Köprü

Dünyası karmaşıklaşmış her beşer gibi bizler de düşünce ve eylemlerimizle içinde bulunduğumuz karmaşıklığı aşmaya dönük bir çaba içerisindeyiz. Başlamadan belirteyim, bu bir devam yazısı. Peşinden koştuğumuz tutarlılıklarımızı alaşağı eden, ve bizleri yüzümüzü ölüm veya yaşamdan yalnızca birine dönmeye mecbur eden ahvale dair tartışmanın ikinci fazı… Önceki yazı, iki yakıcı seçenekten birini, yani “ahiret temelli tutarlı bir dindarlık” veya “dünya temelli tutarlı bir siyasallıktan” yalnızca birini seçebildiğimiz “tutarlılık” krizimizden bahsediyordu. Şimdilerdeyse kendimce bu karmaşıklığın bizim için ne gibi sonlar barındırıyor olabileceğini eşelemekteyim.

Hepimiz kendi deneyimlerimizle çiziyoruz dünya görüşümüzü. Gökyüzü ne kadar berraksa dünya görüşümüz de o kadar net seçilebilmeli değil mi… Oysa ne dünya hayatı ve tepemizdeki gök kutsal kitaplardaki gibi berrak, ne de dünyamızın yerle yeksan olacağının bilgisi herkes için bariz olan bir “hakikat”… Gel gelelim olacak. Yok olacak. Hiç yoktan kendi küçük dünyamızın bu haliyle ebedi olmadığını biliyoruz. Lafı dolandırmak istemem. Aksi mümkün olana kadar, her birimiz sevdiklerimizle, onları arkada bırakarak ya da onlara kavuşmayı umarak geberip gideceğiz. Buradaki ölüm bahsi, bu yazının okurunu dine yöneltsin için değil, daha ziyade hatırasında din olana sonun gerçekliğini hatırlatmak için… Öleceğimizin veya dünyadaki yok oluşumuzun bilgisi bizim için dini nesnel bir gerçeklik kılıyor. “Hangi din?” sorusu şimdilik konu dışı olsa da, elbette her zaman tazeliğini koruyacak.

Tarihsel dinamizmin ardındaki yaratkan güç belki de en çok diyalektik ilişkinin doğurganlığında gizli. Kabul ediyorum birçoğumuz için tanıdık bir yaklaşım, evet, yeni bir sentezin ortaya çıkışından, bir sonraki faza geçmekten söz ediyorum. Gel gör ki başka bir yerden… Deneyimlerimizi kaldırıp çöpe atmamız mümkün değil ancak yine de geçmişin esir eden vasatlığından sıyrılarak düşünmeye çalışınca, zihnim yaşadığımız buhranı bir doğum sancısı olarak görmeye daha çok yakınlaşıyor. Seküler bir dünyayla ölüm hakikatini nasıl konuşacağımızı öğrenmek, birçok dünyevi bedele mal oldu. Belli ki ilk gençlik yıllarımız, bu bedeli ödemekten yorgun düşen arkadaşlarımızla dolu hatırlanacak. İşte tam bu noktada düşünmeye devam edebilmek için, deneyimlerimizin yorucu sübjektifliğiyle nesnel gerçekliğimiz arasında bir köprüye ihtiyaç duyuyoruz. İçinde bulunduğumuz ve farkına vardığımız iki dünya, iki düşünme biçimi, iki tavır alış, iki his, iki akıl… Birbirine belki de hiç olmadığı kadar muhtaç. 

Bu köprü bir kez daha nasıl inşa edilir? Cevabın zanlarımızdan ve vehimlerimizden değil; kederlerimizden, acılarımızdan, ilk gençlik tökezlemelerimizden,  beceriksizliklerimizden, utançlarımızdan, iki lafı bir araya getiremeyişlerimizden ve buna rağmen yükseltmeye yeltendiğimiz ergen seslerimizden besleneceği aşikar. Ne kabiliyetsizlikler gizli hakikat arayışımız satır aralarında.

Peki, tüm zalim iktidarların ve zulüm getiren iktidar ilişkilerinin tasfiyesini murat ederken İbrahim’in tek tanrısını bize hatırlatacak olan ne? Rabbin çağlar ötesi mesajını yanı başımızda taşımamızı mümkün kılacak olan siyaset nerede? Gerçekten bilmiyorum. Ancak bildiğim bir şey varsa o da şu: kibrimiz en büyük sınavımız, aşamazsak vay ki basitliğimize… Taze hizipçiliklerimiz, yeni yetme önyargılarımız… “Ben o’cularla iş yapmam, bu’culardan adam çıkmaz” gibi en esaslı deneyimlerimizden neşet eden kıt kanaatlerimiz… 

Bana kalırsa kibrimiz deneyimlerimizle meşrulaşan sekülerliğimizden neşvü nema buluyor. Yeryüzünde kibirle yürüyenlere öfkemiz, bizi kibirden korumaya yetmez. Oysa hafızamızın derinliklerinde toz tutan bir gerçeklik olarak ölüm, yani egolarımızla atbaşı giden sekülerliğimizin tam karşısına hınçla dikilen nesnel gerçekliğimiz, biz deneyimledikçe heybemizde biriken kibirle hesaplaşmamıza yardımcı olabilir…

Neylersin kıt kanaatlerimiz, yani deneyimlerimizden çıkarsadığımız sübjektif varsayımlar, hayatımızın olmazsa olmazı. Herkes bilir ki kuru bir gerçeklik, asla yalnızca gerçeklik olarak sahnelenmiyor. Fakat sizce de bedel ödeyip tırnaklarımızla kazıdığımız hakikat cüzlerinin bizi davet ettiği daha büyük bir sahne yok mu?

Pençesinde kıvrandığımız soru işaretlerimiz, sanıyorum hiçbir zaman tam anlamıyla galebe çalamayacağımız zaman-mekan ötesi bir karaktere sahip. Öyle inanıyorum ki sancımız, bir doğum sancısı tazeliğinde bizi yepyeni limanlara taşıyacak. Belki de sadece hazırlıklı olmaktır vazifemiz, kim bilir. Ve lakin sorumluluk ahlakını elden bırakmadığımız ve sancımıza kafa tutmaya çalışmadığımız sürece. Zira sancımızdır bizi hakikate taşıyacak olan…

Öne çıkan görsel: El Greco/A boy blowing on an ember to light a candle. Wikimedia.org’dan alınmıştır. 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir