Wright’ın “Bugün Nasıl Antikapitalist Olunur?” Başlıklı Yazısı Üzerine

Sosyolog Erik Olin Wright’in 12.02.2015 tarihinde Bugün Nasıl Antikapitalist Olunur? başlıklı bir yazı yayımladı.

Ertuğrul Ahmet Tonak Hoca 26 Aralık 2015’te Wright’in yazısını tanıtan bir yazı yayımladı.

Birgün gazetesi 3 Şubat 2019 nüshasında Wright’in yazısının özetlenmiş çevirisini yayımladı.

Yazı besbelli önemseniyor ve ilgi çekiyor. Meraklanan okurlar yazıyı İngilizce aslından veya iki Türkçe anlatımından değerlendirebilir. Burada Wright’in muhakemesindeki kanımca hataları ortaya koymak istiyorum.

1.  Wright’in yazısında, kapitalizme karşı tavır gösterenler arasındaki görüş ayrılığına ilişkin, tahliline damgasını vuran kritik bir cümle var: “Where the real disagreement lies — a disagreement that is fundamental — is over whether it is possible to have the productivity, innovation, and dynamism that we see in capitalism without the harms.”

Bu cümle, Birgün Gazetesi’nde yazının özet çevirisinde biraz yanlış tercüme edilmiş: “Asıl anlaşmazlık -en temeldeki- hem verimliliğin, gelişimin ve dinamizmin, herhangi bir zarara yol açmayacağı bir kapitalizmin mümkün olup olmadığı.”

Doğrusu şöyle olacak: “Temel ihtilaf, kapitalizmdeki verimliliğin, yeni mal icad etme faaliyetinin ve dinamizmin, kapitalizmin mahzurlarına katlanmadan sağlanıp sağlanamayacağıdır.Yani yazara göre mesele, kapitalizmin olumlu yönleri olarak gördüğü verimliliğinin, yeni mal icad faaliyetinin ve (ne demekse) dinamizminin, kapitalizmin sakıncaları olmaksızın gerçekleşip gerçekleşemeyeceği.

Bu cümle Wright’in tüketim ideolojisini (insan saadetinin maddi tüketiminin miktarına ve çeşitliliğine bağlı olduğu kanaatini) benimsediğini baştan ilan ediyor. Yazının vardığı ıslahatçı sonuç (kapitalizmi uygarlaştırmak) de bu temel görüşünden çıkıyor.

Kapitalizmdeki verimliliğin ve yeni mal icad etme faaliyetinin kapitalizmin mahzurlarına katlanmadan sağlanıp sağlanamayacağı sorusunun cevabı, hayır sağlanamazdır.

İnceleyelim. Yeni mal icad etme faaliyetinden, innovasyondan başlayalım. İnsanoğlu medeniyetler kuralı devamlı yeni mallar icat etti. Her toplumsal oluşumda, icat faaliyeti sürdü, sürer. Ancak yeni mal icat faaliyeti kapitalizmde hız kazandı. Zira kapitalizmde icat faaliyeti kâr gelirini artırma ve sermaye artırma saikine bağlandı. Bu saikin, bu hırsın olmadığı dayanışmacı paylaşmacı bir düzende yeni mallar icat edilebilir; ama icat faaliyetinin kapitalizmdeki yoğunlukta olması muhtemel değildir. Onun için, binbir marifetli elektronik cihazların icadına, binbir marifetli otomobillerin icadına vs. meftun olan kişi kapitalizmden şikayet edemez; kapitalizmin bütün sonuçlarına katlanmak zorundadır.

Kapitalizmin verimliliğine gelelim. Burada kastedilen, kapitalizmin verimi devamlı artırdığı gözlemidir. Verim (prodüktivite) artışı kavramı “maliyet artmaksızın üretimi artırmak” gibi anlaşılır. Böyle bir şey olabilse, elbette toplum yararına olur. Ama mümkün mü?

Verim artışı nedir? Verim artışı, bir işletmede veya bir sektörde işçi başına katma değer artışıdır. Verim artışı somut olarak böyle ölçülür. Katma değer bir üretim faaliyetinden ortaya çıkan kâr, faiz, kira ve ücret gelirleridir.[1] Bir üretim tesisinde veya bir sektörde işçi başına katma değer nasıl artırılır? Olanakları inceleyelim.

Bir tedbir otomasyona geçmektir. Yani kol emeği yerine makine ikame etmektir. Bu, çalışan işçi başına fiziksel üretimi artırır. İşçi başına katma değeri artırır. Ama teknolojik işsizliğe yol açar. Ve montaj hattındaki işçiyi makinaların uzantısı haline getirir. Yani otomasyonla verimi artırmanın işçilerin refahı ve sağlığı açısından bir maliyeti vardır.

İkinci seçenek malın satıldığı piyasada rakipleri reklamla ve başka yöntemlerle bertaraf ederek tekelleşmektir. Bu suretle girişimci tüketicileri kendine bağlar; malın fiyatını rahatça saptayabilir, istediğinde artırabilir; katma değeri de böylece artırabilir. Bunu da ceremesini tüketiciler öder.

Verimi artırmak için üçüncü seçenek işçileri daha hızlı ve daha uzun mesaide çalıştırmaktır. Bu suretle İşçi başına fiziksel üretim artar, işçi başına katma değer de artar. Verimi bu şekilde artırmanın da işçiye maliyeti vardır.

Dördüncü seçenek (yurtta veya dışarıda temin edilen) doğal kaynakları ucuza veya bedavaya getirmektir. Bu tedbir verimi artırır ama maliyeti doğaya ve gelecek nesillere tahakkuk eder.

Verimi artırmak için beşinci seçenek girdileri, işgücü maliyetinin daha düşük olduğu başka ülkelerden ithal etmektir. Bunun da maliyeti başka toplumlara tahakkuk eder.

Özetle, bir işletmede veya bir sektörde verimi artırmak için alınabilecek hiçbir tedbir, “maliyet artmaksızın üretimi artırmak” mucizesini gerçekleştiremez. Her birinin insanoğluna bir maliyeti vardır.

Bu maliyetler bizatihi kapitalizmin sakıncalarıdır: işçiyi daha çok çalıştırma, doğayı talan, tüketici istismar… Hâliye bu maliyetler olacaktır. Zira insanoğlu yoktan bir şey var edemez.

O halde kapitalizmdeki yeni mal icat faaliyetinin ve verimlilik artışının, kapitalizmin sakıncaları olmaksızın sağlanıp sağlanamayacağı sorusu (“whether it is possible to have the productivity, innovation, and dynamism that we see in capitalism without the harms”), baştan hedef saptıran bir sorudur. Cevabı bellidir.

Onun için Wright’in bulduğu antikapitalist çözüm, refah devletini canlandırmak ve kapitalist ekonominin bağrında dayanışma cemaatçikleri kurmaktır.

2. Wright reel sosyalizm hakkında diyor ki:

“The results of such revolutions, however, were never the creation of a democratic, egalitarian, emancipatory alternative to capitalism. While revolutions in the name of socialism and communism did demonstrate that it was possible “to build a new world on the ashes of the old,” and in certain specific ways improved the material conditions of life of most people for a period of time, the evidence of the heroic attempts at rupture in the twentieth century is that they do not produce the kind of new world envisioned in revolutionary ideology.”

Birgün’ün özet çevirisinde yer almayan bu cümlelerde yazar yirminci yüzyılda sosyalist devrimlerin vaad ettikleri cenneti inşa edemediklerini söylüyor. Bunda haklı: Marksist-Leninistler kurdukları düzenin zamanla en üst düzeyde maddi ve manevi refah sağlayacağını iddia etti. En üst düzeyde maddi refah vaadinin dayanağı yeni düzende işgücünün verimi arta arta tüm fertlerin tüm ihtiyaçlarının fazla fazla karşılanacağı “bilimsel” öngörüsü idi. Marksist-Leninistler reel sosyalizmin uygulandığı ülkelerde yurttaşlarına kapitalist toplumlardan daha çok ve çeşitli tüketim vaad ettiler.

Bu vaad gerçekleşemezdi çünkü insanların “ihtiyaçları” kapitalist dünyada tüketim mal icatlarıyla belirleniyordu ve Marksist-Leninist paylaşmacı dayanışmacı düzenlerde kapitalist ülkelerdeki tüketim malı üretimiyle ve icadıyla yarışmak mümkün değildi.  SSCB ve diğer reel sosyalist ülkelerde kapitalist üretimle yarışmaya girildikçe, düzenin kapitalistleşmesi (işçilerin daha çok çalışmaya zorlanması, doğa talanı, nihayet kâr gelirinin yasallaştırılması, özelleştirme) kaçınılmaz sonuç oldu.

Marksist-Leninistlerin sosyalizmde manevi refah vaadi, paylaşma, dayanışma, gelecek endişesinin kaldırılması ve eşitlik idi. Bunlar, reel sosyalizmde uzun süre az çok gerçekleştirildi. Ancak en yüksek düzeyde maddi refah vaadini gerçekleştirme çabaları manevi refah vaadiyle çeliştiğinden manevi refah projesi zamanla çöktü.

Burada Küba ilginç bir istisna teşkil ediyor. Anladığım kadarıyla Kübalı komünistler Küba halkını “müstakbel komünist toplumun bolluğu” hayalleriyle uyutmaya çalışmadı, uyutmuyor. Buna ihtiyaç yok çünkü Küba halkı ülkelerinin (gelişmiş kapitalist toplumlardaki tüketim olanaklarına kıyasla) fakir olmasına karşılık, manevi refahın gerçekleştiğini görerek bu durumu diğer Latin Amerika toplumlarındaki adaletsiz refah dağılımıyla kıyaslayıp sosyalist rejimi destekleyegeldi. (Ta 1970’lerde Kübalı komünistler manevi müşevvik – maddi müşevvik tartışmasında Sovyet ve Doğu Avrupalı komünistlere karşı manevi müşevviklerin önceliğini savunmuştu.)

Tüketim ideolojisinden vazgeçemeyen Wright elbette Küba tecrübesinden söz etmiyor.

3. Wright 20. yüzyılda ortaya çıkan sosyal demokrasiyi, refah devletini şöyle anlatıyor:

“What had changed was that the state took responsibility for correcting the three principle failures of capitalist markets: individual vulnerability to risks, under-provision of public goods, and negative externalities of private profit–maximizing economic activity. The result was a reasonably well-functioning form of capitalism with muted inequalities and muted conflicts. Capitalists may not have preferred this, but it worked well enough. Capitalism had, at least partially, been tamed….”

Bu da Birgün’deki özette mevcut değil. Kısaca Wright sosyal demokrasinin uygulandığı ülkelerde devletin bireylerin karşılaştıkları riskleri azalttığını, kamu mal ve hizmet üretimini artırdığını ve özel kâr gelirini artırma çabalarının olumsuz toplumsal etkilerini azalttığını söylüyor. Böylece eşitsizliğin azaltıldığı, sosyal çatışmaların azaltıldığı makul bir kapitalizmin ortaya çıktığını söylüyor. Ona göre kapitalizm kısmen terbiye edilmiş, uygarlaştırılmış imiş…

Refah devleti uygulanan ülkelerde kapitalistler nasıl terbiye edildi? Wright bunu söylemiyor. Cevabı açık: 20. yüzyılda bazı merkez ülkelerde ortaya çıkan sosyal demokrasi rejimi, refah devleti, “sosyal devlet”, doğrudan doğruya sosyalizm tehdidinin ürünü idi. Bütün kusurlarına rağmen 1917’den 1970’li yıllara kadar reel sosyalizm dünya emekçilerine bir almaşık toplumsal proje arz ettiğinden, kapitalizmin en güçlü olduğu (sermaye birikiminin en büyük olduğu) ülkelerde burjuvalar emekçilere tavizler vermek zorunda kaldı. Sosyalizm tehdidi olmasa kapitalist ülkelerde devlet ne gelir dağılımını düzelten tedbir alırdı, ne de çalışanların çalışma şartlarını iyileştirirdi.

Onun için, bugünün dünyasında sosyal demokrasiyi canlandırmak için mücadele etmek beyhudedir.

Sonuç olarak: Büyüme, verim artışı, tüketici egemenliği, innovasyon, mal çeşitliliği hedefleri, dayanışma paylaşma ve eşitlik üzerine kurulu bir düzenle bağdaşmaz. Bu hedefleri benimseyen kişi işin mantığı gereği kapitalizmi bütün barbar sonuçları ile benimsemek zorundadır.

İkincisi, sosyal demokrasi bir ütopyadır. Kapitalizme alternatif bir tek gerçekçi proje var. Bu, paylaşmayı, dayanışmayı, refahta ve beşeri ilişkilerde eşitliği baş tacı eden, temel düstur edinen bir toplumsal düzendir. Bu düzende tüm toplum örgütlü olacaktır. Devamlı mücadele ile örgütsel hiyerarşilerde tahakküm eğilimleri dizginlenecektir. Emekçilerin devleti, yasama ve yürütme erklerini kullanacaktır. Büyük üretim araçlarının ve doğal kaynakların tümü ortak mülk olacaktır. Toplum tüketimini temel ihtiyaçlarla, gerçek ihtiyaçlarla sınırlandıracak, doğal kaynakları ve ekolojik dengeleri koruyacaktır.

Beşeriyetin artık sosyal demokrasi ütopyalarıyla veya kapitalist ekonomilerin bağrında sosyalist cemaatçiklerle oyalanacak hâli kalmadı.


*Öne çıkan görsel şu çalışmadan alınmıştır. (Editör Notu)

[1] Bir işletmede katma değer, satış hasılatından başka işletmelere kullanılan girdiler (ham madde, ara malı, enerji, hizmet temini) için yapılan ödemeler çıkarılarak bulunur. Kâr geliri, faiz, kira ve ücret  ödemeleri kalır.

1 Response

  1. Süleyman dedi ki:

    Sosyal devlet uygulamaları, liberal demokrasilerde 20. yy’lın ortalarında sosyalizmin dizginlenmesi için uygulandı, cümlesi doğrudur. Buna ilaveten bir kaç tespitte şöyle olabilir belki;

    -Savaş sonrası 1970’lere kadar olan dönemde büyüme oranı faiz oranının üzerinde seyrediyor ve bu kalkınma ile birlikte refah dönemini de beraberinde getiriyor. Buradan hareketle devlet gelirlerinin de artması ile sosyal politikaların uygulanması zorluk oluşturmuyor.

    -Sonraki dönemlerde ise sermayenin (sıcak para) uluslararası dolaşıma açılması ile birlikte merkezde yoğunlaşan sermaye çevre ülkelere çıkmaya başlıyor. Bu da merkez ülkelerde büyüme oranının düşmesine sebep oluyor ve kamu borçlanması artmaya başlıyor. Buna ilaveten özel borçlanmalar da artıyor.

    -Bir diğer unsur ise, devletin yaptığı bu sosyal yardımların kaynağını nereden bulduğudur? Asıl sorulması gereken sorunun bu olması gerektiği kanaatindeyim. Evet devlet yardım yapıyor ve bakıldığında “oh ne güzel, sosyal bir devletimiz var” deniyor. Ancak yazının sonlarında belirtilen mülkiyet ve kaynakların kullanım tekeli meselesi anahtar nokta. Paraya ve kaynaklara sahip olamayan bir devlet (kamu) yönetimi yapacağı yardımların kaynağını, vergilerden ve borçlanma ile elde edecek. Bu da dolaylı olarak bu tekellerin ve para sahibi faizci ve rantiyecilerin kasasına akan bir sermaye musluğu olacaktır.

    Sahiplik ve mülkiyet konusu halledilmeden söylenen bütün sözler havada kalacak sözler olacaktır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir