Yeni Duvarlar ve Sömürgecilik

MEHMET ÖZGÜR BAHÇECİ

Sömürgecilik ve sonrasına dair tartışmalar, Arap Baharı’nı müteakip coğrafyamızı kasıp kavuran farklı mukavemet hareketleriyle birlikte şiddetini yükseltti. Bilhassa Irak ve Suriye’deki egemenlik rejimlerinin ufalanması, yüzyıl önce çizilen siyasi sınırların popüler siyasette de sorgulanmasına yol açtı. Öte yandan bu şiddet dalgasından güvenli limanlara sığınmak isteyen muhacirlerin oluşturduğu kervanlar, Avrupa’nın göbeğinde tersine bir kavimler göçünü yansıtan manzaralara yol açtı.  Berlin merkezli göçmen kolektifinden Mehmet Özgür Bahçeci’ye kulak veriyoruz. 


Giriş

Sömürgecilik/Emperyalizm, TV programlarından teorik metinlere, kahvehane muhabbetlerinden parti programlarına oldukça çeşitli tartışmaların ve analizlerin merkezinde yer alıyor. Sömürgecilik, yüzlerce yıllık tarihi, çok çeşitli etki alanları ve işbirliklerinin de sonucunda net bir şekilde tanımlanması bile güç bir kavram olarak, bu yayınlarda ve konuşmalarda da çok farklı şekillerde anlamlandırılıyor. Sömürgecilik karşıtı yaklaşımların çoğu da bu kavram karmaşasını arttırmakla kalmayıp, kendi propagandalarını da bu karmaşadan devşiriyorlar. Bu yazının amaçlarından ilki, farklı yaklaşım ve pozisyonların, sömürgecilik üzerine/karşıtı söylemlerinin birbirleriyle ilişkisini ortaya koyarak bu karmaşayı azaltmak.

[pullquote]Türkiye vatandaşlarının “mülteci olma ihtimali” üzerine spekülasyonlar bu tahayyül sınırlarının absürt bir biçimde minimum bir ortaklık üzerinden ortadan kalkmasına işaret ediyor. Suriye’deki protestolarla ilgili herhangi bir kesim bir söz söyleyememişken, savaş koşullarında benzerlik ihtimali, kendini olası bir mülteci olarak hayal etmeyi, tahayyülde bir aynılaşmayı mümkün kılıyor. [/pullquote]

İlki ile bağlantılı ikinci amacı ise oluşturulan koalisyonlarla yeni bir aşamaya giren Irak ve Suriye’deki savaşla ilgili. 14 yıl önce işgale karşı çıkan sesin, haritalarda yıllardır siyaha boyanan bölgeye yapılan daha büyük bir koalisyonun müdahalesine karşı çıkması mümkün görünmüyor. Irak işgali sırasında ve Suriye’deki tek adam rejimi altında yoğun bir baskı gören bölgelerin birleşiminden oluşan alan, bir şekilde, gözü dönmüş silahlı adamlarla özdeşleştirildi. Dolayısıyla kendi tarihi ve direnişlerinden koparılarak bombalanmaya ve özgürleştirilmeye uygun hale getirilen bu alana yönelik hem batı ülkelerinin, hem de bölgeye komşu devletlerin müdahalelerine karşı koyma ihtimali ortadan kaldırıldı. Bu durumun yarattığı sıkışmışlığı aralamak bu yazının ikinci amacı.

2014’te sözkonusu bölgenin geçici egemenleri, en ünlü emperyalist paylaşım anlaşmalarından Sykes-Picot’nun yarattığı sınırları iptal etmekle övündü. Geçtiğimiz üç yıl gösterdi ki, bu iptal, anlaşmanın yüzyıl sonra yenilenmesi sürecinde sadece bir aşama olarak kalmaya aday. Batı bloğu İngiliz, Fransız, Rus ve İtalyan dörtlüsünden, 66 ülkeye genişlemişken, yeni paylaşım masası, bölgeye komşu ulus-devletlerin katılımıyla sömürgecilik tartışmaları açısından karmaşık bir hal aldı. Öncelikle bu savaşın ürettiği mültecilere, bölgeye farklı uzaklıklarda bulunan Almanya ve Türkiye’nin yaklaşımlarına odaklanarak, dünyanın dört bir yanında Batı bloğunun yükselttiği yeni duvarların içi ve dışı arasındaki ilişki ve fark ortaya konmaya; sonrasında da Türkiye’de sömürgecilik üzerine üretilen söylemlerin genel hatları belirginleştirilmeye çalışılacaktır.

Yeni Duvarlar ve Sömürgecilik

Batı Şeria Duvarı

Sykes-Picot’nun bir tür devamı olarak görülebilecek Sevr anlaşması, milli tarih yazımlarının neredeyse bütün versiyonlarında en büyük korkulardan biridir. Bu tarih anlatıları bir yandan farklı aktör ve kesimlerin anlaşmanın iptalindeki rollerine vurgu yaparken bir yandan da bu korkuyu güncellemeye girişir. Fakat Sevr gerçekte iptal olmamıştır. Pek çoklarının sürekli tekrarladığı Türkiye üzerine oynanan oyunlardan değil, Filistin, Suriye ve Irak gibi coğrafyalardan bahsediyorum. Sevr, sınırın öbür tarafında yürürlüğe girmiş, her tür siyasi oluşumu etkilemiş bir anlaşmadır. Bilindiği üzere, Suriye Fransız Mandası, Birleşik Krallık Mezopotamya ve Filistin Mandaları bu anlaşmayla kurulmuştur. Bir tarafın iptaliyle övündüğü, korkusunun milli tarih yazımlarını şekillendirdiği anlaşma, diğerlerinin içinde yaşadığı gerçekliktir. Bu milli körlük, milli kimliği “Araplıktan arındırma” hedefiyle birleşerek siyasal tahayyülün milli sınırlara hapsolmasında önemli rol oynamıştır.

Her geçen gün televizyonlarda ve gelecekle ilgili gündelik siyasi konuşmalarda daha çok yer bulmaya başlayan, Türkiye vatandaşlarının “mülteci olma ihtimali” üzerine spekülasyonlar bu tahayyül sınırlarının absürt bir biçimde minimum bir ortaklık üzerinden ortadan kalkmasına işaret ediyor. Suriye’deki protestolarla ilgili herhangi bir kesim bir söz söyleyememişken, savaş koşullarında benzerlik ihtimali, kendini olası bir mülteci olarak hayal etmeyi, tahayyülde bir aynılaşmayı mümkün kılıyor. Türkiye’nin “Suriyeleşmesi” ihtimali üzerinden gerçekleşen bu aynılaşma, dayanışmadan çok, Batılı bir gözün hayali üzerinden temellenmekte: “20 milyon Suriyelinin dörtte biri mülteci oldu, yirmide biri Avrupa sınırını geçti, etkisi ortada; 80 milyon Türkiyelinin dörtte biri mülteci olsa, yirmide biri Avrupa’ya geçse, dört kat büyük bir kitle eder”. Benzer bir aynılık daha acımasız bir hesapta, “Suriyeliler dönüp savaşmalı” söyleminde de görülmektedir.

Münih, Mülteci Kampı Duvarı

[pullquote]Sömürgeciliği, sosyo-kültürel alan merkezli tanımlayıp, özcü bir batı karşıtlığı içeren bu biçim, böylelikle ekonomik sömürüdeki ortaklığını örtmeye çalışageldi.İstanbul’dan Diyarbakır’a tarihi suriçlerine kadar elindeki her araçla kentsel talan alanları açarak kapitalizmle kurulan bu ortaklığı derinleştirdi.[/pullquote]

Duvarın öbür tarafında işler oldukça farklı. Öncelikle Almanya’nın bu tarafta mülteci krizinin “yükünü” en çok çeken ülke olduğunu, bu pozisyonun, AB’nin siyasal-ekonomik kontrolündeki rolünü not düşerek belirtmek gerekiyor. Almanya özelinde, mülteci, neredeyse yeni bir insan türü kadar yabancı bir şeye eş. “Benim de Kürt arkadaşlarım var” sözünü andırırcasına bu yeni “tür”den bir adet arkadaşı olmasına çaba sarf edenlerden, genç mülteci kamplarının etrafını duvarlarla örenlere, yukarıda bahsedilen imgesel aynılaşmanın imkansız olduğu farklı dünyalardan bahsedilebilir. “Refugees Welcome” hareketi yeni dalga mülteciler gelene kadar etki gösterebilen naif bir birlikte yaşama hayali olarak kaldı.Alman devlet politikasının, savaşlara ve bu savaşların bunca kilometre uzağa sürdüğü insanların hikayesine etkisi eleştirilerin merkezi neredeyse hiç olmadı.Doğulu diktatör imgeleri, ilgili eleştiriler ve şakalarla oyalanarak, global İslami Terör propagandasına eklemlenmek hem medya hem de toplum nezdinde çok daha fazla rağbet gördü. Böylelikle yıllar süren bu propagandadan çok, savaşa komşu ülkelerdeki sayının sadece sekizde birine tekabül eden, yükseltilen duvarları aşan mülteciler, yükselen ırkçılıkla ilişkilendirildi. Dünya ölçeğinde de mültecilerin sadece yüzde %6’sını barındıran Batı bloğu, sömürgeci ulus devlet formasyonuna doğru hızla ilerlerken, yarattığı güvenlik ve İslamlaşma paranoyalarıyla bu gidişata rıza yaratmakta zorlanmıyor.

Bu gidişat ve eşitsizlik, Türkiye’de oldukça yoğun bir biçimde propaganda malzemesi olarak kullanıldı. Mülteciler, Kürt şehirlerinde demografik değişimler yapmak için, savaşta nüfuz arttırmak için ve aşırı ucuz iş gücü olarak kullanılmıyormuş gibi yapılan bu propaganda, tek geçerliliğini duvarın öbür tarafındakilerin “kötülüğü”nden alıyor. İktidarın milyonlarca mültecinin hayatları üstüne kurulan pazarlık masasında bir taraf olmaktan, savaştaki mezhep çatışmasını -bu çatışmadan iç ve dış politika malzemesi devşirerek- derinleştirmeye kadar rolü, bu Batı karşıtı propagandayla örtbas etme yoluna gidildi.

Suriye – Türkiye Duvarı

Sömürgeciliğe Üç Yaklaşım

Mevcut iktidarın bu propagandası, sömürgeciliği tanımlama biçimine de paralel. Sömürgeciliği, sosyo-kültürel alan merkezli tanımlayıp, özcü bir batı karşıtlığı içeren bu biçim, böylelikle ekonomik sömürüdeki ortaklığını örtmeye çalışageldi. Kemal Derviş programlarından beri, Milli Görüş’ün yerel kalkınma vurgusunun tam zıttı yönde politikalarla, özelleştirmelerden, örgütlenme karşıtı yasalara, uzun dönemde devletin borcunu, bireysel borçlara çevirip, milyonları kredi borçlarıyla ekonomik olarak tutsak etmekten, global şirketlerin her tür sektörü ve insan kaynağını talanına ön ayak olmaya global sömürgeci güçlerle ekonomik ortaklığı, dokunulmamış tek bir nehir, orman bırakmadı. İstanbul’dan Diyarbakır’a tarihi suriçlerine kadar elindeki her araçla kentsel talan alanları açarak kapitalizmle kurulan bu ortaklığı derinleştirdi. Üç ay önce ABD, Fransa, İsveç ve İsviçre sermayeli firmaları hedef alan Metal işçileri grevinin milli güvenlik gerekçesiyle yasaklanması hem ortaklığın boyutunu, hem de millilik ve güvenliğin sınıfsal boyutunu ortaya koyuyor. İktidar, 80 darbesinin hak gaspları, yarattığı tüketim odaklı toplumu ve 90’ların ekonomik istikrarsızlığına arkasını dayayıp, her alanda taşeronlaşmayı ve güvencesizliği arttırdı. Regüle edilmiş bir kemer sıkma hızıyla inşaat&servis kolonisi olma ülküsüne ve kapitalizmin toplumun her bireyinin kılcal damarlarına kadar girmesine rızayı, Batı’yı kapitalizmden bağımsız, özü kötü bir canavar olarak konumlandırıp, ona karşı savaş verildiği masalıyla yaratabiliyor. Devletin bütün sömürü araçlarını kullanırken, sömürgecilik-karşıtı bir söylem geliştirebilmek için, sömürgeciliği beyaz-batılı bir figürle eşitlemek, benzerlikleri örtmek için tek yol oluyor. Global İslami Terrör propagandasının sadece İslami tarafını kınanıp, sınırların içinde toplumun yarısı Terörist damgasıyla korkutulmaya çalışılabiliyor.

[pullquote]Sömürgeciliği sadece ekonomi temelli bir ilişki olarak gören yaklaşım da batının beş yüzyıllık sistematik kültürel, dinsel, dilsel sömürgeciliğini, sadece ekonomik sisteminin bir yan ürününe indirgemekte veya ikincil bir yere koymaktadır. Örneğin hala Kürt meselesini sadece ekonomi temelli bir sorun olarak ele alan ulusal sol yaklaşım, sömürgeciliğin yarattığı sosyo-kültürel yıkımları kapitalizm sonrası bir zamanda halledilecek bir mesele olarak görmektedir.[/pullquote]

Bu yaklaşım, sağır edici kadar yüksek sesle tekrarlanıp diğer sömürgecilik-karşıtı söylemleri duymayı neredeyse imkansız hale getirmekte. Fakat amaçların ilkinde de bahsedilen -bu propagandanın benzerler arasında en tercih edilen olmasının yolunu açan- karmaşayı dağıtmak için sömürgeciliği görmezden gelen ve sömürgeciliğin ekonomik boyutunu diğer boyutlarına göre ayırt edici bir yere konumlandıran yaklaşımları incelemek elzem.

Batı’nın kültürel, sosyal, ekonomik dominasyonunu ve bunun etkilerini normalleştirme/göz ardı etme yoluna giden yaklaşım, bu sistematik olarak yüzyıllardır etki gösteren yapının yerine genellikle uluslararası bir düzlem koymaktadır. Bu yaklaşımın ileri/geri uluslar ayrımı yapan versiyonlarında, kabile devleti, Ortadoğu ülkesi veya muz cumhuriyeti ile modern Batılı ulus-devlet arasında bir ikilik kurulmakta. Ekonomik ilerlemeyi mümkün kılan kıtalar çapındaki sömürüyü ve sömürgeciliğin dilleri, kültürleri sakatlayıcı etkisini görmezden gelen bu versiyon, ilericilik atfedilen değerlerin peşinden gidilerek halen Batı’daki refah seviyesinin yakalanabileceği yanılsamasına dayanmaktadır. Evrensel insan hakları söylemini kağıt üzerinde de geçersiz kılan, AB’nin mülteci anlaşması ve ABD’nin kendi vatandaşlarını dahi dünyanın herhangi bir yerinde yargısız infaz edebilmesini sağlayan yasa; İslam düşmanı saldırılar psikolojik sorunlarla anılırken, her müslümanın potansiyel terörist olarak görülmesini sağlayan propaganda; kültür-sanat ürünlerinin -içeriğinde farklı kültür ve gelenekleri kullanıp- dağıtımı, organizasyonu ve finansmanında kurulan global egemenlik gibi güncel örnekler, vaaz edilen eşit imkanlara sahip uluslar/bireyler kurgusunun günümüzde de boşluğunu göstermekte.

Bu yaklaşımın ‘stratejist’ olarak adlandırılabilecek ikinci versiyonu ise dünyayı, farklı güçteki ulus-devletlerin mücadele alanı, kaynak ve hammadde paylaşımı yaptığı bir satranç tahtası olarak görmekte. TV ekranlarında oldukça sık yer bulan bu söylem, bu büyük güç savaşındaki anlaşma ve organizasyonlara karşı, ulus-devletle birlik içinde olup, bilinmez denklemler ve komplolarla uğraşmaktan başka bir yol bırakmamaktadır. Her iki versiyon için de sömürgeciliğin ulus-devlet çerçevesine sıkışmasının, iç sömürgeciliğin yorumlanmasında da bir aşırılık yarattığı söylenebilir. ‘Stratejist’lerin yorumlarında, her ulus-devletin gücünü korumak için sosyal, kültürel, ekonomik iç sömürü politikaları uygulaması göz ardı edilebilecek bir detaydır. İleri/geri uluslar perspektifinden bakanlar için ise ileri uluslardan olmamanın üstüne iç sömürü deneyimi eklendiğinde Türkiye, dünyanın en kötü ulus-devleti olarak görülebilirken, eklenmediğinde ise sömürgeciliğe sosyal, kültürel, ekonomik entegrasyonun çağdaş Türkiye hedefiyle tanımlanması mümkün olmaktadır.

Sömürgeciliği sadece ekonomi temelli bir ilişki olarak gören yaklaşım da batının beş yüzyıllık sistematik kültürel, dinsel, dilsel sömürgeciliğini, sadece ekonomik sisteminin bir yan ürününe indirgemekte veya ikincil bir yere koymaktadır. Bu yaklaşımın, sömürgeciliği tam olarak kavramayı imkansız hale getirdiği, sosyo-kültürel alanda iç sömürgeciliğe dair bir körlük yarattığı ve kapitalizmin ele alınış biçimlerine göre farklılık gösterdiği söylenebilir. Örneğin hala Kürt meselesini sadece ekonomi temelli bir sorun olarak ele alan ulusal sol yaklaşım, sömürgeciliğin yarattığı sosyo-kültürel yıkımları kapitalizm sonrası bir zamanda halledilecek bir mesele olarak görmektedir. Batı ekonomileriyle farkın kalkınmacı politikalar yoluyla çözülebileceğini savunan ulusal ekonomi vurgulu yaklaşımlar ise bu yıkımların yanında emek sömürüsünü de normalleştirerek ve kapitalist rekabeti uluslararası bir boyuta uygulayarak, bir önceki paragraftaki ‘stratejist’ yaklaşıma yaklaşmaktadır.

Tabi ki kapitalizmi, yerel işbirlikçilerin rolünden, sosyo-kültürel sömürü biçimleriyle bağlantılarına kadar çözümleyen sömürgecilik karşıtı enternasyonalizmin hem dünya çapında hem de Türkiye özelinde verdiği mücadele ile bu yaklaşımlardan oldukça ayrı bir yere sahip olduğu not edilmeli. Bu hattın -kapitalizmle birlikte sömürgeciliği mümkün kılan ve şekillendiren sosyo-kültürel yapının dünyanın her köşesine yayılmasını tek seçenek olarak görüp ilerici-gerici halk ayrımlarına giren biçimleri dışında- tarihsel olarak ve enternasyonel dayanışma açısından sömürgecilik-karşıtı mücadeleye katkısı ve önemi ortadadır.

Sonuç Yerine: Balıkesir-Kütahya Devleti

[pullquote]Sykes-Picot’nun revize edilmiş halinde, İtalyan etkisi altında olacağı öngörülen, günümüz Türkiye coğrafyasında Balıkesir ve Kütahya’yı içeren bir devlet bulunmaktaydı. İtalya himayesinde bir Balıkesir-Kütahya mandası, kulağa sadece absürt bir şaka gibi gelse de, öncelikle sömürgeci tahayyüllerin zayıflığını ve kırılganlığını göstermekte.[/pullquote]

Yüzyıl önce Sykes-Picot imzalanırken, dünyanın %85’inin hakimiyetini elinde bulunduran emperyal bloğa karşı verilen mücadelelerin çoğu, ulus-devlet kurulumlarıyla yeni bir aşamaya geçti. Kazanılan görece siyasi bağımsızlıklar, pek çok bölgede yüzyıllardır süren sömürgeci düzeni yerinden etmiş olsa da, sömürgecilik uluslararası kurumlardan, üniversitelerine, askeri ortaklıklardan, kültür-sanat endüstrilerine pek çok araçla global dominasyonunu yapısal olarak koruyup, Batı-dışı dünyayı çatışma ve mücadelelerinin alanı olarak kullandı ve halen de kullanabilmekte. Proxy savaşları artık farklı propagandalarla yürüse de, aynı sömürgeci ulus-devlet biçiminde buluşan soğuk savaş bloklarının aralarındaki fark, Trump ile Putin arasındaki kadar. Bir önceki bölümde de gösterilmeye çalışıldığı üzere, ulusal sınırlara hapsolan veya bu sınırların tarihini ve etkisini tamamen göz ardı eden sömürgecilik karşıtı söylemler de bu dominasyonu zayıflatmaktan ziyade kendi iç sömürgeci politikalarını, sömürgeciliğin görmezden geldikleri boyutu üzerinden kurmakta. Kabaca, özü kötü bir Batı hayali, kapitalizme entegre bir maddiyatı; sadece pragmatik bir Batı hayali, sömürgecilikle sosyo-kültürel bir ortaklığı; sömürgeciliği tamamen göz ardı etmek, onu içselleştirme çabasını beraberinde getiriyor.

Meksika – Amerika Seddi

Sykes-Picot’nun revize edilmiş halinde, İtalyan etkisi altında olacağı öngörülen, günümüz Türkiye coğrafyasında Balıkesir ve Kütahya’yı içeren bir devlet bulunmaktaydı. İtalya himayesinde bir Balıkesir-Kütahya mandası, kulağa sadece absürt bir şaka gibi gelse de, öncelikle sömürgeci tahayyüllerin zayıflığını ve kırılganlığını göstermekte. Günümüzde ise bölge ülkeleri kendi, benzer etki/himaye alanlarını yeni paylaşımdan çıkarma hedefiyle, benzer bir yolla kurulan Suriye ve Irak’ın şu anki haline bakılıp, sadece şükür edilmesini değil, benzer bir himaye/etki alanı için savaşmanın zorunluluğuna inanılmasını bekliyorlar. Bu hedef doğrultusunda sömürgeci ulus-devlet biçimini ve getirdiği yıkımlara karşı körlüğü kabullenmeyi, Batı ve sömürgecilik karşıtıymış gibi pazarlayabilenlere karşı, sömürgeciliğin her biçimine, suretine karşı durmaktan ve duvarın diğer tarafındakilerin birliği için mücadele etmekten başka bir yol görünmüyor.[1]Ne yazık ki bu pazarlama, kendilerini, onyıllardır mesken tuttukları ülkelerde sadece birkaç yıl içinde mültecilerle eş bir pozisyona koyulmuş bulan göçmenler için yapısal ırkçılık ve İslam düşmanlığı ortamına karşı bir ses, bir reaksiyon olarak önemli bir boşluğu dolduruyor. Aşırı sağ partilerin propagandalarını içselleştirerek oylarını koruma yoluna giden neoliberal avrupa hükümetleri de bu Batı-karşıtı gibi görünen meydan okumalardan faydalanıyor. İki tarafın egemenlerine de oy getiren bu kayıkçı kavgasının faturası, ağırlaşan göçmen karşıtı politikalarla göçmenlere de ödetilecek gibi görünüyor.

Dipnotlar

Dipnotlar
1 Ne yazık ki bu pazarlama, kendilerini, onyıllardır mesken tuttukları ülkelerde sadece birkaç yıl içinde mültecilerle eş bir pozisyona koyulmuş bulan göçmenler için yapısal ırkçılık ve İslam düşmanlığı ortamına karşı bir ses, bir reaksiyon olarak önemli bir boşluğu dolduruyor. Aşırı sağ partilerin propagandalarını içselleştirerek oylarını koruma yoluna giden neoliberal avrupa hükümetleri de bu Batı-karşıtı gibi görünen meydan okumalardan faydalanıyor. İki tarafın egemenlerine de oy getiren bu kayıkçı kavgasının faturası, ağırlaşan göçmen karşıtı politikalarla göçmenlere de ödetilecek gibi görünüyor.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir