Hülya Gülbahar Röpörtajının Tamamı

Adalet Bakanı 2002-2009 arasında kadın cinayetlerinin yüzde 1400 arttığını açıklamıştı. Başbakan ise kadın cinayetlerinin aslında artmadığını sadece son dönemlerde daha görünür olduğunu söylemişti. Aslında kadın cinayetlerinin artmadığı yalnızca daha görünür olduğuna dair iddiaları ve 2002 öncesi istatistiksel veri olmadığı için artışın yüzde 1400 çıktığına dair açıklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

2002’den önce de Türkiye’de cinayetler cinayet olarak kayda geçiyordu. Türk Ceza Kanunu değişinceye kadar insan öldürme suçu adam öldürme suçuydu. Kadın da öldürülürse adam öldürme fiili ile yargılama yapılıyordu. Ama istatistiklere öldürülen adamın cinsiyeti olarak kadın yazılıyordu. Dolayısıyla Türkiye’nin insan öldürme, cinayet davalarına ilişkin istatistikleri her zaman sağlam olmuştur. Ölenin cinsiyetine bakılır, maktul, maktule kavramlarıyla kadın mı erkek mi olduğu istatistiki kayıtlara geçerdi. Adalet bakanlığının Temmuz 2009 yılında açıkladığı kadın cinayetleri ile ilgili rakam, 2002-2009’un 7. ayına kadar olan dönemi kapsıyor ve bu dönem boyunca yıl yıl yapılan dökümlerde kadın cinayetlerinin yüzde 1400 arttığını görüyoruz.

Bu kadına yönelik şiddet, psikolojik şiddet, fiziksel şiddet rakamı değil. Doğrudan cinayet rakamı. Bu yüzden görünür olduğu tezi, aynen münferit olaylardır, tezine benziyor. Sayın başbakanda, dönemin Kadın ve Aileden sorumlu bakanı Selma Aliye Kavaf’da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Nahide Opus kararı[1] için münferit bir karar demişti. Günde en az beş kadının öldürüldüğü bir ülkede ki bugün bu rakam artmış olabilir, bu tür olaylara münferit demek için gerçekleri kasıtlı olarak çarptırıyor olmak gerekir. Münferit söyleminin tutmayacağı görüldüğü için ardından görünürlük iddiası ortaya atıldı. Kadına yönelik genel olarak şiddetin her biçiminin görünürlüğünün artmış olması bir gerçek Türkiye’de. Ama özellikle son dönemde şiddetin patlama yaptığı da bir gerçek. Her alanda şiddet Türkiye’de patlama yaptı. Bir ülkede genel şiddet olgusunda bir artış varsa, otomatik olarak öncelikle kadın üzerinde şiddetin arttığını görürüz. Dolayısıyla ülkede sporda şiddet artacak, gündelik hayatta şiddet artacak, hastanelerde doktorlar dövülecek de, kadınlara yönelik şiddet ve kadın cinayetleri artmayacak, böyle bir şey mümkün değil. 2009’un temmuz ayını yıla vurursak 2009 yılı için günde yaklaşık 5 kadın, cinayete kurban gidiyor. Dolayısıyla bu nedenle ben cins kırım adını kullanıyorum.  2009 Temmuz ayından sonra ise elimizde resmi veri yok. Çünkü resmi veri açıklamayı bıraktılar.

Neden ?

Bu yüzde 1400’lük artış göründüğü için. Belli medya kuruluşlarının ya da kadın gruplarının yaptığı araştırmalar ve verdiği listeler son derece eksik listeler. Medyada yer alan haberlere dayanıyor. Medyada ise bu haberler son derece eksik bir şekilde yer alıyor. Medyada yer alması da arttı gördüğünüz gibi. Ama yine de gerçek rakamı medyayı izleyerek bulamayız. Kendi adıma ben bu yıl içerisinde, üç ayrı kadın cinayetinin medyaya yansımaması için uğraştım. Çünkü aileler bazen belli durumlarda haber olmasını, annelerinin ya da kız kardeşlerinin, hayatta kalan sanık yakınları ve medya tarafından teşhir edilmemesini arzu ediyorlar. Internet sitelerinde, medyada kadın hakkında adamın kendini kurtarmak için attığı iftiralarla yayın başladığında çocukların ve geriye kalan kadınların psikolojisi gerçekten çok olumsuz etkilenebiliyor bu süreçten. Böyle bir iki aile de internet sitelerinden haberin kaldırılması için dava açtılar zaten.

Neden 2000’ler den sonra kadın cinayetlerinde bu kadar büyük bir artış meydana geldi?

Bunda Türkiye’de olduğu gibi küresel neoliberal ekonomi politikalarının yarattığı ekonomik yıkımın etkisi var, sosyal devletin daraltılmasının sosyal hakların kısıtlanmasının etkisi var. Medyanın cinsiyetçi kalıpları tekrar eden, şiddeti körükleyen özendiren yayınların etkisi var. Dünyanın doğu batı, kuzey güney birçok ülkesinde artan politik muhafazakârlığın, zaman zaman da dinsel muhafazakârlığın bunda etkisi var. Bütün dünyayı etkileyen bu olaylar nedeniyle birçok ülkede yapılan ölçümlerde yüzde 5 – 15 oranında kadına karşı şiddetin ve kadın cinayetlerinin arttığı gözlemleniyor. Ve tabii bunu gözlemleyen ülkeler hemen hükümetler düzeyinde oturup protokoller yapıp, bütün bakanlıklar bir araya gelip 3 yıllık 5 yıllık 10 yıllık planlar yapıp, bütçesini koyup, bu artışı nasıl durdururuz sorusuna yanıt arıyorlar.

Neoliberal politikalar ile kadına yönelik şiddet arasında ki bağlantıyı biraz açabilir misiniz?

Küresel politikaların en önemli örneklerinden bir tanesi seks işçiliğine sürüklenen kadınlar meselesi yani kadın ticareti meselesi. Bugün yapılan ekonomik araştırmalar bize, kadın ticaretinin uyuşturucu silah alkol ticareti kadar karlı bir alan olduğunu ve dev bir küresel dünya sektörü haline geldiğini gösteriyor. Hatta öyle ki, kadın ticareti bugün uyuşturucu ticaretinden elde edilen kazancı geçmiş durumda. Dolayısıyla bu her yaştan kadının alınıp satıldığı, sınır dinlemeksizin değiş tokuş edildiği bir dünyada genel olarak bütün kadınların hatta giderek artan bir şekilde erkek çocukların ya da genç erkeklerin seks işçiliğine sürüklendiği bir süreç yaşıyoruz. Bunun kadına karşı şiddeti bütün dünyada körüklememesi mümkün değil.

Kadına yönelik şiddet konusunda Türkiye’ye özgü sebepler var mı?

Dünya’ya ilişin bütün bu süreçler birebir Türkiye için de geçerli. Fakat 2002’den sonra Türkiye’de farklı olan şey muhafazakâr hükümet politikalarının dünyadaki muhafazakâr hükümet politikalarından daha da muhafazakâr olması gerçeğidir. Bugün özellikle Avrupa ülkelerinde muhafazakâr demokrat dediğimiz partilerin, kadın erkek eşitliğini istemeyerek de olsa kabul etmiş olduklarını, kadın erkek eşitliğine aykırı bir söylem geliştirmediklerini görüyoruz. Bu ülkelerdeki muhafazakâr partiler, diğer partilerden kendilerini kadın erkek eşitliğine inanamamak konusunda değil, aileyi güçlendirici politikaları daha fazla uygulamak konusunda ayırt ediyorlar. Sosyal demokrat partiler, liberal partiler ve diğer partilerden muhafazakâr partilerin farklılığı, ailenin güçlendirilmesi konsun da uyguladığı politikalar. Bu politikaları uygularken de ister istemez o ülkelerin bağlayıcı yasal mevzuatı nedeniyle aile içinde eşit ilişkiler kurulması gerçeğinin altını çizmek zorunda kalıyorlar. Hem kadın erkek eşitliğine inanmayan hem kitle partisi olan muhafazakâr bir parti olamaz. Yalnızca Avrupa ülkeleri için söylemiyorum bunu, dünyanın birçok ülkesinde de aynı standart kadınlar açısından yakalanmış durumda. Kadın erkek eşitliğine inanmamak bugün ancak marjinal partilerin ya da marjinal siyasi hareketlerin iddiası olabilir. Türkiye’deki muhafazakârlığın ayırt edici yanı ne yazık ki bu. Ve Türkiye’deki şiddetin artışını körükleyen ana etmenlerden biri de bu. Özellikle başbakanın söyleminde ifadesini bulan ama başbakan gibi düşünen onlarca binlerce siyasi ve bürokratik kadronun iş başında olduğu bir ülkedeyiz.

Başbakanın; kadının yeri evidir, kadınlar anamızdır, annelik kutsaldır, kadınlıktan anneliği çıkarttığınızda geriye kutsal olan bir şey kalmaz, kadınlar 3 çocuk sahibi olmalıdır, çocuklara kadınlar bakmalıdır, kreş eken huzur evi biçer, gibi tespitleri var.  Türkiye’de çocuk, yaşlı, engelli bakımının kadının asli görevi olduğunu, onun dışındaki alanların erkeklerin alanı olduğunu ve kadının arızi olarak bütün bu işleri hallettikten sonra çıkabileceği alanlar olduğunu söyleyen bir zihniyet iktidarda. Tabi bu iktidar bütün valileri bütün kaymakamları atadığı gibi, ilçe sağlık müdürü, ilçe emniyet müdürü, ilçe milli eğitim müdürü gibi toplumun bütün alanlarında ülke çapında görev yapacak kadroları da kendi mantalitesine uygun olarak seçiyor. Siz topluma sürekli olarak bütün yasal değişikliklere rağmen, kadın erkek eşitliğine inanmıyorum, bizim fıtrat farklılığımız var, yaradılıştan farklıyız, farklılık nedeniyle de birinin işi evde oturup ev işleri ile uğraşmak, diğerinin işi bütün bir sosyal alanda aile ve toplumu yönetmek diye tanımlarsanız bu ülkede, kan çıksın demektir. Nitekim özellikle seksende sonra Türkiye’de yükselen bir kadın hareketi var ama cumhuriyet dönemi boyunca, bazıları kâğıt üzerinde kalmış olsa da, gündelik hayat açısından kadınların elde ettiği görece özgürlüğü geri vermeleri mümkün değil. Kaldı ki seksen sonrası gelişen son derece güçlü bir kadın hareketinin Türkiye’nin en küçük köylerinde bile inanılmaz derecede takipçileri ve destekçileri var. Kadınlar Türkiye’de kendi hayatlarına ve kendi kararlarına sahip çıkıyorlar. Yükselen muhafazakâr dalgayla beraber kadınların kendi hayatlarına sahip çıkma bilinci ve kararlılığı da yükseldi. İkisi birbiriyle ciddi bir biçimde çelişiyor. Türkiye’ye ek olarak bir türlü sonlandırılamayan iç çatışmayı ve buna bağlı olarak göç ve yerinden edilmişlik olgusunu da eklemek gerekiyor. Çünkü militarizmin yükseldiği, savaş ve şiddet dilinin yükseldiği ortamlardan kadınlar en büyük zararı görüyor. Militarist dil eril bir dildir.

Kadına yönelik şiddeti besleyen, Dünya’dan farklı olarak muhafazakârlıktaki aşırı muhafazakâr eşitlik karşıtı artışı, on yıllardır süren çatışma ortamını ve buna bağlı göç olgusunu, Türkiye’nin özgül koşulları olarak şiddet artışında neden olarak görebiliriz.

2005 yılında namus cinayetlerindeki tahrik indirimini kaldıran düzenlemeler yapıldı ve son çıkan şiddet yasası ile kadına yönelik şiddet daha konuşulabilir ve tartışılabilir hale geldi. Ama hala her gün kadına yönelik şiddet ve cinayet olaylarını duymaya devam ediyoruz. En iyi yasayı bile çıkarsak uygulamanın değişmesi çok daha önemli sanırım. Bir avukat olarak uygulamaya yönelik yaşadıklarınızdan bahsedebilir misiniz?

Yasalar değiştiği halde o yasaları uygulayacak mekanizmalardaki erkeklerin zihniyetinin hiçbir şekilde değişmediğini gösterecek yüzlerce örnek sayabilirim. Makam ve kamu otoritesini kullanan kadınların çoğunda da durum çok farklı değil. Bir tane örnek vereyim, bu yıl 8 Mart haftasında, bir kadın hâkim bir ay önce boşanmış olduğu için, benim koruma emri verilmesi için başvurduğum kadının talebini reddetti. Hâlbuki kanunda boşanmış kadınlar yararlanamaz diye bir ibare yok, eşler diyor. Ve buna ilişkin, tüm kadınlar medeni nikâh şartı aranmaksızın 4320 sayılı ailenin korunmasına dair kanundan yaralanacaktır diye bir yönetmelik çıkartıldı. Ama 8 Mart haftasında mecliste şiddet yasası görüşülürken Hakim, bir ay önce boşanmış olduğu için itiraz yolu kapalı olarak böyle bir karar verdi.

Türkiye’de, en yoğun şiddet yaşandığı dönemler evlilik öncesi veya sonrası fark etmeksizin bir ilişkiyi sonlandırmaktır. Dolayısıyla şiddete karşı kadınların korunmasını nikâh koşuluna bağlarsanız, sadece bu yasayı balayı dönemlerine bağlarsınız. Balayı dönemlerinde de şiddet daha düşük dozda olur. Şiddetin yükseldiği dozlar, nişanın atılmaya çalışılması, ayrılmaya çalışılması, evlilik ilişkisine kadının girmediği bir de kadının boşanmak istediği zamandır. Kadın cinayetlerine bakarsak her iki konuda yoğunlaştığını görürüz. Seviyordum, evlenmek istemedi öldürdüm, ayrılmak istedi öldürdüm. Şiddetin yoğunlaştığı her iki dönem için de burada medeni nikâh yok. Medeni nikâh ilişkisi bitmiş diyerek kadınları koruma kapsamı dışına çıkartırsanız, zaten milyonlarca kadını kapsamayacak bu kanun diyerek, bir medeni hal ayrımcılığı yaparsınız. Kadının yeri ailedir, çıkmayacaksın aileden. Bütün bir topluma mesajdır bu. Yani yasayı sadece nikâh koşulu içerisinde şiddete karşı koruma getiriyor diye sınırlıyor olmak, bütün topluma kadın ancak ailenin bir parçasıysa korunur, ailenin bir parçası değilse korunmaması gerekir mesajı vermektir.

AB süreci nedeni ile Türkiye’de pek çok yasa değiştirildi ve yeni yasalar çıkartıldı. AB’ye ve bunun kadın hareketine olan etkisine nasıl bakıyorsunuz?

Türkiye’de yasaların değişimi konusunda Avrupa Birliği sürecinin kuşkusuz bir etkisi var. Ama şunu da açıkça söylemek gerekir ki, soyut ve dolaylı bir etkisi vardır. Kritik hiçbir konuda biz Avrupa Birliğinin, yoğun desteğini görmedik. Türk ceza kanununda kadın cinayetleri, tahrik indirimi, ayrımcılık yasakları, çocukların cinsel istismarı, evlilik içi tecavüz vb. kritik konuları tartışırken, AB hiçbir zaman bizim yanımızda olmadı. AB’nin ayaklandığı konu, başbakanın zinayı suç olarak yeniden Türk ceza kanununa sokması konusuydu. Ama Türkiye içi muhalefetimiz de başbakanı bu konuda vazgeçirmeye yetecekti. AB’nin biz bir tek yerde desteğine ihtiyaç duyduk. O da Medeni kanunda yer alan evlilik içinde edinilen malların eşit paylaşılması konusunda. Bu konuda AB hiçbir biçimde, yanımızda olmadı. Biz yalnız verdik o mücadeleyi. TCK’daki diğer konulardaki mücadeleyi de biz yalnız verdik. Dolayısıyla böyle Türkiye’de olan her şeyi AB’nin etkisine bağlamak, Türkiye içi dengeleri küçümsemek anlamına geliyor. Ayrıca aynı zamanda, AKP içerisinde, bu tür yasaların doğru bir biçimde, demokratik bir biçimde çıkması için mücadele veren, gayret gösteren kadroların emeğini de küçümsemek anlamına geliyor. Çünkü böyle bir gerçeklik de var. Ne mutlu ki, AKP mono blok bir yapı değil. O yapı içerisinde en azından yasalar ve ana yasa düzeyinde kadın erkek eşitliğini ortadan kaldıracak düzenlemeler yapılmasını istemeyen kadınlar ve erkekler var. Partinin geneli olmasa bile, varlıklarını en azından biz hissedebiliyoruz. Bu yeni bir olgu ve bu hepimizin şansı aynı zamanda diye düşünüyorum.

AKP’nin homojen bir yapı olmaması ve içerisinde en azından kadın erkek eşitliğini diretebilecek unsurların olması son dönemde karşılaşılan bir durum mu? Örneğin bir röportajınızda, Fatma Şahin bu güne kadar çalıştığımız en iyi bakanlardan biri demiştiniz.

Şimdi tabi bu, yeni bir olgu derken, muhafazakâr siyasi görüşleri çerçevesinde de olsa, batı tipi diyelim, hani demokrat muhafazakârlık. Şimdi başbakanın söylemi şuydu, biz muhafazakâr demokrat bir partiyiz,  bizim muhafazakârlığımız aile konusunda, onun dışında konularda demokratız biz, diye ilk günden itibaren yaptığı açıklamalar var. AKP gibi senelerce üst üste iktidarı kullanan bir partiye muhafazakârlığım sadece aile konusunda yani kadın konusunda dediğiniz zaman, bu zaten kendi kendine bir mesajdır topluma ve çok ağır bir mesajdır. Cinsler arası çatışmaları, cinsler arası kutuplaşmaları yaratan bir mesajdır. Rolleri katı bir şekilde kadın rolünü ve erkek rolünü ortaya koyar ve herkesi o role hapsetmeye çalışır. Ve o rollerden geçişi,  iş yükünü ve bakım yükünü paylaşmayı, birbirine yakınlaşmayı engeller ve uzaklaştırırsınız.

Bu söylemler ile Türkiye’de, özellikle ev içi emek yükümlülüğün ve toplumun yönetilmesi görevi dâhil diğer yükümlülüklerin giderek daha eşit bir şekilde paylaşıldığı bir süreci giderek tersine çeviriyorsunuz. Şimdi bu meseleye, AKP kurulduğunda beri, gerçek anlamda muhafazakâr demokrat olarak bakan bir takım kadınlar ve erkekler oldu. İlk defa çıkmıyor, sadece Fatma Şahin’den ibaret değil bu süreç. Serpil Yıldız’ın adını burada özellikle anmak istiyorum. Büyük şehir belediyeleri ile nüfusu 50.000’i geçen ilçe belediyelerine sığınak açma yükümlülüğü getirmek için deliler gibi uğraşan AKP’li kadın milletvekili Serpil Yıldız’dı. Aynı şekilde başbakanın kota karşıtı ve pozitif ayrımcılık karşıtı söylemi konusunda da basına bu söylem değişir, dönüşür, doğrusu pozitif ayrımcılıktır demeye çalışan yine Serpil Yıldız’dı. Böyle birkaç kadın milletvekili vardı AKP’de. Ama hepsi elendiler ve yerlerine yenileri geldi. Serpil Yıldız gibi değerli birikimli bir siyasetçinin, siyasi hayatı sona ermiş oldu.

Bütün Türkiye toplumunun bir konuda kafasının net olması gerekiyor: kadınlar ve erkekler eşittir. Biyolojik farklılıklar ayrıntıdır, bu eşitliği asla engellemez. Kadınların kadın olarak farklı ayrımcılık biçimlerine maruz kalmaları, son tahlilde erkeklerden tamamen farklı yaratıklar olduğu sonucunu doğurmaz; farklılaştırılmışlardır. Toplumsal cinsiyet dediğimiz kavram, kadınları ve erkekleri, kadınlık ve erkeklik rolleri konusunda biçimlendiren din, ordu, eğitim, ekonomi politik gibi koşulların tezgâhından geçirip, kadınları iyice kadınlık görevlerine hapseden, erkeği de erkeklik klişelerine hapseden bir tezgâhtan geçer insanlar. Bu tezgâhları ortadan kaldırdığınızda kadınlar ve erkekler arasındaki biyolojik cinsiyet farklılığının önemsizliğini görebiliriz. Hele ki günümüzde, bedensel işin arızileştiği, çöp gibi erkeklerin, dev gibi kadınların olabildiği ve bunların birbirleriyle evlenebildiği, tersinin de olabildiği, bütün erkeklerin dağ gibi, bütün kadınların dal gibi olmadığı bir dünyada yaşıyoruz.

Şu anda kamu spotu olarak televizyonlarda dönen, 4×3 yasası nedeniyle yapıldığı belli olan spotlar var. Spotlardan bir tanesinde “baba beni okula gönder” kampanyasında seslenilen iktidar, otorite babaydı. Bu bir gerçeğin altını çizmek ve o rolü kalıcılaştırmaktır. Eğitim ile ilgili dönen spotlarda da, işten eve yorgun argın dönen bir baba var. O babaya hayranlık ve şükranla, kendisini okuttuğu için minnet duygularıyla ve geleneksek bütün kalıpları tekrarlayarak çay servisi yapan bir kız çocuğu var. Bütün televizyonlarda dönen bu kısa film, Türkiye’deki cinsiyetçi rolleri, baba otoritesi üzerine kuran, kadınların bütün hayatlarına ilişkin kararlarının ancak babaların iki dudağı arasından çıkacağını gösteren ve ailenin, kız çocukları dâhil olmak üzere,  bütün kadınlarının hizmet ve itaatle yükümlü olduğunu gösteren, iki sihirli sözcüktür.

Bir cinsin bir cinse hizmet ve itaat etmek zorunda olmasını sorgulamayan, değiştirmeyen hiç bir iktidar kadına yönelik şiddet sorununu çözemez, tam tersine üretir. 2012 itibariyle televizyonlarda dönen bu spot, özellikle de kız çocuklarının bunu daha dikkatle izlediğini varsayarsak, korkunç bir cinayettir. Bizim bütün yasalar ve anayasalar konusunda yaptığımız değişiklikleri bir çırpıda silip atan bir çalışmadır. Kanunda ne yazarsanız yazın kızın ve o babanın onlardan haberi olmaz. O kızlar ve o babalar ve anneler o spotları seyrediyorlar ve hayatlarına ilişkin alacakları kararları o spotlara bakarak veriyorlar.

O yüzden bir cins bir cinse, çocukken babasına, erkek kardeşlerine; evliliğinde kocasına; yaşlılığında oğullarına, su getir dedikleri anda elinde bir bardak suyla koşacaksa ve bir cins diğer cinsin susadığı her anda ona su taşımakla yükümlüyse, orda kadına yönelik şiddetin sonlandırılması mümkün değildir. Kadınlar bu rollere direneceklerdir, itaatsizlik edeceklerdir, hizmette “kusur” edeceklerdir, bunun bedelini de bazen canlarıyla ödeyeceklerdir. Yaşamları pahasına kadınlar buna direneceklerdir. Kadına yönelik şiddeti artıran faktörlerden birisi de bu geleneksel hizmet ve itaat çemberinin dışına çıkmaya çalışmasıdır. Kadın cinayetlerin kazıdığınız zaman, altında hizmet ve itaat olduğunu çok net bir şekilde görürüz. Bütün gerekçeler bunlar üzerinedir. Alkollü gelir, sevişmek ister; kadın sevişmek istemez öldürür. Kadının görevi alkollü bir kocanın seks kölesi olmak değildir, evlilik böyle bir hak vermez. Kadın kıyafetleri konusunda kararını kendi verdiği için cinayete kurban gider. Açık saçık giyiniyordu, göbeği görünüyordu. Dünya tarihine geçecek bir örneğimiz var; adam rüyasında karısının kendisini aldattığını görmüş ve karısını vurmuş. Savunma bu, rüyamda gördüm! Kadınların çalışması, evlenmek istemesi, istememesi ya da kendi seçtiği biriyle evlenmek istemesi, evlenmeyip okumak istemesi, evlendikten sonra çalışmak istemesi, istediği gibi giyinmek istemesi. Kıyafet çok önemli, kadınların kendi kıyafetleri hakkında kendilerinin karar vermesi çok önemli. Ve çok ciddi cinayet nedenleri arasında. Tabi biz bunları cinayet olarak değerlendiriyoruz. Bir de bunun şiddet bölümü var. Yani baskı, tehdit, psikolojik şiddet, fiziksel şiddet, yaralama. Türkiye’nin bir köyünde baba, kızını kot pantolon giydiği, anneyi de kızının kot pantolon giymesine izin verdiği için döverek hastanelik etmişti. Ana kız hastaneye kaldırıldı. Neden? Kız kot pantolon giymiş, kadın da kot pantolon giymesine izin vermiş. Kıyafet, boşanmak istemek ve bakın bütün bu gerekçeler, daha yemeğin tuzunu az koydu gibi, hizmet ve itaatte kusur görüldüğünde kadınlar şiddetle yola getirilmeye çalışılır. Bu şiddetin en uç biçimi de cinayettir. Şimdi, ne yazık ki bu kadınların, erkeklerin iyiliği ve rahatı için hizmet ve itaat etmesi meselesi, AKP hükümetinin ana politikası. Yani değişik cümlelerle de olsa, sonuçta savunulan bu politikadır. Kadınlar erkeklere hizmet ve itaat etmek zorundadır, bizim geleneklerimiz bu yöndedir. Şimdi bu politikayı 2007 anayasa değişikliği sırasında ne yazık ki, anayasa katına çıkarmaya çalışmıştı AKP. Anayasanın eşitlikle ilgili maddesine kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve sakatlar özel surette himaye edilirler diye bir madde eklemişti. Neyin yerine? Kadın ve erkekler eşit haklara sahiptir, devlet bu eşitliği sağlamakla yükümlüdür cümlelerinin yerine. Bu Türkiye’nin cumhuriyet öncesinden başlayarak, cumhuriyet sonrası çıkartılan yasalar ve anayasalarla netleşmiş olan, kâğıt üzerinde de kalsa, kadın erkek eşitliği felsefesine dayalı toplum modelinin terk edilmesi anlamına gelir. Kadın erkek eşitliğinin yerini korunan, himaye edilen birey alacak. Hiçbir koruma karşılıksız olmaz, kadınların korunmasının bedeli ise -zaten aile içinde korunacaklardır- hizmet ve itaattir. Hizmet ve itaatte kusur eden kadın korunmaz. Nitekim yasalardaki yaptığımız ana tartışma da budur. Hangi kadın kanun kapsamına alınacak, hangi kadın korunacak. 2012’de bile yakın yaşam ilişkisi içerisinde olmak kavramı, resmi nikâh dışında yaşamak, büyük bir tartışma kopardı. Onun için mutlaka aile içinde, aileye dahil olursa korunacaktır. Onun dışına çıktığı anda zaten korunmayacaktır, aile içinde koruma ise hizmet ve itaat etmesi karşılığında olacaktır. Bu, bütün dünyada 19.yüzyılın başında terkedilmiş, koruma felsefesidir.

Kadınlar koruma değil eşitlik istiyor. Dolayısıyla farklılık değil, farklı ve özel sorunlarımıza özel çözümler isteriz biz, ama bizim asıl derdimiz eşitlik vurgusunun bütün yasal düzenlemelere net bir şekilde girmesi. Ne yazık ki AKP’de şu anda bu konuda çok ciddi bir gerilim var ve bu gerilimde kazanan taraf çoğunluk görüşü, yani muhafazakâr taraf.

Türkiye’deki kadına yönelik şiddet, dünya tarihine geçecek ağırlıkta bir cins kırım boyutuna ulaşmışken, kadın bakanlığı kapatıldı; aile ve sosyal politikalar bakanlığı oldu. Kadına ve aile bireylerine karşı şiddetin önlenmesi kanunu aylarca üzerinde çalışıldığında, Bakanlar kurulu tarafından bir kalemde, ailenin korunmasına dair kanun haline çevrildi. Ve kanunun ana felsefesi, ailenin korunması oldu. Bu topluma ve o kanunu uygulayacak polise, kaymakama, jandarmaya yargıya çok net bir mesajdır. Öncelik aileyi korumaktır, o ailenin içerisinde kadına karşı şiddet eylemi söz konusuysa, aileye zarar vermeden bir önlem bulacaksın demektir. Aileye zarar vermeden bir önlem bulmak denen şey, uğradığı şiddetle, hiç şikâyette bulunmadan, kendi başına mücadele et mesajıdır. Kadına da bu mesaj. Çünkü kadının bizzat o kanunun uygulanması için mahkemeye başvurması bile, aile mahremiyetini ihlal, erkeğe itaatsizlik olarak algılanmaktadır zaten.

Aileye bakışınız nasıl?

Aile konusunda toplumu kasmamak lazım. Kendini aile gibi hisseden herkes, ailedir. Yani onun dışında tek tip aile tanımları toplumu tek bir kalıba dökmeye çalışmak demektir. Siyaseten otoriter bir toplum modeli yaratma mantığıdır. Yapamazsınız zaten, toplum direnir buna. Türkiye de direniyor, şiddet de oradan doğuyor zaten. Bir zamanlar Cemil Çiçek, aile kurumu kendisine bağlı bakanken, aile kurumu kuruldu ve Cemil Çiçek’e bağlandı. Cemil Çiçek’in ilk icraatı da, Türk İslam sentezi çerçevesinde geniş ve büyük Türk ailesi kampanyasıydı. Geniş ve büyük Türk ailesi afişleri ile her tarafı donattı, bütün araştırmalar kitaplar bu konuda yapıldı. Bunun reklamları yapıldı, kampanya fotoğrafı olarak bir kaç kuşağın bir arada yaşadığı geniş aile fotoğrafı vardı. Türk İslam sentezi çerçevesinde geniş ve büyük Türk ailesi. Türkiye gibi çok renkli, çok değişik kültürlerin, dinlerin, etkin aidiyetlerin yan yana yaşadığı bir topluma tek dinli, tek milletli ve de geniş aile modelini dayatamazsınız. Geniş aile şeklinde hayat biçiminde yaşaması denk gelenler, mecburiyetten değil seçerek, elinde olanakları olduğu için seçmişlerdir. Yani herkese ayrı bir oda verebiliyorsan, ailenin yaşlıları ile beraber yaşayabilirsin. Çocuklar için de, yaşlılar için de güzel olabilir. Ama bu evin koşullarının olması lazım. Bir göz odada geniş aile diye 20 kişi yatırırsanız, bu seçim değil dayatmadır. Özgürce insanlar geniş aile halinde yaşamayı seçebilirler, yine insanlar özgürce çekirdek aile olarak yaşamayı seçebilirler, insanlar hayatlarının bir döneminde tek başlarına yaşamayı seçebilirler, boşanıp tek çocuklarıyla yaşamayı seçebilirler. Mor çatının sığınaklarında kalan birçok kadın yeni bir hayat kurmak istediklerinde ekonomik güçlerini birleştirerek bir araya gelip birlikte ev tutuyorlardı. Biri çalışıyordu, biri çocuklara bakıyordu, biri iş arıyordu; bir aile oldu onlar. Eşcinsel olup olmadığına da bakmamak gerekiyor, homofobik aile tanımı da yapmamak gerekiyor.

Nedir aile olmak?

Bu hayatta, birlikte hayatın sorunları konusunda dayanışacağız demektir. Bu dayanışmayı kimin kiminle yapmak istediğine karışamaz devletler. Aile denen şey budur. Çocuk ille biyolojik olarak ailelerden doğmak zorunda değil, bir sürü ailesi olmayan çocuk var, evlat edinilebilir. Bunun için de heteroseksüel evlilikler, aileler şart değil. Aile gibi birlikte yaşayan, kendini aile gibi hisseden herkesi aile tanımı içine koymak lazım. İşte bunu, dini ya da resmi nikah şartına bağlamak, sadece iki karşı cinsten insanın bir aralığına bağlamak, aynı evde ikamet koşuluna bağlamak, çocuğu olması koşuluna bağlamak, ki geleneksel muhafazakar politikada çocuk yoksa aile de yok zaten, aile tanımını daraltıcıdır. Bunlar muhafazakâr politikaların tezahürleri ama toplum, ne mutlu ki bütün dünyada,  bu aile biçimi dayatmalarına karşı, buna direnen, kendi yaşam biçimiyle yaşamaya çalışan, oldukça geniş bir kesim var. Türkiye’de de var. Bu yüzden muhafazakâr aile modelinin gözden geçirilmesi gerekiyor.

Ailenin Korunması Ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunun” adının kadın değil aileyi koruma olarak düzenlenmesine yönelik eleştirileriniz oldu. Bu aile kurumunu reddeden bir tavır mı?

Siyasetçilerin aile modeli üzerinden siyasi kurgu yapmaları demek, toplumu aile üzerinden şekillendirmek ve yönetmeye çalışmak demek. Benim ana itirazım bu konuda. Türkiye’de güzel bir yönelim vardı. 2002 yılında aile ile ilgili anayasanın 41. maddesine eşler arasında eşitlik ilkesi konuldu. Aile hassas bir konu, aile konusunda da demokratik ve özgürlükçü olmak gerekiyor. Aile muhafazakârlık kaldıran bir olgu değil. Aileyi muhafazakârlık kalıpları içerisinde yorumlamaya çalıştığınız takdirde,  antidemokratik, şiddet üreten devlet tescilli kurumlar üretiyorsunuz demektir. Aileden murat, devletin tasdikname verdiği, nikâh cüzdanı gibi, devletten izin alarak sevişilen, devletten izin alınarak çocuk doğurulan bir kurumsa ve devletin izin verdiği koşullarda ayrılabildiği bir kurumsa, tabi ki böyle bir kurumun korunması değil tamamen değiştirilmesi gerekiyor. Kadın ve erkek bireylerin huzur ve keyfi açısından değil sadece, toplumun sağlıklı bir toplum olabilmesi için bütün bunların tartışılması gerekiyor.  O yüzden dünya tartışıyor. Eşcinsel evlilikleri de tartışıyor. Evlilikte sadakat mi önemlidir güven mi önemlidir diye tartışıyor. Evlilik yeminlerini değiştiriyorlar. Güven daha önemlidir sadakatten. Bu tartışmalar yapılacak, Türkiye bundan kaçamaz. Çünkü insanların özgür tercihleri eninde sonunda kendine bir yol bulup gidiyor. İnsanların hayatına devlet eliyle bu kadar müdahale edemezsiniz, etmemeniz gerekiyor. Yani o yüzden değişik aile biçimleri içinde insanların yaşama haklarına saygı gösteren bir devlet politikası olması gerekiyor. Onlara karışan ve o yaşam biçimleri içinden siyasetçinin canının istediğini gösterip herkes böyle yaşayacak dediği bir aile modeline tabi ki itiraz ediyoruz. Çok korkunç bir şey değil mi yani, ben böyle bir muameleye inanamıyorum. Dünyanın bütün ülkelerinde aynı tartışmalar oluyor, oralar için de söylüyorum sadece Türkiye için değil. Yani devlet sen nesin? Geliyor sen bu böyle yaşayacaksın diyor. Başka türlü olmaz. Ondan sonra seni damgalarım, ötekileştiririm her türlü nefret suçuna da seni maruz bırakırım diyor.

Yasal değişikliklerdeki kadın hareketinin rolünü anlatabilir misiniz?

Pek çok yasal değişiklik kadın hareketi sayesinde oldu. Seksenden sonra kadın hareketinin yaptığı ilk işlerden bir tanesi, medeni kanunun aile reisliği dâhil olmak üzere tümden değiştirilmesi talebi oldu. Yüzbinlerce imza topladılar kadınlar. 1987 yılında İstanbul’da yapılan ilk yürüyüş, bir yargıcın kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin diye mahkeme kararına Türk milleti adına yazdığı kararı protesto etmek için yapılan dayağa hayır yürüyüşüydü. Seksen öncesi mücadeleler ayrı, seksen öncesi çok güçlü bir kadın hareketi vardı Türkiye’de. Daha genel ve ekonomik taleplerdi. Eşit işe eşit ücret; çalışan kadınların kreş hakkı; kadın üreme sağlığı haklarının savunulması gibi alanlara yoğunlaşmış olan çok güçlü bir kadın hareketi vardı. Bütün kadın örgütleri daha darbe olmadan, sıkıyönetim tarafından kapatıldı. Başta, ilerici kadınlar derneği olmak üzere, bütün arşivleri yok edildi. 1980 darbesinden sonra, siyasi partilerin kadın kolları oluşturmaları bile yasaklandı. Türkiye kadın hareketi böyle bir dönemden geçti. Seksen sonrası ilk etkinlikler bu oldu, ben de bu etkinliklerin hemen tümünün içerisinde yer alan aktivistlerden bir tanesiyim.

Siyasi görüşü ne olursa olsun kadın hareketi her zaman, iktidarı kullanan, karar verici konumda olan, kanunları çıkartan, bütçeyi yapan, devletin bütçesindeki kaynakların hangi cinse nasıl tahsis edileceğine karar veren erkeklerle mücadele ederek geçti. Türkiye’de hiçbir kanun değişikliği ya da hiç bir anayasa değişikliği kendiliğinden ya da AB’ye şirin görünmek için yapılmadı. Hepsinin arkasında çok ciddi bir kadın mücadelesi var. 2004 yılında eşitlik maddesine kota ve pozitif ayrımcılık eklenmesi için mücadele etmiştik. Anayasa değişiklikleri sırasında kotaya ve pozitif ayrımcılığa karşı çıkan bütün partilerden kadın ve erkek milletvekillerine Türkiye’nin birçok kentinden kadınlar çok kısa bir protesto faksı çektik. Çağdaş demokrasilerde kotaya ve pozitif ayrımcılığa karşı çıkmak çağ dışı ve anti demokratik bir tutumdur yazıyordu protesto metninde. CHP’li, MHP’li, AKP’li, bütün milletvekillerine gönderildi. İçlerinden bir tanesi altı ayrı kadın örgütünden altı ayrı kadını seçerek ceza davası ve hakaret davası açtı. Bu kadınlar, nezdinde altı kadın örgütü ve altı kadın örgütü nezdinde Türkiye kadın hareketi, kota ve pozitif ayrımcılık istediği için ceza davasında yargılandılar. Davacı, sonradan kadın ve aileden sorumlu bakan olan Nimet Çubukçuydu! Senelerce sürdü o davada, son dakikaya kadar bakan hanım çekmedi davayı, son dakikada, son gün, karar verilecek, çekeyim ben davayı dedi. Biz de hayır, devam etsin dedik ve beraat ettik. Ama ceza evine gidebilirdik.

Ne ile yargılandınız?

Hakaret. Sonuçta davacı bakan. Yargının durumunu düşünsenize! Başka bir şey daha söyleyeyim size. Gayet ironik bir şekilde 2012 anayasa referandumunda 10. maddeye pozitif ayrımcılık getiriyoruz denen bir düzenleme yapıldı. Anayasaya pozitif ayrımcılık girmelidir çalışmasını hükümet adına kadın ve aileden sorumlu Nimet Çubuk’çu yaptı. Bu tek örnekte görüldüğü gibi, Türkiye’de kadın hareketi olarak biz çıkan veya çıkmayan bütün kanunlara müdahil olduk. Örneğin, 25 dönümden küçük tarım arazilerinin büyük erkek çocuğa miras bırakılması ile ilgili bir yasa değişikliği teklifi, kadın hareketi tarafından kamuoyunda fazla duyulmadan iptal ettirildi. Çocuklar arasında bile ayrımcılık yapan bir muhafazakâr aile modelini pekiştiren bir şey olacaktı. Yani büyük erkek çocuğa araziyi vermek gibi. Yani çıkan çıkmayan kanunların çok önemli bir bölümünde, tümüne yetişemiyoruz tabi ki, kadın örgütlerinin çok ciddi mücadelesi ve emeği var. Tabii kanunlar çıkıncaya kadar biz çalışıyoruz ama ne yazık ki bu AKP hükümetinin genel politikası, sivil toplum örgütleriyle eşit düzeyde bir ilişki üretemiyor, üretmek istemiyor. Şimdi ben tabi uç bir şey söylüyorum ama eşit düzeyde bir ilişki olması lazım. Sivil toplum örgütlerinin ya da işte alanın uzmanlık örgütleri diyelim, sorunu yaşayan ve sorusunu çözmek için çalışan örgütlerin deneyi ve bilgi biriminden yararlanması lazım devletin her biriminin. Ama ne yazık ki bir karşıtlık ilişkisi, bir politik rekabet ilişkisi olarak algılanıyor bu. Bu çok korkunç bir algı. Onun için oradaki iyi niyetli bir kaç kadronun çözebileceği işler değil bunlar. Her zaman böyle oldu, her zaman, siyasi iktidar kendi istediği siyasal değişiklikleri yapmak ister. Hiçbir iktidarı yasa yaparken yalnız bırakmamak gerekir. Hangi alanda yasa yapılıyorsa o alanın muhataplarının o iktidarla ama sokakta ama masada, ama hepsi beraber; her türlü ilişki iletişim etkileme yönetimini kullanarak, gerekirse lobicilik de yaparak sürece müdahil olması gerekiyor. Değişik müdahale biçimlerini hak temelli örgütlerin içine sindirip, çeşitlendirip o baskıyı iktidarlar üzerinde kurması gerekiyor. İktidarlar üzerinde bu baskı kurulmadığı sürece, iktidarlar bu ilişki biçimine zorlanmadığı sürece, hiçbir yasanın toplumun istediği şekilde, toplumun çıkarlarını savunur şekilde çıkması mümkün değil. Bütün bu yasa süreçlerinde gördüğüm temel şeylerden birisi, siyasetçiler oy kaybı düşündükleri için, siyasi muhatap göstermek istemezler topluma o yüzden süreç şöyle çalışıyor: siyasilerle gündüz oturup çalışıyorsunuz, bunu her yerde anlatıyorum, bir çok konuda alışıyorsunuz, tamam böyle olsun deniyor. Taslakları bırakıyorsunuz, tamam bu yazılsın, yarın üzerinde çalışalım diyorsunuz. Ertesi günü geliyorsunuz her şey sil baştan olmuş. Tekrar sifisin taşı gibi baştan başlıyorsunuz. Nedir mekanizma? Devlet denen o bürokratik erkek aygıtının içerisinde, bakanlıklarda mecliste, dolapların çekmecelerin içerisine saklanmış, küçük minik minik lacivert takım elbiseli adamlar var. Onlar orda yaşıyorlar, minik adamlar çekmecelerde. Canları sıkılmasın diye aralarına bir iki tane de lacivert tayyörlü kadın alıyorlar. Küçük minik kadınlar. Onların mesaileri gece başlıyor, geceleri çıkıyorlar, bu taslakları canlarının istediği gibi kesiyorlar biçiyorlar, ne istiyorlarsa onu yazıyorlar. Sabah kalkıyoruz biz onlarla karşılaşıyoruz. Onun için bizim gündüz yaptıklarımız değil, gece o dolaplardan çekmecelerden çıkan adamların yaptıkları kanun oluyor. Değiştirebildiğimiz yere kadar değiştirmiş oluyoruz, son şiddet yasasında olduğu gibi.

Ailenin Korunması Ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunun hazırlanmasının öncesindeki süreçte aktif bir rol aldınız. Bu süreci ve yasaya yönelik eleştirilerinizi anlatabilir misiniz?

Türkiye’de kadına yönelik şiddetle ilgili devletin attığı her adım, Türkiye kadın hareketinin baskısı ve talebi sonucunda olmuştur. Hakları için, en temel hakkı için, eşiyle babasıyla mücadele edip hayatını kaybeden kadınlar sayesinde olmuştur. Sadece kadın hareketi de değil. Hareketin içinde görmediğimiz kadınların mücadelesi, kadının çalışma hakkının kocanın iznine bağlı olmasının iptali de, İzmirli Hatice Albayrak[2] diye bir kadının tek başına avukatı ile verdiği mücadele sayesinde olmuştur. Bütün bu mücadelelerin bilgi ve deneyim birikimi ile bu yasaları kadınlar biçimlendirdi. Son şiddet yasası için de aynı şey geçerli. Burada önemli olan kadınların sözünü içerisinden neyin alınıp neyin alınmadığıdır. Doğru sözü alırsınız, öyle bir konsepte yerleştirişiniz ki o sözü, hiçbir değeri ve etkisi kalmaz. O sözün başına bir şey koyarsınız, kanun adına bir değişiklik yaparsınız, kapsamda bir değişiklik yaparsınız, amaç maddesine bir şey eklersiniz, bir de devlete yük getirecek maddeyi tırpanlarsınız, ortada kanun diye bir şey kalmaz. Ha geriye kalan bizim sözümüzdür, o kanun zaten bizim sözümüzdür ama ruhu bizim istediğimiz ruh olmaz. Yeni şiddet yasasında ne yazık ki bu eksiklikler çok yoğun bir şekilde görülüyor, pozitif olan tarafları var. Fatma Şahin, aile ve sosyal politikalar bakanı olmadan önce, AKP kadın kolları başkanıyken daha kapsamlı bir kadına yönelik şiddet yasası çıkarılması için kadın örgütleriyle görüşmelere başlamıştı. Bu görüşmeler çerçevesinde hazırlanan taslak bakanlar kuruluna sunulduğunda geçtiğimiz yaz, bakanlar kurulu bu taslağın daha kapsam maddesinde, yakın ilişki içinde yaşayanlar tanımını çıkartarak, yeni şiddet yasasının sadece evli kadınlara uygulanması gibi bir daraltma önerisinde bulununca, kadın örgütleri sürece örgütlenerek müdahil oldu. 19 Eylül 2011’de Bakanlıkla kadın örgütleri bir toplantı yaptı. Bu toplantının ardından 236 kadın örgütü bir araya gelerek Şiddete Son Platformunu oluşturdu. Bu platform 33 sayfalık alternatif yasa taslağını hazırladı ve Bakanlığın hazırladığı taslağın bu alternatif taslağı da içerecek şekilde düzenlenmesini istedi. Bu noktada Fatma Hanım’ın sivil toplum örgütleriyle bir araya gelmesi onların görüşlerini alması olumlu bir çabaydı. Ancak bu çaba ve süreç sonuçlanmadan taslak kadın örgütlerinden habersiz olarak yeniden Bakanlar Kuruluna gönderildi. Bu da bu çalışmanın yanlış yönlerinden bir tanesiydi. Ancak bu seferde yasada mülki amirlere yani siyasi iktidarın atadığı valiler ve kaymakamlara erkek bireylerin ve ailenin özel hayatına anti demokratik müdahale yollarını açan bir kapsama dönüştü. Şiddete Son Platformu olarak buna tepki gösterdik. Bu tepki üzerine ve Fatma Şahin ’ininde siyasi ağırlığını koyması ile yeniden tartışılmaya başlandı. Ki bu sık karşılaşılan bir durum değildir. İlk maddesinden son maddesine kadar Şiddete Son Platformundan kadınlar ile Bakanlık temsilcileri tekrar elden geçirdiler.

Bakanlık Temsilcileri dediğiniz kimlerden oluşuyordu?

Sadece Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı değil, Adalet Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma Genel Müdürlüğü temsilcileri ile günler süren gece ve 11’lere kadar devam eden ortak bir çalışma yaptık. Ne yazık ki bu teknik çalışma yazılı hale getirilemeden taslak yeniden Bakanlar Kuruluna gönderildi. 31 Ocak’ta gönderilen bu taslağa yeniden müdahale ettik ama bu taslakta da bir takım değişiklikler yapıldı. Ne yazık ki Bakanlar Kurulundan yasanın adının ailenin korunması olarak değiştirilmesi başta olmak üzere ve yasa içerisin de 2 yıl içinde 14 ilde açılacak ve 7/24 çalışacak tercihen kadın 5566 personelin görevli olacağı Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri ile ilgili hükümler budanarak çıktı. Toplumsal cinsiyet tanımı, ev içi şiddet tanımı gibi bütün tanımlar, şiddet uygulayan erkeğe ve şiddette maruz kalan kadınlara verilecek destek hizmetlerinde insan onuruna yakışır müdahalede bulunmak da dâhil olmak üzere bir çok temel hak ve nokta Bakanlar Kurulu tarafından budanarak Meclise sevk edildi. Meclisteki Kadın Erkek Eşitliği Komisyonu ve aynı gün yapılan Adalet Komisyonu toplantılarına Şiddete son Platformu da müdahil oldu. Budanan bu maddelerin en azından bazılarının yeniden yasaya sokulması için uğraştık. Bakanlar Kurulu’ndaki bu muhalefet nedeni ile sanırım Fatma Şahin’de kamuoyu önünde bir miktar zor durumda kaldı. Buna elinden geldiğince direndi ama daha fazla direnmesi istifa anlamına geleceğinden onun sınırları da buraya kadar oldu. Bu taslak tartışmaları sırasında şunu gördük ki; her şeye para var, her konuya para bulanabilir ama kadınların yaşam koşullarını düzeltecek kadınları şiddetten korumaya yönelik para harcamayı gerektiren hiçbir şeye para yok. 5566 personel sayısı adeta kadınlarla alay eder gibi 362’ye düşürüldü. Yani olması gereken kadronun küsuratından bile altında düşük bir kadro ayrıldı. Sembolik sadece reklam amaçlı kullanılacak bir yapıya dönüştürüldüğünü gördük. Bu devlet geleneği ne yazık ki değişmiyor. Kadınla ilgili alanlarda muhafazakâr politikaları desteklemek söz konusu olduğunda yani hastalara ve yaşlılara evde kadınlar baksın, çocuğa kadın baksın dendiğinde şartlı nakit transferi gibi para ödemeleri ile kadınlara destek veriliyor. Muhafazakâr modeli kadınların ve toplumun kafasına yerleştirmek için her şey yapılıyor onun dışında devlet bir kuruş bile para vermek istemiyor.

İkinci bir nokta; bu taslak sırasında şiddete son platformu harcadığı mesainin 3/1’ini erkekleri korumak için harcamak zorunda kaldı. Örneğin şiddet uygulayanlara karşı alınacak önlemlerin insan onuruna yakışır bir şekilde olması talebimizin yasaya açıkça yazılmasını istedik. Çok büyük mücadeleler sonucunda bu mecliste eklendi tekrar.

Buna hangi gerekçelerle itiraz ediyorlardı?

Akıl alır gibi değil tabi ki. Buna itiraz şu anlama geliyor devlet suçluda olsa erkeği gözaltına aldığında, yerinden ettiğinde onun insan onuruna saygı göstermeyebilir. Bunu deklare eden bir süreçti bu. Anlamak mümkün değil. Elektronik kelepçe, elektronik bileklik gibi bireylerin erkek de olsa özel hayatlarına çok ciddi sınırlamalar getiren uygulamaların herhangi bir karakoldaki her hangi bir polis memurunun ya da her hangi bir bürokratın kararına bırakılmaması gerektiğini savunarak ilgili maddeye yargıç kararıyla sesli ve görüntülü izleme yapılabileceğini eklemeye çalıştık. Şiddet uygulayan bireylere uygulanacak zorlama hapsinin süresinin indirilmesi için çalıştık. Kadına verilecek maddi yardımların erkekten istenmesi meselesinde maalesef başarılı olamadık. Devlet bütçesinden kadınlara bir kuruş para çıkmasın diye şiddete uğrayan kadına yapılacak ödemelerin dönüp erkek den alınması kuralı getirildi. Bu o erkeğin kadına daha fazla şiddet uygulaması anlamına gelir. Örneğin benim bir dosyamda kocanın karısını bıçakla yaralamadan aldığı hapis cezası paraya çevrildi. Kadın tekrar bana saldırmasın diye bu parayı ödedi. Ve birçok olayda erkekleri sakinleştirebilmek için kadınlar bu paraları ödemek zorunda kalıyor. Bu verdiğim örnekler, tek tek kadrolardan bahsetmiyorum bir bütün olarak hükümetin kadına yönelik şiddetle ilgili kararlı bir politikasının olmadığının bir göstergesi. Emniyet, Jandarma, Adli Tıp gibi kamu kurumları ile sivil toplum örgütlerinden oluşan bir kadın cinayetlerini önleme birimi kurulmasını istedik. Zaten bu kamu kurumlarının çoğu bu işi yapıyor yani çok fazla bir ek bütçede gerekmiyor. Ama 10 kişilik bir kadın cinayetlerini önleme merkezi kurulur cümlesini yasaya yazdıramadık. Bunu yasaya yazmamanın mantığını anlamak da mümkün değil.

Dolayısıyla bu kanunun etkili olup olmayacağı tamamen uygulama iradesine kalmış durumda. 7/24 çalışacak o merkezlerin kurulmasına bağlı. Ama karşımızda bunları uygulayacak siyasi bir irade yok. 8 martta sesleniyor bir de başbakan. Artık çamaşır makinesi varmış 5 çocukta doğurabilirmiş kadınlar. Çocuklar anne babanın ortak çocuğudur aynı zamanda toplumun geleceğidir. Dolayısıyla ev içinde erkekler ile birlikte bakım yükü paylaşılmalı, devlet kreşler açarak bu bakım yükünü paylaşmalı, işverenlere de çalışan sayısına bakmaksızın kreş açma zorunluluğu getirilmeli ki çocuk bakma yükümlülüğü sadece kadına yüklenmesin. 3 çocuk için anne bakımı altında geçecek süreye en az 5 yıl desek 15 yıl eder. 5 çocuk için 25 yıl, normal emeklilik süresi. Bir kadının hiçbir toplumsal destek olmaksızın 25 yıl çocuk bakması demek bu.

Son olarak kadın meselesi ile ilgili olarak ne önerirsiniz ve tavsiye edersiniz?

Kadın sorunu dediğimiz şey eşitlik, özgürlük, adalet ve demokrasi açısından nerde olduğumuzu gösteren bir sorun. Sadece kadınların değil, erkeklerinde ciddi bir şekilde ilgilenmesi gereken bir sorun. Bu sorunla ilgilenirken, geçici sloganlar, formüller ve klişelerle ilerlememek gerekiyor. Cinsiyetler arası hiyerarşiye bakmak, hizmet ve itaat ilişkisinin sorgulanması gerekiyor. İnsanlar siyasi yelpazede nerede durursa dursun hizmet ve itaat ilişkisini sorgulamadan ve kendi gündelik hayatlarını dönüştürmeden kadın sorunu ile ilgili hiçbir şeyi değiştiremezsiniz. Bu yüzden Türkiye’de din temelli politik hareketlerinde, sol, muhafazakâr, liberal temelli hareketlerinde kadın erkek eşitliği konusunda ki bütün söylemlerini gözden geçirmesi gerekiyor. Türkiye siyasetinin ve sivil toplumunun kendini yenilemeye ihtiyacı var. Dinin, geleneklerin ve politik mirasın ataerkil yorumlarından kurtulmak gerekiyor. Kadınların bilgisini, deneyimini ve enerjisini toplumun yararı için doğru bir şekilde kullanamadığımız sürece hiçbir sorunu çözebileceğimize inanmıyorum. Erkeklerin ve erkeklerin sunduğu bir takım iktidar kırıntılarından faydalanan kadınların ataerkil sistemin sunduğu ayrıcalıklardan feragat etmesi gerekiyor. Aslında Türkiye kadın hareketi fazla bir şey istemiyor bütün tapuların yarısını, bütün koltukların yarısını, bütün araçların yarısını, bankalardaki paranın yarısını yani sadece hakkı olanı istiyor. 5 bin yıl siz iktidarı kullandınız her şeyin sahibi oldunuz bir 5 bin yılda kadınlar sahibi olsun demiyoruz. Sadece adil ve vicdanlı bir hareket olduğumuz için sadece hakkımız olanı bizden alınanı istiyoruz. Yani adalet istiyoruz.


[1] Türkiye Cumhuriyeti, 2002 yılında Nahide Opus davasında, kadın yurttaşını koruyamadığı için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından ceza almış tek devlet oldu.

http://bianet.org/bianet/dunya/115147-hukumet-aihm-kararini-kadinlar-hukumeti-utanc-verici-buluyor

[2] 29 Kasım 1990 tarihinde Medeni Yasa’nın 159. maddesi Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Anayasa Mahkemesi maddeyi eşitlik ilkesine aykırı bulmuştu. Medeni Yasa’nın 159. maddesi kadının çalışma hakkıyla ilgili kocanın iznini öngörüyordu. İptal kararı, İzmir’de Hatice Albayrak’ın açtığı bir dava nedeniyle verilmişti.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir