Tahakküm Üzerine Tefekkür

Emek ve Adalet sitesinde yayımlanan Soma faciası üzerine neyi tartışıyoruz başlıklı yazıya yazılan iki yorum üzerinde durmak gerekiyor.

Suat arkadaş “…benim biraz çözüm meselesinde kafam karışık çünkü devlet denilen mekanizma çok iyi niyetlerle yola çıksa bile eninde sonunda yozlaşıyor ve zulmün merkezi haline geliyor, sivil toplumu ekonomik hayatın merkezine oturtacak çözümler gerekiyor, planlayan, üreten ve tüketen ihtiyaç sahibi yani halk olursa işte orada adalet işlemeye başlar gibi geliyor bana” diye yazdı.

Emre arkadaş “bu analiz kısmında hala yeniden yeniden bunları tekrarlamak zorunda kalıyoruz, kapitalizmin ciddi bir mesele olduğunu, yapısal sınırları olduğunu vs.. yani. Fakat çözüm noktasında kavram tartışmalarını aşan bir noktaya gelmek gerekiyor. Sonuçta bu işleri yürütecek bir düzeni gerekli, fakat bu düzeneğin şekli nasıl olursa zulmün yeniden üretilmesi engellenir? Federatif, özyönetime açık bir yapıyı tartışmak gerektiği çok açık gibi sanki” şeklinde yorum yaptı.

İki arkadaşımın yorumlarında, sermaye biriktirme güdüsüyle işlemeyen bir toplumsal nizam fikri üzerine tereddüt var. Devletin yozlaşmasından, zulüm merkezi hâline gelmesinden endişe ifade ediyorlar.

Kapitalizme alternatif deyince, zulüm akla nereden geliyor? Sanırım yirminci yüzyılda sermayedar sınıfın olmadığı sosyalist devletlerin deneyiminden geliyor. Kapitalizme alternatif arayışları dönüyor dolaşıyor, bu tarihsel tecrübenin muhasebesine dayanıyor.

Kısa bir değerlendirme yapmaya çabalayalım.

İlk elde kabul etmek gerekir ki, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve diğer sosyalist devletler modern çağda sosyal adalette en ileri giden toplumlar oldu. Toplumun sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, tam istihdam, kültür alanlarında köyde kentte bütün fertlere eşit hizmet vermekte bütün kapitalist toplumları büyük farkla geride bıraktılar. Öyle ki kapitalist ülkelerde sermayedarlar bu örneğin baskısı altında refah devleti politikaları uygulamaya, sosyal demokrat politikaları sinemeye çekmeye mecbur kaldı.

Buna mukabil SSCB’de 1930lu yıllarda ve 1940lı yıllarda hizip mücadeleleri sonucu komünist önderlerin uyduruk mahkemelerde yargılanıp idam edilmesi, Kırım Tatar halkının topyekûn tehciri gibi birçok mezalim oldu. SSCB çarları yücelten filmler yapmak gibi, Rus devletlerinin Tatarlara karşı zaferlerini (Kulikovo Savaşını) kutlamak gibi milliyetçiliğe taviz teşkil eden faaliyetlere izin verdi. Çekoslovakya’nın ve Afganistan’ın işgali bunların üstüne tüy dikti. Bu politikalar ortaya çıktığında, kendim dâhil birçok kişi bu olayları sosyalist bir dünya kurma çabasında işlenen hatalar olarak hafifsedi.

Ayırımcı, adaletsiz uygulamalar ve zulüm vakaları sosyalizm mefkûresiyle kurulan rejimlerin yıkılmasında çok sayıdaki etkenlerden sayılabilir. Ama kanımca bu mefkûreyi asıl yıkan, bu rejimlerde gerçekleştirilen sosyal adalet seviyesine rağmen, insanlar arasında statü farklarının hiçbir zaman kaldırılmamasıdır.

Rusya’da devrimin ilk yıllarında devlet, eski hâkim sınıftan uzman çalıştırabilmek için bazı imtiyazlar ihdas etti. Ama bu imtiyazlar zamanla tasfiye edilmedi. Tahakkümcü eğilimler eşitlikçi eğilimlere karşı devamlı gizliden gizliye mücadele etti. Devrimin üzerinden yıllar geçtikçe imtiyazlar kurumlaştı. Tahakkümcü eğilimler hâkimiyet kurdukça sosyalizm iddiasını taşıyan rejimlerde Komünist Partiler birer egemen sınıf teşkilatı hâline geldi.

SSCB’de ve sosyalist denilen Avrupa ülkelerinde sınıf tahakkümünde araçlar, tahsil avantajı, tahsilin sağladığı makamlar ve makamların sağladığı siyasî kudret ve maddî ayrıcalıklardı. Maddî imtiyazlar da makam sahiplerinin çocuklarına tahsil avantajı sağlayarak döngüyü tamamlıyordu. Maddî imtiyazların tahsil avantajlarına dönüşmesine karşı bir çare, düşük gelirli öğrenimsiz ana baba çocuklarının yeteneklerini geliştirmede başka çocuklardan geri kalmaması için pozitif ayırımcılık yapmaktı. Bu ülkelerde avantajsız aile çocuklarına pozitif ayırımcılık yapılmasına yapıldı. Ama pozitif ayırımcılık imtiyazlı statüleri ortadan kaldırmayıp, sadece imtiyazlı statüye ulaşmada fırsat eşitliği yaratır. Bu pozitif ayırımcılık öğrenim-makam-imtiyaz döngüsüyle egemen sınıfın teşekkülünü önlemedi, ve zamanla tasfiye oldu.

Sosyalizm vaadiyle kurulan rejimlerde oluşan egemen sınıf, tahakkümüne ve imtiyazlarına Lenin’in, Marx’ın yazdıklarından bir sürü gerekçe öne sürdü. Bu gerekçelerden en önemlisi, vasıflı işgücünün çalışmasının üretimde yarattığı değerin vasıfsız işgücünün yarattığından daha çok olduğu iddiası idi. Maddî refahta eşitsizliğe en esaslı gerekçe bu oldu. İmtiyazlı tabaka, üretim araçları kamuya ait olduğundan kendisinin bir sosyal sınıf olduğunu inkâr ederek sınıflı bir toplumun ortaya çıktığını gizleyebildi. Çünkü resmî ideolojiye göre sınıflar ancak üretim araçlarının özel mülk olduğu toplumlarda olabilirdi. Bu hileye, partililerin halk kitlelerinden daha sınıf bilinçli olduğu, tarihin akışını bildiği için toplumu yönetmeğe hakkı olduğu iddiası ilâve edilebilir. Bu ülkelerde egemen sınıflar, aynen kapitalist ülkelerdeki gibi emekçileri istikbalde saadet vaadiyle mevcut toplumsal eşitliksizliğe razı etti.

Kanımca günümüzde kapitalizmi eleştiren kişi, alternatif toplumsal düzeni tefekkür ettiğinde yirminci yüzyıl sosyalizm deneyimini tekrarlamamak için ne düşündüğünü açıklamak zorundadır. Bu tarihî tecrübeyi görmezden gelerek alternatif düzen tartışılamaz.

Bu tecrübeye bakarak Suat ve Emre arkadaşlarımın endişelerini cevaplandırmak üzere gelecek için ne söylenebilir?

Kanımca tahakküm, sömürü ve zulme son vermeyi hedefleyen bir ideoloji, adaleti ve mutlak eşitliği bir hedef olarak benimsemek zorundadır. Doğru olan budur. “Bilinç”, “öğrenim”, “emeğin değeri” üzerine tahakküme dayanak olacak fikirleri reddetmek gerekir.

Ancak, adaleti ve eşitliği benimseyen fertler arasında bile tahakküm kurma eğiliminin ortadan uzun süre kalkmayacağını kabul etmek gerekir. Adalet ve eşitlik yolu ancak sürekli bir toplumsal mücadele ve nefis mücadelesi ile kat edilebilir.

Fertlerin fertler üzerinde tahakkümü iş yerlerinde, kamu kurumlarında, sendikalarda, okullarda, aile içinde zulme yol açmaktadır. Tahakküm maddî sömürüye dayanak olmadığında bile, tahakküm psikolojik etkisiyle zulümdür.

Ne var ki, insanların bir arada yaşadığı, bir arada çalıştığı topluluklarda, ihtiyaç olduğundan örgütler ortaya çıkmaktadır. Her örgütte ister istemez iş bölümü olur. İş bölümü de mutlaka az veya çok hiyerarşi (ast-üst ilişkisi, yöneten-yönetilen, büyük-küçük ilişkisi) gerektirir. Hiyerarşi de tahakkümün filizlendiği zemindir.

Bu örgüt-hiyerarşi-tahakküm sarmalına kimisinin önerdiği çözüm, anarşizmdir. Anarşizm devlet başta olmak üzere her türlü hiyerarşik örgütlenmeyi reddeder.

Acaba bu gerçekçi bir çözüm müdür? Zulmün ve sömürünün örgütlenmiş kaba kuvvet zoruyla ayyuka çıktığı bu dünyada, örgütsüz mücadele önerileri, yasama ve yürütme erklerini kullanmadan düzeni değiştirme tasavvurları ham hayal değil midir?

En gerçekçi pratik yol, örgütlere ve iş bölümüne ihtiyacı kabul ederek, örgütlerde kademeleri asgariye indirmeye ve tabanın denetimini sağlamaya çalışmak gibi görünüyor. Emre arkadaşın “federatif, özyönetime açık bir yapıyı tartışmak gerektiği çok açık gibi” ifadesi de sanırım aynı fikri işaret ediyor.

Alternatif toplum projesinin geçmiş hataları aşması için, siyasî hareketin (1) adaleti devamlı tartışma ve arama, (2) her alanda mümkün mertebe eşitliği hedefleme, (3) her türlü ayırımcılığı red, (4) her toplulukta tahakküm (tekebbür) eğilimlerine karşı devamlı teyakkuz ve mücadele gibi umdeler benimsemesi gerektiği kanısındayım. Bu yeni bir siyasî kültür demektir.

Gerçekçi olmak lâzım. Adalet mücadelesi mevcut devletler sistemi içinde bir ülkede adalet mazlumların iktidara gelmesiyle yol alır. Toplumda fertlerin çoğunun eşitlikçi bir siyasî kültür benimsemesi ihtimal dâhilindedir; ama aileler arası servet dağılımının tepesindeki kesimin sosyal adalete asla razı olmayacağını da kabul etmek gerekir. Paylaşmak için bunlara yaptırım yapmak gerekecektir. Bizim haklı yaptırım olarak gördüğümüzü elbette zalimler zulüm diye vasıflandıracaktır.

Tecrübe ile, tartışa tartışa adil politikaların ne olduğu konusunda kavrayışımızı genişletebiliriz, derinleştirebiliriz. Hangi uygulamanın adil yaptırım, hangi uygulamanın zulüm olduğuna vaka vaka karar vermek gerekir.

2 Responses

  1. suat dedi ki:

    Sayın hocam öncelikle böyle bir tartışmayı devam ettirdiğiniz için teşekkür ederim, son derece önemli ve üzerinde çok kişinin durmadığı bir konu bu tartışma, yalnız ben başlarken şunu belirtmek zorundayım. Söylemeye çalıştığım şeyde bir yanlış anlaşılma olmuş galiba, söylemeye çalıştığım şey, şu anda dünya üzerindeki baskın düzen olan Neo liberal politikalar yani uluslararası sermaye düzeni ve sonsuz sermaye birikim anlayışı belki de tarihin hiç bir döneminde görülmemiş kadar eşitsizlik ve zulüm üretiyor. Bunun savunulacak hiç bir yanı yok, diğer yandan bunun karşısına devlet denilen bir aygıt konuluyor ve devletin bu sorunları çözebileceği düşünülüyor oysaki bu günkü zulmünde yine baş aktörü devlet. Ben geçmişteki sosyalist devlet deneyimlerine bakınca görüyorum ki devlet evet insanların ekonomik olarak nispeten daha iyi şartlarda yaşaması için bir şeyler yapmış ve o rekabetten dolayı batı bloku kendine bir çeki düzen vererek sosyal devlet yolunda önemli adımlar atmıştır, bunu yadsımanın imkanı yok, fakat insan sadece maddi ihtiyaçlarını gören bir yaratık değildir, özgürlükler meselesi de en az o kadar önemlidir, sizinde yukarıdaki yazıda ifade ettiğiniz gibi bir yandan bir takım ihtiyaçlar görülürken bir yandan da imtiyazlı sınıflar üretmiştir. Mesela ifade ettiğiniz gibi Stalin dönemi uygulamaları sosyalist otokrasinin zirve yaptığı yıllardır. Mesela ben şöyle şeyler duydum İslam dünyası için Muaviye neyse, sosyalist dünya için Stalin odur, yada dünün Çin Halk Cumhuriyeti’nin bugünkü dünyanın en büyük Kapitalist devleti haline gelişini düşünün, yada Pol Pot’un yaptıkları falan ha hiç mi iyi örnek yok tabii ki var ama mesela Küba devrimi en güzel örneklerden biridir ama Che ülkeyi bırakıp Bolivya’da ölmeye giderken ileriki yıllarda Castro’nun kolunda Rolex saat görüyoruz, bu çok mu önemli değil ben bunların simgesel önemi olduğunu düşünüyorum.
    Bırakalım sosyalist uygulamaları, mesela gelelim ülkemize, Mustafa Kemal’in ölmeden önce müthiş bir toprak sahibi olduğu belgelidir, ya da İsmet İnönü’nün mal varlığı aynen öyledir, yakın döneme bakacak olursak Özal ve ailesi, papatyalar falan bunların yedikleri haltlar hala hafızamızda duruyor, Tayyip Erdoğan 1994 yılında Belediye başkanı seçildiğinde toplam mal varlığı bugünün değeriyle bankada bulunan 5.000 TL’dır. Bugün baktığınızda dünyanın en zengin Başbakanlarından biridir, bütün bu mal varlıkları nasıl elde edilmiştir, tabii ki devletin imkanlarını sonuna kadar kullanarak. Yada şöyle bir düşünürsek hasbel kader devlet memuru olmuş bir kişi süreç içinde herhangi bir makama gelip orada devleti maddi bir kayba uğratırsa, yada birinin canına veya malına kast ederse hiç cezalandırılıyor mu, memurin muhakematı kanununa dayanarak tamamen dokunulmazlık zırhına bürünüyor. O yüzden bu ülkede ölen onca emekçi, genç ya da çalınan devlet malının hesabı sorulamıyor ve işin kötü tarafı siyasiler bu işin meşruiyetini yurttaşın oylarından aldıkları güçle yapıyorlar.
    Bu örnekleri alabildiğince yükseltebiliriz, o yüzden ben artık, sermaye ya da devlet dışında sivil halkın ( buradaki sivil halk batıda kullanıldığı anlamda ki bir STK’cılık gibi bir şey değil ) artık siyasal, ekonomik ve sosyal hayat içinde söz sahibi olup, planlayan, üreten ve tüketen bir konuma girmesinin gerekliliğini söylemeye çalıştım. Şu anda Latin Amerika’da parça parça bir takım uygulamalar görüyoruz, zapatistalar ya da topraksız köylüler hareketi veya Via Campesina gibi, Arjantin’de işgal edilip yönetilen fabrikalar gibi, bizim bu alana kendi kültürel kodlarımız altında bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Bizim artık güçlü liderler, sermaye ya da her yeri kuşatan devlet anlayışına ihtiyacımız yok, bunlar dünyayı tüketiyor. Bizim hani bize Cumhuriyetin tanımı öğretilirken söylenen bir yalan vardı ya halkın kendi kendisin yönetmesidir diye işte tamda ona ihtiyacımız var. Garson, kasiyer ve muhasebecinin sahibi oldukları kooperatif tipi şirketlere ihtiyacımız var diye düşünüyorum. Ütopik bir şey olabilir ama gücü dağıtırsak kavgayı azaltırız. Uzun oldu ama derdimi ancak anlatabildim, selamlarımla

    • cem somel dedi ki:

      Suat arkadaşıma teşekkür ederim. Tahakküm üzerine kafa yorarak güçlü liderler, zalim devlet sorununa çözüm önermeğe çalıştım. Yazdıklarım tartışmaya açıktır. Ama adil toplum projesini siyasî bir harekete dönüştürmek istiyorsak, sermayedar sınıfın ve ABDnin ve ABnin karşısında Anadoluda mazlumların iktidarını kurmanın ve adaleti geliştirmenin pratik sorunlarını düşünmemiz lazım. Kanımca soyut bir devlet karşıtlığı ile çok yol alamayız.
      Bence şahıslara atıfla siyaset konuşmaktansa, uygulanan politikalar, kurumlar ve ilkeler düzleminde siyaset konuşmak daha iyi netice verir. Yoksa iş falanca önder yolsuz servet edindi edinmedi mi, falanca önder filanca felâketten sorumlu muydu değil miydi tartışmasına boğulur. İsimler geçince bazı insanlar duygusal önyargılara kapılarak söylenende ana fikri, maksadı gözden kaçırıyor. Bu tartışmadaki maksadımız açısından kişilerin önemi yok. Saygılar, selamlar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir