Korkunun Tedirgin Gözleri

Korkunun birçok gözü vardır.”

Don Kişot

1. Fragman; Tolstoy’un İnsana Ne Kadar Toprak Lazım adlı yıllar önce okuduğum bir hikâyesi var, detaylarını hafızamdan seçip çıkaramıyorum lakin ana hatlarını hiç unutmadığım metinlerden biri. Hikâye toprak düşkünü Pahom adındaki bir köylünün başına gelenleri anlatır. Pahom bir gün ucuz fiyata toprak satıldığını duyduğu Başkurt bölgesine gider. Satıcıların çok toprakları vardır ve alıcıya gün batımına kadar yürüyerek çevreleyebildiği kadar toprağı vereceklerini söylerler. Eğer gün sonunda başladığı yere gelemezse bütün o koşuşturması boşa gidecek ve hiç toprak alamamış olacaktır. Öğlen vakti başladığı yolculukla iştahla beğendiği ve verimli gördüğü arsaların etrafını çevrelemeye başlar, yürüdükçe çevreyi genişletmeye çalışır, çevreyi genişlettikçe daha çok yorulur, yoruldukça güneş gözünde daha hızlı batmaya başlar, zaman daraldıkça telaşlanır ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın gözü etrafını çevreleyemediği yerlerde kalır. Ödediği paranın ederinden çok daha fazlasını çevrelemiştir lakin hala daha fazlasını istemektedir. Gün batımında başladığı noktaya döner ancak vardığında bütün vücudu iflas etmiştir. Vardığı yerde yere yıkılır ve hayatını kaybeder. Pahom’u 180 santimlik bir mezara gömerler. Akli melekelerin yitirilmesi ve ihtirasların kişiyi anlamsız bir koşuya ve maceraya sürüklediğini gösteren çok başarılı bir hikâyedir, ihtiraslarına teslim olanların ruh halini bu kadar başarılı anlatan bir başka metin okumadım henüz.

2. Fragman; Araplar develerin kaçmaması için ağaca ya da tahtaya bağladıkları ipe ukal derler. Olaylar arasında gerçekçi bir bağlantı kuran şey anlamındaki “akıl” kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. Gündelik hayatları develerin tavırlarıyla çok ilişkili olan Arap toplumu muhtemelen develerin bazı alışkanlıkları üzerinden “harese” gibi bir kelimeyi de geliştirmişler. Harese, çölde yetişen dikenli bir bitkinin adıdır. Hırs, ihtiras, muhteris gibi kelimeler bu eski kelimeden türetmedir. Çölde üç hafta yemeden içmeden dayanabilen develerin dikenli harese bitkisine karşı zafiyetleri vardır ve anlatıldığına göre bu bitkiyi gördükleri yerde kendilerini tutamaz ve iştahla yemeye başlarlar. Dikenler damaklarını ve ağızlarını parçalar ve kan revan içinde kalırlar ama kanla birlikte daha bir lezzetli hale gelen bitkiyi iştahla yemeye devam ederler. Yemeye doyamayan develer eğer durdurulmazlarsa kan kaybından ölürler.*

3. Fragman; meşhur sahnedir, The Godfather II’de Michael Carleone aile işleri ve bazı yatırımlar için Küba’ya gider. Etkili kişilerle görüşmeden ayrıldıktan sonra oteline dönerken askerlerin direnişçileri gözaltına aldığı bir olaya denk gelir. Castro yanlısı direnişçilerden biri silahlı askerlere rağmen kaçmaya çalışır ve oracıkta öldürülür. Bu sahne üzerine Michael kendisine çok karlı bir teklif sunulmuş olmasına rağmen Küba’daki tüm girişimleri iptal etmeye karar verir, gerekçesi birileri olanca güçsüzlüğüne ve silahsızlığına rağmen ölümü göze almış ve direnirken, birileri silah sahibi bile olsa ülkeye sükûneti sağlamayı becerememektedir. Ölümü göze alanlar öldürmekten ve kan dökmekten başka bir şey bilmeyenleri bir şekilde yenecektir. Michael’ın fark ettiği bu şey yatırımlardan vazgeçmesine neden olmuştur, zira Küba’ya o tarihlerde hâkim olan şey akıldan çok kontrolsüz bir ihtiras halidir, gözler ise ölüme kafa tutanlara çevrilidir.

Türkiye’deki mevcut yönetim varlığının anlamını bir savaş haline ve inananları için haklı bir korkuya dayandırıyor. Yaptığı her katliamı ve hukuksuzluğu bizim bir türlü göremediğimiz dış bağlantılarla ilişkilendirerek propaganda yapıyor. Bu şekilde kendi korkularını ve ihtiraslarını gizleyebileceklerini düşünüyor olmalılar. Destekçileri için işlevsel olan bu tavrı sürekli üst akıl diye işaret ettiği yönetimlerle ve sermaye gruplarıyla çok sıkı ve samimi bir ilişki içinde olmasına rağmen başarıyla sürdürüyor. Bu çelişki bir tarafa savaş adı altında yaptığı tüm hukuksuzlukları dış destekli iç mihrakların oyunlarını bozmak olarak sunması ve bunu oldukça küstahça yapması, sadece krizi derinleştirmiyor, aynı zamanda akıldan çok ihtirasla kana ve gerilime bağımlı bir kişiliğe bürünmesine neden oluyor. Baskıcılığı katmerleştikçe felaha erebileceğine inanıyor, iştahla ve kontrolsüzce harese bitkisini yemeye koyulmuş devenin hazzını yaşıyor. Kolluk güçleriyle ve öldürerek iç huzuru sağlayabileceğini beyan ederken bir yandan da üst akıl diye arada naralar savurduğu yüksek kar peşindeki çevrelere “burası karlı bir ülkedir beyler, geliniz yatırımlarınız eksik etmeyiniz, biz size her türlü alanı açarız.” mesajları iletmekten geri durmuyor. Hayır, bu kesinlikle bir çelişki değil, akli melekeler işlemediğinde ve ihtirasın esareti altında kalındığında normal olan hal bu, Michael Carleone’nin Castro öncesi Küba’da gördüğüne benzer bir hal…

Siyasetin ve ülkeye dair her şeyin bir kişinin kaybetme korkusuyla şekillendiğini bir kenara yazıp, ölümden kaçanlara ve öldürme ehliyetini bir muhayyellikle meşrulayanlardan açlıkla terbiye edilmeyi reddederek ölümü göze alıp açlıkla direnenlerden bahsedelim şimdi. Korkunun ve umudun şu günlerde gözlerini faltaşı gibi açıp çaresizce odaklandığı yere…

Nuriye ve Semih, kendilerini açlıkla terbiye etmeye çalışanlara ve yaşam hakkı tanımayan hukuksuz uygulamalara, kendilerini yavaşça ölüme götüren bir eyleme girişerek tavır koydular.** Canlarını siper ederek haysiyeti, açlıkla ve ölümle zedelenmek istenen herkes adına açlık ve direnme dersi veriyorlar. Cesaretleri ve dirayetleriyle herkesin gözüne gerçekle ve hayatla bağını koparmış ihtiraslı bir azıtmışlığı sokuyorlar, bunu günden güne ölüme daha fazla yaklaşarak yapıyorlar. Eylemin kudreti öngörülemez bir hali var ve sulh ile neticelenmemesi ve can kaybıyla sonuçlanması halinde çok fazla şeye neden olabilir. Nuriye ve Semih’in talepleri-ki bizim de taleplerimiz- olumlu neticelenirse, muhataplar saplandıkları azgınlığın yanlış olduğunu kabul etmek zorunda kalacaklar, bunu istemiyorlar. Bilerek ya da bilmeyerek, belki de beceriksizlikleriyle, arkalarındaki rüzgârın sağladığı özgüvene itibar ederek işten attıkları herkesin zararını tazmine mecbur kalacaklar. Eylem –Allah korusun- can kaybıyla neticelenirse önüne geçemeyecekleri şeylerle karşılaşacaklarını düşünüyorlar, zorla da olsa iştahla kapıldıkları akıl tutulmasından bir şekilde çıkarılacaklarını hissediyorlar, belki de bir toplumsal devrimden korkuyorlar. Haliyle ellerindeki imkânlarla olay çığrından çıkmadan erkenden boğma seçenekleri var mı yokluyorlar şuan. Aptalca gerekçelerle heykelleri çevreliyorlar, iftiralar üretiyorlar, ahlaksız karikatürleri tedavüle sokuyorlar, adli sicil kayıtları tertemiz insanlar hakkında terör örgütü üyesi iftirasını atıyorlar, hiçbir şekilde suç olmayan ve bir kesimin hafızasında hayırla anılan olayların(Gezi ve Tekel direnişleri) “benzerleri olmasın” gibi gayrı hukuki gerekçelerle tutukluyorlar.

Nuriye ve Semih’in bu eylemleri sadece azgınlıktan gözü dönmüş bir zihniyetin daha da çirkinleşmesine ve saplandığı muhterisliğin sereserpe ortaya dökmesini sağlamakla kalmıyor, içimizdeki tedirginliği, onlar eridikçe daha fazla hissettiğimiz borçlanmayı, bir şeyler yapmamız gerektiği hissini, sağ salim eyleme son verebilecekleri bir neticenin çıkması için edilen duaları, edebiyatın ve kelimelerin günden güne daha bir yetersizleşmesini de arttırıyor. Korku ve umut arasındaki kalın çizgi ise günden güne siliniyor.

* Livaneli’nin Huzursuzluk romanı harese bitkisini anlatmakla başlar. İlk oradan okudum.

** Şunu özellikle ve altını çizerek belirtmek isterim; açlık grevlerinin tartışmalı tarafları var lakin burada bunu asla tartışmak ve yargılamak niyetinde değilim. Geldiğimiz durum itibarı ile şu günde tartışmayı da asla ahlaki bulmuyorum.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir