yüklenimi ile talip olmasıydı. Kendisinin mağduriyeti ve eski seçkinlerle çatışma hikâyesi ile diğer mağdurların hikâyeleri arasında kurduğu özdeşlik, onun toplumsal muhalefeti etrafında toparlayabilmesinin de en önemli aracı olmuştu. Geçmiş dönemde mağduriyetlere neden olan muktedir failler ile arasına koyduğu mesafe ve devleti demokratikleştirme çabası, ümit ve beklentileri arttırırken aynı zamanda ideallerine ihanet etmeyen bir lider algısının da sürekli yükselmesini sağlayacaktı. Tabii ki bütün bunlar olurken atlanmaması gereken bir şey daha var. Gittiği her yerde, her hanede, her bölgede kendisine hayran olunmasını sağlayacak şekilde halk içinde yürüyecek, dostluk edecek, insanların dertlerine ortak olacak, sofralarına oturacak; böylece geçtiği her yerde kendisinin merkezde olduğu küçük hikâyelerin üretileceği bir performansı aralıksız gerçekleştirecekti. (Tevazu ve Dostluk)

Burada kısaca aktardığımız hikâye, bir liderin bütünlüklü hikâyesi olmaktan öte, hikâyeye şahitlik eden İslamcı aydınların seyrederken gördüğü ve onların ikna olmalarını sağlayan olaylar çerçevesinde üretilen bir tahkiye girişimidir.

Yükselen Karizma Karşısında İslamcı Aydın

Bu lider karizmasını adım adım pekiştirirken toplumsal gerçeklikle, gelenekle, insan tekleriyle bağlantısı eskiden beri sorunlu olan, kendi nefsinin terbiyesini ciddi bir sınamadan azat etmiş, temsil ettiğini zımnen iddia ettiği hakikat adına gereken rolü oynayamadığının farkında ve kısmen de utancında olan İslamcı aydın bu macerayı yakından izleyecekti.

Liderin rolünün bir tarafta Türkiye toplumunun çoğunluğu için ne anlam ifade ettiğine şahit olacak, hatta lidere ve temsil ettiği siyasete muhalif olan fakat cumhuriyet elitlerine de kendini yakın hissetmeyen kesimlerin dahi rahat bir nefes almak için umutlarını süreç içinde bu lidere bağlamaya başladığını görecekti.

Ak Parti ve liderinin bir diğer başarı nedeni ise toplumsal temsiliyeti nedeniyle aydınlar karşısında rahat tavır takınabilme becerisiydi. Ne dışlıyor ne de ısrarla çağırıyordu. Kapısını açık tutuyor, gelenleri dinliyor, değer verdiğini belli eden bir tutum takınıyor ve kendini eleştirenlere alan açmaya niyetli olduğunu gösteriyordu. Eleştiriye ve katkılara açık bir siyasilik izlenimi bırakırken bunun güçsüzlüğünden değil aksine özgüveninden kaynaklandığına dair bir algıyı da hâkim kılabiliyordu.

Çevreden merkeze yüklenmek isteyen sosyal grupların ümidi olan Ak Parti, aynı zamanda merkezi iktidara karşı hep temkinli olması gerektiği yönünde bir refleksi taşımış İslamcı aydınların da ümidi olacaktı. İslamcı aydınlar hızlıca sürece eklemlenmedi. Elbette 28 Şubat yenilgisinin hemen akabinde yeni toplumsal hareketlilik gövdesinin içinde rol almaya çalışan ve bu rolü ısrarla sürdürenler de oldu. Fakat ciddi bir çoğunluk bir tarafta durarak süreci eleştirel bir mesafede izlemeye devam etti. Baştan beri uluslararası odaklardan meşruiyet devşirilmesi arayışı, tek başına bunun yeterli bir nedeni olarak kenarda tutuluyordu.

İslamcı aydınların şahidi olduğu Ak Parti süreci başka hiçbir şey ile kıyaslanamaz bir başarı hikâyesi olarak kendi kendine yükselirken zamanla toplumdan alınan ve başarıyla temsil edilen güç Türkiye’nin dönüşümünün tek anahtarı gibi göründü. Bu olgu İslamcı aydının zihninde yeni bir sorunun belirmesini sağlayacaktı. Türkiye’nin dönüşümünün dışında mı kalınmalıydı yoksa bu dönüşüme adil ve tutarlı bir renk katmak mı daha uygun olurdu? Bu soru tek başına iktidarla kurulabilecek ilişkinin diplerde yeniden düşünülmesini sağlarken aynı zamanda refleksif tutumun yetersizliğine dair de bir hüküm içeriyordu. Çünkü soru aynı zamanda şu şekle de bürünüyordu; tanımlanmış ve hesap verebilen bir iktidarla işbirliği içinde makul ve adil bir dönüşümün yürütücüsü olmak imkânı varken beri durmak ahlaki bir tavır mıdır? Radikal bir politik tutum aynı zamanda apolitik bir dışardalılık halini süreklileştirirken, bu tavır toplumsal değişime etki edebilecek gücün devre dışı bırakılmasını sağlayarak adaletsiz bir sistemin ömrüne katkı anlamına gelmez miydi? Toplumsal gerçekliğin kendiliğinden devreye soktuğu bu soru tarzının ahlakiliği, İslamcı aydının bütünsel bir reddedişe kapıyı kapatmasını öneriyor ve işbirliğinin ilkesel çerçevesini çizmeye çağırıyordu. Ama iktidarla kurulan işbirliği ilk kez yaşanacak bir tecrübenin beceriksizlikleri ile ilerleyecekti. Bu tecrübe yoksunluğunun nedenini ise sanırım İslamcı aydının kimliğini kuruş macerasında arayabiliriz.

İslamcı Aydının Kimlik Kurucu Soruları

Burada aslında biraz da modern dönemin klasik bir sorununun nasıl çalıştığına şahit olmak istiyoruz. Aydın’ın rolü, işlevi nedir? İktidarla ilişkisinin meşruiyeti neye göre düşünülmelidir? Aydının sahip olduğu bilgi nedeniyle imtiyaz talep etmesi, bu amaçla siyasi-toplumsal hareketlerden statü talebi ahlaki midir? Bu ve benzeri sorular bildiğimiz kadarıyla birkaç yüzyıldır zaten hep tartışılagelen şeyler. Türkiye özelinde de bu tartışmanın âlim-aydın ikiliğinde bir dönem İslamcılar tarafından tartışıldığını biliyoruz. Buna İslamcılar tarafından üretilmiş kesin cevaplar yoktuysa da; tartışmanın kendisi, modern dönemde siyasi-teknik eğitim ile ayrıcalıklı hale gelen aydın tipinden bariz bir rahatsızlığın söz konusu olduğunu gösteriyordu. Bunu geleneğin direnişi olarak düşünebiliriz belki, ama burada meseleyi daha çok İslamcıların bilgi-sorumluluk arasında kurduğu gerilimle ilişkili olarak yorumlamayı tercih edeceğim. Oysa bugün bu eski gerilim hattı, bilgi-statü hakkı özdeşliği ile yer değiştirmiş bulunmaktadır.

Peki, bu İslamcı aydınlar kimdi? Bunu biraz açığa kavuşturmak gerekiyor. “İslamcı” tanımının çeşitli nedenlerle sahipsiz kalmış olması, diğer taraftan “aydın” tipinin modern dönem boyunca sürekli farklılaşan kapsamı bizi doğal olarak zorlayacaktır. Burada yazının muradı yerine gelsin diye, belirtilen kapsamda yer almak istemeyecek çokça kişinin muhalefetine rağmen bir evren belirlemek gerekiyor. İslamcı aydın; 60’lı yıllardan başlayarak modern eğitim sisteminin tornasından geçip en azından yükseköğretim düzeyinde eğitimini sonlandırmış, bu eğitim nedeniyle kendisine verilen unvanları kültürel-bürokratik-siyasi alanlarda kullanan, fakat eğitim sisteminin kendisine dayattığı kimliğe karşı kendi kişisel kimliğini İslam kaynaklı olarak kurmuş/kurduğunu iddia etmiş ve Türkiye’nin kurulu sistemine itirazlarını/mücadelesini İslam kaynaklı bir söylem üzerinden ifşa etmiş kişiler olarak düşünülmüştür. Bu kişilerin çoğunlukla kendisi gibi düşünen insanlarla kurduğu ilişki şebekelerinin de üzerinde duracağımız mesele için önemli olduğunu hatırlatmalıyız. Hatta İslamcı aydın olarak düşünülen bu grubun genişliğine dair bir fikir vermesi için, sadece doğrudan fikir üretmiş kişileri değil fikir üretilme sürecini, tartışmaları yakından izlemiş, bu gözlemlerden kendine ait fikirler temellük etmiş kişileri de benlik duyguları nedeniyle aydın tipi içinde düşündüğümü söylemeliyim.

İslamcı aydının kendini kurduğu ve ifşa ettiği döneme baktığımızda, bizzat bu aktör tarafından yürütülen temel tartışma hatları aynı zamanda onun kendi kimliğini kurma sürecini de tanımaya yarayacaktır. Bilgi-iman, bilgi-sorumluluk, aydın-devlet, devlet-adalet, siyaset-iman vb. ilişkilere dair tartışma hatları, devletin ideolojik endoktrinasyonları karşısında analitik bir beceriyi işlevselleştirerek kendi kimliğini kurmasını sağladı. Aynı zamanda bu ve benzer tartışma hatları, İslam tarihinden siyaset-âlim ilişkisinin de gündeme gelmesine neden oldu ve bu ilişki üzerinden gelenekten yeniden yorumlanarak devşirilen fikirler, siyasetle bilgi taşıyıcılığı üzerinden girilecek ilişkinin dönüştürücülüğüne dair bir vizyon sağlıyordu.

Bu kimlik oluşumu süreci aynı zamanda İslamcı aydının reel siyasetin, iktidarın işletilme tekniklerinin, toplumsal sorunların çözümünün dışında durmasını sağlıyordu. Siyasal süreçlerin yıpratması ve kirletmesine karşı korunma imkânı sağlayan tutum, beri taraftan İslamcı aydınları fiili siyasal inşanın ve müzakerenin getireceği tecrübeden yoksunlaştırıyordu.  Bu tecrübesizlik, daha sonraları gücü kullanmanın tekniği, ahlakı, meşruiyeti, ilişkiselliği ve dönüştürücülüğü karşısında çokça hata yapmanın nedeni olacak ve biz, bu hataların birikerek, öncüllerin ve iddiaların değişimini sağladığını görecektik.

Aydın Olarak Sahip Olunan Hak

Şimdi ikinci bir soruyu belirtik kılmaya çalışalım. Yukarıda kimliğini kuruşuna kısaca değindiğimiz İslamcı aydın nasıl oldu da sahip olduğu bilgi ve bilgilenme süreciyle kavuştuğu unvanları üzerinden statü talep etmeye yönelen bir aktöre dönüştü? Aydın olmaktan kaynaklı sermayesini (kurucu)bürokratlığa tahvil edebilmesinin meşruiyetini nasıl türetebildi?

Bunun temel nedenlerinden birinin 28 Şubat ile gelişen yenilmişlik ve mahrumiyet duygusu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. 28 Şubat müdahalesi hem aydının zihnindeki kurguların çöküşüne neden oldu hem de temsil edeceğini düşündüğü toplumsal gövdenin farklı öncelikleri olduğunu ona gösterdi. Siyaset, tarih ve topluma ilişkin kurguların çöküşüne verilen çeşitli refleksler olmakla beraber, bunlardan sadece biri olan yükselen siyasal dalgaya eklemlenme yolunun yoğun tercihi başka gerekçelerde bulmamızı gerektiriyor. Fakat öncelikle 70-90 aralığında kültürlenip 2000’de yetişkinliğine rasgeldiğimiz İslamcı aydının toplumsal gerçeklikle sınamadan ürettiği bilgi ve tavrın gerçeklik karşısında direncinin, siyasal araçlardan yayılan baskıya maruz kalınca ölçüldüğünü ve çözüldüğünü söylemeliyiz. Bununla bağlantılı olarak toplumsal değişimin varsayıldığı-arzulandığı gibi derin olmadığı, hatta öncüler olarak İslamcı aydınların ona atfettiği anlamın dışında başka bir gerçeklik taşımadığı, genişleyen cemaat halkalarının daha reel arzu ve taleplerle şekillenmiş olduğu da açığa çıkmıştı. İslamcılığın 28 Şubat sonrası baskıyı kaldırabilme direncinin tahmin edilenden düşüklüğü ve merkezi siyasi baskı araçlarının gücü ortaya çıktığında doğal olarak halkalar dağılacaktı, ama buna karşın saflarda öncülerin aşılamasını beklediğimiz direnci onların da göstermediğini ve onların bir kısmının da kendilerini taşıyacak yeni kitlesel mobilizasyonlara eklemlenme tercihine yöneldiğini gördük. Bu grubu şimdilik değerlendirmenin dışında bırakacağız, fakat ilk grubun Ak Parti’ye sonraki İslamcı aydın eklemlenmeleri için kolaylaştırıcı bir şebeke ağı olarak çalıştığını unutmamalıyız. İslamcı birikimin ve siyasal mühendisliğin, devletin merkezine hâkim olduktan sonra, Ak Parti içine aktarımı da bu grubun aracılığı ile başarılacaktı. Yine bu grubun, başlangıçtaki desteğinin karşılığı olarak daha sonra Ak Parti’ye destek veren liberal aydınlarla yürüyecek kapışmanın mimarı ve İslamcılık dışından gelen aydın desteği karşısında öncelikli taltif arzusunun yürütücüsü olduğunu da unutmamalıyız.[2]

28 Şubat yenilgisi ile toplumsal öncülük rolü elinden alınan İslamcı aydının kişisel statü beklentisine hak sahibi olduğunu düşünmesinin bir nedeni de, misyonunu devredeceği bir karizmatik liderin büyüsüne şahit olmasıydı. Yukarıda karizmatik liderliğin hikâyesi ile açığa çıkarmaya çalıştığım şey tam da bu noktada anlamlı hale geliyor. Misyonunun kendisine yüklediği ağırlığı taşıyamayan, toplumsal değişimin tabandan gerçekleşebileceği ümidini yitiren, öncülük rolünün gerektirdiği dirençten yoksun olduğunun farkına varan aydın; toplumsal temsiliyeti üreten, dirayetli ve kararlı bir liderin hikâyesine şahitlik ettiğinde, inançları ile bu liderin misyonu arasında bir özdeşlik kurmaya yönelecek ve zamanla Ak Parti’nin vaat ettiği konfora teslim olacaktı. Karizmanın büyüsü, İslamcı aydını bir siyasal-toplumsal inşanın sorumluluğunu üstlenmeden rolünü devredeceği bir lidere razı edecekti. Misyonun devri sonrasında ise İslamcı aydına İslamcılıktan geriye kalan tek tortu, öncülük-seçkinlik arzusuydu. Yeni şartlarda ise bu arzunun tatmini ancak karizmatik liderliğin aydına sunacağı rol ve statüyle mümkün olacaktı. İslamcı aydın tam da bu ihtiyacın teşvikiyle, artık kendini hak sahibi olarak hissetmektedir.

Burada okumaktan vazgeçip, sevgili Ece Ayhan’ın Kör Bir Çeşme’sini aramaya başlayabilirsiniz

-hani, iyi de olur:

“ Ve kör bir çeşmenin içinde, zalim bir padişahın

zamanında doğmadık diyedir dövündüler dervişler”

 

İyi Bir Rol-Model Olarak Davutoğlu Örneği

Bu noktada meselenin sadece yukarıdaki sorular düzeyinde ilerlemediğini, aksine soruların tavırları bazen daha da belirsizleştirmeye yaradığını hatırda tutmak gerekiyor. Sorulara cevap üretilmesini sağlayan malzeme fiili siyasi pratiğin kendisinden türedi. Herkesin şahit olduğu baskın ve güçlü, iyi bir örnek iktidarla işbirliğinin çok da korkulacak bir değişim olmayacağına dair ufuk açıcı işlev gördü.

Ak Parti’nin ilk hükümet deneyiminden itibaren, taşıdığı ve ürettiği bilgiye saygısını belli ederek merkeze davet ettiği, icra ettiği işlevi sınırlamadan eylemine alan açtığı ve değer yüklü eylemliliği nedeniyle korumaya özen gösterdiği Ahmet Davutoğlu; bir rol-model olarak hepimizin tahmin edebileceğinden öte bir sahiciliğe ve görünürlüğe kavuştu. Bu süreç şekillenirken Davutoğlu’nun kendi rızası ile değil de siyasal gerekliliğin cebri ile bu yola girmiş olması, bu icracı eylemliliğin fedakârlık ekseninde düşünülmesini sağlayacaktı.

Bu rol-modelin ilkeli, ısrarlı, dönüştürücü[3], aktif ve paradigma kurucu gücü İslamcı aydın için büyük bir moral kaynağı oldu. Eylemi ile yolunu açan bir aydın-siyasetçi olarak ne tür bir işlevin üstlenilebileceğinin temsili örneği olacak ve katılımın meşruiyetini kendiliğinden üreten bir rol-model olarak iş görecekti.

Geçmişi itibariyle istikrarlı bir ilim pratiği içinde yer aldığını bildiğimiz, sosyal bilimlere hâkimiyeti ve özgüveni nedeniyle sevilen, Müslüman dünyanın meselelerine eğilirken apolojist olmayan bir akademik üretkenliğin örneğini sergileyen Davutoğlu, siyasi alandaki performansıyla da bir geçiş modelinin mükemmel örneği oldu. Eylemliliği, ahlaklı ve adil bir işbirliğinin üretilebilme imkânının varlığına delil sayıldı. Bir İslamcı aydının geçmişi ile gelecek ufku arasında kurulabilecek bağlantılardan birini göstermesinden öte bu rol-model, kaynağından da koparak zamanla baskın ve tek ideal model gibi görünmeye başladı. Yukarıdaki tasvirde görüldüğü haliyle Erdoğan’ın liderlik hikâyesinde öne çıkan bazı özelliklere(ve bu aracılıkla Türkiye’nin sistemi, siyaseti ve hatta İslam dünyasının geleceğine) Davutoğlu’nun doğrudan katkı yapmış olması da düşünce ve eylemin değerini teyit eden bir durum olarak yorumlandı.

Fakat iyi bir rol-modelin işleyişi sadece geçişin meşruiyetini üretti. Geçiş sonrası eylemliliğin ahlaki çerçevesini baskın kılacak etkililik bu rol-modelin gücünü aşacaktı. En masum haliyle bile tecrübe yoksunluğunda yapılan hataların mütekabil bir bedelinin yokluğu, zamanla hataların ve günahların normalleşmesini getirecekti. Buna bir de öteden beri devlet sisteminin kendi kapıkullarını (ve cumhuriyet döneminde memurlarını) suçlarına rağmen kamuoyuna karşı koruma iradesinin oluşturduğu bürokratik geleneğin gücünü eklemeliyiz. Çünkü merkezi bürokrasiye hâkim olma mücadelesi, aynı zamanda içerde çatışan eski-yeni seçkinlerin karşılıklı denge gözetmek amacıyla da olsa, birbirlerinin hatalarını kamuoyundan saklama ihtiyacını doğurmaktaydı. Bu çatışma ortamında hata ve günahlar normalleşirken bürokratik-siyasi eylemselliğin ahlaki çerçevesi de gitgide gevşeyecekti.

Yazının devamını okumak için tıklayınız.


[1] Bu tavır, 2010’a gelindiğinde ilginç bir şekilde, Erdoğan’ın 1 Mart 2003 tezkeresi konusunda tarafgirliğinin bile unutulmasına neden olacaktı. 2003’te Ak Parti’nin dış politika atağı iki ayrı çizgide yürüyordu. Bir taraftan ABD ile eşgüdümlü bir Ortadoğu dizaynına uyumlu bir çaba diğer taraftaysa İslam dünyası içinden organize edilmeye çalışılan, kendini toparlayarak müdahaleyi gereksizleştirmeye yönelen bir çaba gösteriliyordu. Nihayetinde süreç, Irak’a askeri müdahaleye katılım yönünde bir siyasi inisiyatif gösterilmesini gerektirecek noktaya geldiğinde, bu iki çabanın temsil ettiği tutumlar TBMM’de oylandı. Başbakanın baskısıyla Ak Parti’nin büyük çoğunluğu tezkereye onay vermesine rağmen Ak Parti’nin içindeki bir azınlık ret oyu kullandığı için tezkere geçemedi. Başbakanın hiç arzulamadığı ve korktuğu bu sonuç, İslam dünyasında ve Avrupa kamuoyunda Türkiye’ye yönelik olumlayıcı başka bir algının yükselmesini sağladı. 1 Mart oylaması bu haliyle hükümetin, “ABD’ye hayır diyebilen ülke” algısını sahiplenmesinin yolunu gösterdi. – bu mesele, hatırlama ve unutmanın tercihlerle şekillenmesine ilginç bir örnek olarak bir kenarda dursun.

[2] Aslında liberal ve sol-liberal aydınlarla 28 Şubat öncesinde kurulan ilk diyaloglar İslamcı aydınların dünyaya bakışına ciddi bir iz bırakmıştı. Daha sonra 28 Şubat karşısında bu aydın grubun itirazları onların İslamcı aydınlar ve kitle nezdinde itibarını arttırmıştı. Fakat her halükarda Ak Parti’nin siyasetin merkezine yerleşmesiyle destekçi aydın bloku arasında bir çatışmada baş gösterdi. İslamcı aydınların, “bizim, size diyet borcumuz yok” mealindeki yazıları bu çatışmanın nasıl işlediğinin bir örneğidir. Ayrıca 28 Şubat öncesi liberal aydınlarla ilk ilişkilerin geçişe uygun bir dile hazırlama gibi bir işlevi olduğunu da unutmamak gerekiyor.

[3] 1 Mart 2003 tezkere oylaması öncesi İslam dünyasına açılan dış politika ufkunun kurucusu ve tezkere oylamasının aleyhinde çalışan bir aydın-siyasetçi olması, yanlış tercihler karşısında doğru tutumda ısrar ederek siyasete olumlu ve ahlaki katkılar yapabilirliğin örneği olacaktı. Yukarıdaki 1. dipnotta belirtilen iki çizgiden ikincisini baskın kılmaya katkısı ve birinci çizgiyi dizginlemeye yönelik çabası bu bağlamda düşünülebilir.

3 Responses

  1. 6 Mart 2013

    […] İslamcı Aydının Karizmatik Liderlik Karşısında Büyülenme Arzusu – I […]

  2. 17 Mart 2013

    […] İslamcı Aydının Karizmatik Liderlik Karşısında Büyülenme Arzusu (1) (Sinan Kızılkaya / 06.03.2013) […]

  3. 14 Mayıs 2013

    […] takip edenler Sinan Kızılkaya*‘yı “İslamcı Aydının Karizmatik Liderlik Karşısında Büyülenme Arzusu” başlıklı epey ilgi gören iki yazılık dizisiyle […]

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir