Ortadoğu’da Emek ve Adalet Mücadelesi Sempozyumu, İkinci Oturum, Soru-Cevap

Tuksal: Şimdi sorularınızı alacağım. Ben tabii hanımlara pozitif ayrımcılık yapacağım.

Dinleyici 1: Ahmet Bey’e soracağım. Ahmet Bey, Tokad’ı geçen sene 1 Mayıs’tan beri izliyorum. 1 Mayıs’a katıldıktan sonra oldukça ilgi çekici geldi. Sormak istediğim Tokat’ta Tokad gibi bir hareket nasıl ortaya çıktı? Bunun toplumsal bir karşılığı var mı, çalışmalarınızın? Ya da kadro düzeyindeki çalışmalarınızın yani siz inançlısınız, bu mücadeleye gönül vermişsiniz. Bu hareketin Tokat’ta çıkmasının özelliklerini soruyorum.

Ahmet Örs: Çok teşekkür ediyorum, sağ olun. Ben konuşmada bu konuya değinmeye çalıştım ama Anadolu’da hakikaten sıkıntılı bir şey bu yani bizim için de sıkıntılıydı açıkçası. Ama pratik içerisinde bir özgüven oluştu az evvel söylediğim gibi. Farklı çizgilerden beslenen arkadaşların, siyasi, dini tecrübeleri bunun oluşumunda emek ve pay sahibidir. Toplumla bağ noktasına gelince dediğim gibi mesela bizim eylemlerimizde kadınlar erkekler, sayısal anlamda birbirine yakın oranlarda, bazen kadınlar çok daha fazla, başörtüsü eylemi olsa da olmasa da. Konuşmacılarımız da öyle, mesela eylem açıklamalarını okuyanlar daha çok genç hanım arkadaşlarımız. Bunu neden söylüyorum; bu özellikle Tokat gibi yerlerde toplumsal meşruiyeti sağlama noktasında çok önemli bir avantaj, işte 1 Mayısta yazmışsınız “kapitalizmin kulu olma”, “küresel kapitalizme karşı küresel intifada”. Sizin o başörtülü kadınlarla eylem alanında bunları söylerken gören farklı insanların açıkçası tepkileri olumsuz olmuyor. Belki beş, on, on beş kişilik bir kadrodur ama geniş katılımlı eylemliliklerimiz de oluyor. Tokat’ta aslında İslami geçmişi olan bir potansiyel var, damar var. Diğer gençlerden de, çevrelerden de katılımlar oluyor. Ben burada birazcık korkuların zorlanması gerektiği düşüncesindeyim. Birçok ilçedeki, ildeki arkadaşlarla bu tecrübemizi yaygınlaştırmaya çalışıyoruz. Türkiye’de uzun süredir başörtüsü eylemleri yapan şimdi Adalet ve Özgürlükler Platformu çatısı altında toplanan on beşe yakın nokta var. Mesela buralarda da bu kazanımlarla dil ilerlemeye başladı. Bu korku eşiğini, bu refleksleri aşabilirsek aslında çok daha rahat, çok daha katılınabilir, yaygınlaştırılabilir bir tarz olduğuna inanıyorum. Mesela şuanda açıkçası öyle bir özgüven var. Ben bunu özgüven paylaşımı için söylüyorum. Yapamayacağımız bir şey yok diye düşünüyorum. Yani herhangi bir hakkın savunulması. Mesela Ermeni Meselesi, az önce söylemeyi unuttum, çok basit bir şey, basit derken anlaşılması basit. Tokat’ın nüfusu 1915te yarı yarıya gayrimüslim; 13 bin gayrimüslimin 8 bin Ermeni, 5 bin Rum ve 15 bin de Müslüman ve bu insanlar şu anda yoklar. Mesela bunları düzenli olarak seminer faaliyetlerimiz var, konferanslarımız var. Buralarda çokça tartışıyoruz. Oraya gelen insanlar için bunlar artık düzenin ürettiği yalanlar da öğrenilebilir şeyler olmaktan çıktı. Veya asgari ücret köleliktir anlayışı veya Kürt sorunu, diğer meseleler artık devletin okullarındaki yalan yanlış müfredatından öğrenilebilir olmaktan çıktı. İnsanlar bu anlamda ciddi anlamda muhalif bir kültür kazandılar. Ve sırf eylemsel boyutta olan bir şey değil. Hani Paulo Freire söylüyor ya “sadece bir eylem yaparsan kendini aşamazsın, sadece teori üretirsen lafazanlık yapmış olursun,” bunu birleştiren bir şey. Her hafta bunu tartışıyoruz; mesela bir yıl boyunca Kemalizmin eğitim politikaları, Kemalizmin ekonomi politikaları veya Kemalizmin azınlık politikaları vs. Dolayısıyla oraya gidip gelen epeyce insan oluyor değişik zamanlarda ve bu eylemselliğin ve muhalefet kültürünün yaygınlaştırılmada da entelektüel bir zemin oluşturduğuna, bir özgüven oluşturduğuna inanıyorum. Teşekkür ederim.

Dinleyici 2: Adım Recep Karaca, eski Sümerbank işçisiyim, Bakırköy’de çalışıyordum. Zeki Hocamızla da orada tanıştık zaten. Sümerbank’ın özelleştirilmesi sürecinde çok uzun süre eylemler yaptık, fabrikamız kapandı. Ahmet Bey’in bahsettiği 4C’ye gönderildim, orada 20 ay kaldım ve kapsam dışı personel olarak Tekel’e geçtim. Tekel’de de o özelleştirme sürecini yaşadım. Oradan da başka bir sınavla Boğaziçi Elektrik Kurumuna geçtim. Yani bu oluşumların hepsinin içinde yer aldım. Hatta Samsun’a giden arkadaşlara, o zaman British Tabacco almıştı Tekel fabrikasını, sendikacı olan bazı arkadaşlarım bana geldiklerinde dedim ki, iyi düşünün şu anda iyi şartlar size sunuluyor ama yarın öbür gün ne olur. Ben de buralardan geliyorum. Konuşmalarda “kölelik bitti mi?” gibi bir cümle geçmişti. Tabii ki kölelik bitmedi. Köleliğin kalktığı dönemler herkesçe bilinir, Abraham Lincoln’ün yaşadığı kuzey-güney savaşı, daha sonra Abraham Lincoln’ün ölmesi ve köleliğin kaldırılması. Tabi eskiden fakir Afrika’dan insanlar zorla botlarla Avrupa’ya taşınıyordu. Artık böyle bir şeye gerek kalmadı. Dolayısıyla artık uluslararası olmaktan çıktı, ulusal sınırlar içerisinde kölelik sürüyor. İnsanlar asgari ücretle dahi çalışmaya şükreder hale geldiler. Bu konuda bir yorum yapmak istedim.

Ben takip ediyorum, başörtüsü yoksa oy da yok konusunu, bir gazetede Ali Bulaç’ın yazısını okuyordum, başörtülü kadınlara “tuzağa düşmeyin, AK Partiden şimdi aday olmayın, anayasanın yapısı değiştikten sonra aday olursunuz” diye telkinde bulunuyordu. “Geçmişte Kemalistlerle uğraşıyorduk şimdi bunlar çıktı” diyordu bu konuda düşüncelerinizi merak ediyorum?

Son olarak da Behice Boran hakkında da Zeki Hocam bahsetti; Behice Boran zaten ne Demokrat Parti ne Cumhuriyet Halk Partisi ne de başka bir partiyle alakası olduğunu hiç söylemedi. Bir gazeteci kendisine soruyor “Demokrat Parti ve Cumhuriyet Halk partisi hakkında ne düşünüyorsunuz?” O da “Cumhuriyet Halk Partisi demokrasinin olduğu bir parti değildir. CHP bu ülkede bir burjuva yaratmıştır ve o burjuvayla hareket etmiştir. Demokrat Parti de Türkiye’de burjuvayı çatallaştırmıştır.” diyor. Teşekkür ederim.

Hidayet Şefkatli Tuksal: Beyefendinin yorumlarına sizin söyleyeceğiniz bir şey var mı? Peki, o zaman bana sorduğunuz soruya cevap vereyim. Bizim bu “başörtülü aday yoksa oy da yok” kampanyamız aslında bizim bir mail grubumuz var, orada böyle tesadüfen çıktı denilebilir. Çünkü gerçekten insanlar AK Partinin aday göstereceklerini düşünüyorlardı. Bir sürü AK Parti teşkilatlarında çalışan kadınlar çünkü aday adayı oldular, onlar da ümitliydi. Hatta son dakikaya kadar, biz bile ümitliydik yani. Fakat biz AK Parti iki dönem iktidar oldu. Biz de bu başörtüsü meselesini kovalayan bir kadın grubuyuz. Ve aslında şunu gördük. Mesela, en başında AK Parti ilk iktidara geldiğinde kadın milletvekilleriyle bir toplantı yapmıştık, çoğu arkadaşımız zaten, yani çok uzağımızda değil AK Parti. Ama şunu gördük. Şöyle bir tepki gelmişti o zaman, dedim ki ben “başörtüsü konusunda ne yapmayı düşünüyorsunuz?” “Valla hiçbir şey yapmayı düşünmüyoruz” dediler. “Niye?” dedim. “Çünkü biz öyle bir vaatte bulunmadık” dediler. “Allah Allah dedim yani, vaatte bulunmanız mı gerekiyordu bu iş için?” Önce kızdılar, filan bir şeyler oldu. Sonra dedi ki arkadaşın biri. “Ya siz ne öneriyorsunuz?” Ben dedim ki “bakın artık bu iş AK Partinin kendini güçlü hissedip başbakanın lütuf ederek yapacağı bir şey değil. Bu iş başka hak ihlalleri gibi bir hak ihlali. Onun üzerinden giderek üretilebilecek bir çözüm ancak söz konusu olabilir. Ki bizim gibi kadın örgütleri zaten başka kadın örgütleri ile bir işbirliği halinde. Yani sadece başörtüsü sorunu yok ki Türkiye’de; kadınların şiddete uğraması var, siyasal katılım mekanizmaları, bir sürü bir sürü sorun var. Yani AK Parti, o dönem bizim için gerçekten daha ümit bağladığımız bir şeydi belki. Şunu söylemiştik; sivil toplumla gerçek ve samimi bir ilişki kurulması lazım, sivil toplumdan öğreneceği şeyler var, yani birlikte hareket etmesi lazım. Ona da şöyle bir cevap verdiler: “Başbakan o kadınları sevmez.”

Neyse yani baştan itibaren gösterilen tepki, hiçbir şekilde buna bir çözüm aranmayacak, yani bir gün Başbakan Erdoğan kendini yeterince güçlü hissederse lütfederek “bakın ben bu sorunu çözüyorum” diyecek. Biz bunu anladık. Bunun üzerine çalışmalarımıza devam ettik. Birleşmiş Milletler kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi komitesinden iki kere karar çıkarttık, 2005’te ve 2010’da. Bu karar şöyle. Hatta bu karar için biz uğraşırken o komiteye üç dört yıl başkanlık etmiş Feride Acar bize hep şunu söyledi: “Hanımlar boşa uğraşıyorsunuz, bu komite başörtüsü yasağını asla bir insan hakları ihlali olarak görmez, ben burada beş sene çalıştım” dedi, “boşuna yoruluyorsunuz.” Dedik boşuna ya da değil biz gideceğiz bu komiteye derdimizi anlatacağız. Gerçekten gittik. 2005’te oraya giden arkadaşlar anlattılar ve Feride Acar’ın o sözlerine rağmen komitede şu karar çıktı: “Birleşmiş Milletler CEDAW komitesi Türkiye’de uygulanan başörtüsü yasaklarından endişe etmektedir ve hükümetten kaç kadının bu yasaktan dolayı eğitim hayatından ve çalışma hayatından dışlandığını tespit etmesini istemektedir.”

Şimdi bu bizim için serap gibi bir şeydi. Leyla Şahin kararı çıkmış, Türkiye’de başörtüsü yasakları konuşulamıyor. Serap gibi bir şey. Geldik, Güldal Akşit de oradaydı. Çok komik şeyler yaşandı orada bu konular konuşulurken. Soru soruluyor bizim hükümet üyeleri cevap veriyor, mesela kadın statüleri ve sorunları genel müdürlüğüne vekâlet eden arkadaş ki bugün o artık genel müdür, orada “Türkiye’de böyle bir sorunun yaşanmadığını” söyledi buna cevaben. “Türkiye’de böyle bir şey yok öğrenciler bazı sorunlar yaşıyorlar, tabi ki devletin bazı kuralları var bunlara uymaları lazım”. Ben dedim ki CHP’li biri gitseydi ne diyecekti aynı şeyi söyleyecekti. Dolayısıyla AK Parti zaten dikkat ederseniz başörtüsü konusunda hiç konuşmadı bile. İnsanlar şunu hep böyle anladı; zaten aynı kesimin insanlarıyız, konuşmasa da biz aslından onun içinden geçenlerin ne olduğunu biliyoruz. İşte başbakanın da kızları mağdur, şu bu. Böyle düşündüğü için AK Partiye güvendiler. Dolayısıyla bu işin biraz daha içerisindeyseniz, bir şeyleri görüyorsunuz. Ama başbakanın şu son yaptığı açıklama, bu kampanyanın çok yakışıksız bir kampanya olduğunu söylemesi, efendim pazarlık olur muymuş, yani biz Allah için örtüyormuşuz o zaman nasıl bunu masaya koyabilirmişiz pazarlık için. Daha önce de şöyle bir şey olmuştu, ben yine çok kızmıştım buna benzer bir toplantıda, ya düşünün mesela başörtülü bir kadın olarak fakültede bir arkadaşınızı ziyarete gidiyorsunuz ve içeri giremiyorsunuz ya. Bunlar AK Parti döneminde yaşandı. Kapıdaki görevli içeri almadığında ve öğretim üyesi olan arkadaşım beni içeri şu sözlerle teslim aldı: “Bütün sorumluluğu üzerime alıyorum.” Ben o kapıdan içeri öyle girebildim. Yani düşünün başörtüsü bu sonuçta, bomba mı ne bu yani? Dolayısıyla bunları yaşayanlardan insanlar olarak bu işin birçok yüzünü gördük.

Medyadaki ilginç bir şeyi size. Bir kere muhafazakâr medya tam bir karartma uyguladı. Köşe yazarları olmasa bizim böyle bir kampanya yaptığımızı hiç yazmayacaklardı. Zaten yazmadılar. Köşe yazarları sayesinde o gazetelerde bizim haberimiz çıktı. Düşün yani bunlar yıllarca başörtüsü mücadelesinin bayraktarlığını yapmış medya. Ama yazmadılar ve Ali Bulaç gibi bazı kalemler de bizi ajan-provokatör ilan etti. Bir zamanlar rahmetli Ecevit’in ve Demirel’in yaptığı gibi, düşünebiliyor musunuz? Ve efendim rant peşindeymişiz. Hiçbirimiz aday değiliz, biz rant peşinde oluyoruz, kendisinin oğlu aday ama o rant peşinde değil. Velhasıl-ı kelam, dünyada işlerin nasıl döndüğünü anlamak istiyorsanız mutlaka aslında ezilen kesim olacaksınız. Yani bir şekilde ezileceksiniz. Çünkü ezilmiyorsanız, egemen kesimdeyseniz kör oluyorsunuz arkadaşlar, kör! Onun için ben çoktandır iyi ki başörtüsü yasakları var diyen bir insan haline geldim yani. Böylece bitirmiş olayım.

Dinleyici 3: Merhaba, Nebiye Arı, radyo programcısıyım, yalnız korsan bir üniversiteden çünkü başörtüsü sorunundan dolayı normal bir üniversiteye gidemedim. Ben HAS Parti’nin kurucularından olduğunuz için size bir soru sormak istiyorum. HAS Parti kurulduğunda Numan Kurtulmuş’un kurucusu olduğunu öğrendiğimde gerçekten heyecanlanmıştım. Bugüne kadar hiçbir partiye yakınlık duymadım asla, oy da vermedim. Çünkü hiçbirinin sorunları çözebileceğini düşünmüyordum. Fakat HAS Parti de beni hayal kırıklığına uğrattı; o da Anıtkabir ziyaretindeydi. Partilerin sisteme dâhil oldukları veya meclise girdikleri zaman nasıl o meclise entegre olmadan yani onların içinde onların zihniyetini paylaşmadan nasıl kendi kimlikleriyle bulunabileceklerini ben anlayamıyorum açıkçası. Bunun da böyle olabileceğini düşünemiyorum. Bu yüzden HAS Parti’ye olan heyecanım da sönmüş durumda. Bunların üzerine ne söylemek istersiniz, yani meclise girdiğinizde AK Parti ile ilgili bir şeyler istediğiniz zaman arkadaşlar şu şekilde tavır alıyorlar; “AK Parti zaten yeni yeni güçlenmeye başladı, bir problem çıkarmayın. O zaten zamanla çözecektir. Hani AK Parti’yi kapattırmayalım o süreçte.” şeklinde saçma cevaplar geliyor. Meclise girdikleri zaman o kimlikleri koruyabilecekler mi, yoksa Kemalist sisteme entegre mi olacaklar? Ben bunu merak ediyorum.

Hidayet Tuksal: Çok esaslı bir soru oldu.

Dinleyici 4: Ben Başakşehir kadın kolları has parti başkanıyım, cevap verebilir miyim arkadaşa.

Zeki Kılıçaslan: O, siz cevap vereceksiniz? Bizde demokrasi var, ben arkadaşa veriyorum cevap hakkını. Buyrun. Tabii ben de dilim döndüğüm kadar anlatırım. Ama cevap vermek istiyorsa, buyursun tabii.

Dinleyici 4: Aslında biz AK Parti’ye 8 sene önce başörtüsü problemini çözecek diye oy vermiştik ancak aradan 8 sene geçti ve bu konuyu zaten kullanmasınlar diye çözüldü yani AK Parti çözmedi. Gündemi ve medyayı takip edenler diyorlar ki AK Parti bu sorunu çözmedi, sadece onun elinden bir koz alındı. Başakşehir Kadın Kolları başkanı olarak söylüyorum ki ben de siyasetten hiç umutlu değildim ve kendimi de siyasete yakın olduğumu da hissetmedim. Ama şunu da gördüm; hayatımda ilk defa Kuran’ı mealden okudum. Ve Allah’ın bana öngördüğü bir şey var; hak, adalet, eşitlik ve özgürlük. Ve bu doğrultuda baktığım zaman ben eğer oturduğum yerden sadece şikâyet ederek durursam bu sisteme hiçbir şekilde katılamayacağım. Ve 10 sene de geçse hala burada oturuyor olacağım. Şunu söylüyorum ben dini bilerek bir yerden başlamam lazım. Tabi şu an da partilere bakıldığı zaman durum çok vahim, siyaset çok kötü, çok kirlenmiş, her şey çok kirlenmiş. Ama biz genciz. Eğer Allah ömür verirse ben 50, 60 yıl daha yaşayacağım ve belki bir gün dünyaya bir çocuk getireceğim. Ve belki maalesef onu da sisteme kurban edeceğim. Eğer ben sisteme karşı ses çıkarırsam, buna inanırsam ve bu doğrultuda yaşarsam bu sistem değişebilir. Bu düzende de kendime en yakın olarak HAS Parti’yi gördüm. Muhakkak sistemin içinde kötü insanlar vardır, bu her kuruluşta olan bir durumdur. Ama biz doğru olursak, dürüst olursak, Allah’ın bize öngördüğü bu sistemde Onun öngördüğü şekilde yaşarsak biz bu sistemi de kırabiliriz. Ama 3, 5 kişinin yaptığı işlere bakarak değil sadece kendimize inanarak. Ben kendime inanıyorum ve Allah rızası için bir şeyler yapmak istiyorum. Değiştirmek istiyorum bir şeyleri. O yüzden ben buradayım veya başka bir yerdeyim. İnsanlarla konuşuyorum ve bir şeyler anlatmak istiyorum. Bu parti çok kötü de olabilir, bence önemli değil. Önemli olan şey benim ne istediğim, ne düşündüğüm. Bayan olarak, insan olarak ne istiyorum bu daha önemli. Dediğiniz gibi partiler gelip geçicidir sonuçta. Teşekkür ederim.

Kılıçaslan: Bir cümle var söylenecek, söylenecek şey şu: Hiçbir garanti yok, evet. Bu sizsiniz, biziz, hepimiziz. Yani böyle bir garanti yok. Aslında ben şöyle düşünüyorum, bu olaya sadece bir HAS Parti meselesi falan değil, aslında şu toplantıyı düşünün, tartışmaları, Türkiye’deki son aylardaki, yıllardaki tartışmaları düşünün, benim güvendiğim asıl o. Türkiye’de bir arayış var, bir değişim var, toplumsal olarak da aslında… Bunun ideolojik, kültürel yönleri var, demokratik yönleri var ve siyasi yönleri var. Bu parti biraz gider, tökezleyebilir, başkası olabilir. Önemli olan bu arayış ve mücadelenin direnişi. Bu konjonktürde eğer faydalı olabildiysek, düşündürebildiysek gidebiliriz, yarın başka bir şey olabilir. Yani onun için mutlak bir şey gelmiyor. Bir adam buldum, bir de parti kurdum, bizi kurtaracak… Öyle bir şey yok.

Tuksal: Evet, şimdi kardeşimize verebilir miyiz?

Dinleyici 5: Merhabalar ben Ankara’dan geliyorum. Katılımcılara tekrardan teşekkür ediyorum. Gerçekten faydalı bir ders oldu. Ben genel bir bakışımı söyleyeceğim bu toplantıya. Aslında bu toplantı da bir bakıma şunu demek gibi: Evet, bu ülkede ülkenin büyük bir çoğunluğunu oluşturan Müslümanlar yönetici kadrolarında, üst sıralarında, bugün ezenler diyebileceğimiz rant toplayan noktalarda bulunuyorlardı ve buna itiraz ediyorlardı. Lüksü, israfı büyük bir hınçla eleştiriyorlardı. Ancak görüldü ki onlar da aynı yöntemlerle, aynı yolları, aynı kulvarları izleyerek bu noktaya geldiler. Bu durumda, bu çelişkide, bir kısım Müslümanlar bu tarz bir ortamın içine girmişken diğerleriyle arasındaki fark nedir? Ya da bu imkanlardan yararlanamayan, asgari ücret dahi alamayan, gizli atölyelerde çalışmak zorunda kalan Müslümanlarla çok lüks içinde yaşan Müslümanlar arasındaki fark, yani onları bağlayan şey, ya da arasındaki çelişki nedir? Esasında bize bu soruyu sorduruyor bu toplantı. Biz bu uçurumu ve dünyamızın son yüzyıllarda daha da giderek belirginleşen insanlar arasındaki gelir uçurumunun isimleri ne olursa olsun, iktidarların adı, etiketleri ne olursa olsun; sermayenin özellikle, paranın, sermaye sahiplerinin, iktidar sahiplerinin, bürokrasinin, iktidarda kimin olduğunun aslında düzen açısından, dönen dolap açısından çok önemli olmadığını; önemli olanın adaletli, adil bir sistem olduğunu söylüyor bize. Ben de genç bir insanım, belki bir on sene önce biz de böyle düşünüyorduk: “Müslümanlar gelirse, Kemalist rejimle ilgili bazı sıkıntılar atlatılabilirse evet iyi bir şeyler olabilir, evet insanlar adaletli bir ortama kavuşabilir.” Hayır, öyle olmadı. Ben genel olarak tekrardan teşekkür ediyorum. Bu düşüncelerin, bu bakış açısının bazı ezberleri kırmak adına çok önemli olduğunu düşünüyorum. İhsan hocama bir soru sormak istiyorum, Zeki hocadan aldığım yetkiye dayanarak: Benim temelde söylemek istediğim, sizin söylediğinizde de geçti, geleneksel dini algı üzerinden konuşuyoruz sürekli, ciddi sıkıntılar var, sizin de çok eleştirdiğiniz bir nokta. Ama mesela ben sabrı, sabırdan bahsettiniz, daha doğrusu zenginle fakirin, genelde de konuşuldu, Allah’ın takdiri, hani Emevilerden miras anlayış dediniz. Ben sadece dinamik bir olgu gördüğüm için yoksulun sabrını da bir mücadele azmi olarak, ya da kurtuluş için ümit olarak görmek eğilimindeyim. Dolayısıyla sizin söylemlerinizi okuyan genç insanlarda da şöyle bir ikilem oluşuyor: İhsan hocamız güzel söylüyor, ikna edici şeyler söylüyor; ama bunu neden çağdaş paradigmayla ifade ediyor? Esasında temel sıkıntı belki de, benim sıkıntım değil ama genelde İslami hassasiyete sahip insanlar sık sık soruyor: Neden çağdaş paradigmalar kullanılıyor? Bu paradigmalar kullanılmadan da çok rahatlıkla denkleştirmeden, bütünleştirmeden, hani bizde her zaman söylenir; bunlar sosyalizm değil ki, bu İslam’da zaten var şeklinde bir eleştiri var, bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Dinleyici 6: (söze girer): … Bir zamanların mağdurlarının, bugünün zalimleri olduklarına inananlardanım, çünkü o zalimlerin de mağdurları olanlardanım ben de. Onun için bana çok inandırıcı gelmiyor.

Tuksal: Hangi sözler?

Dinleyici 6: Hani bahsettiniz ya başörtü mağdurları. Başörtü mağdurlarının hayatlarının birçoğunun şimdi zalimliklerini görüyorum ve yaşıyorum. Çevremizdeki insanlar… Yani onun için başörtüsü mağdurlarının, o mağdur söylemleri beni hiç çekmiyor, beni etkilemiyor. Benim için hiç anlamı yok. Yani onun için hep böyle başörtüsü mağdurluğu üzerine konuşmanın, yanında birilerinin olmamasından bahsetmelerinin hiçbir anlamı yok benim için, çünkü o mağdur olanların zalimliklerini sizler de görüyorsunuz, sizler de şikayet ediyorsunuz. Yani bugün aynı şeyleri sizlerin de

Tuksal: “Yapmayacağı ne malumunuz?” diyorsunuz.

Dinleyici 6: Evet. …

[bir başka dinleyici söze girmeye çalışır]

Tuksal: Ama bir dakika arkadaşlar. Adaletten bahsediyoruz, zamanı da adaletli dağıtalım. Konuşanlara teşekkür ediyoruz. Şimdi bir şey sormak istiyorum: Kaç kişi konuşmak istiyor? Çünkü vaktimiz azaldı… Arkadan bir beyefendi görüyorum. Oradan genç arkadaşımız var… 7 arkadaşımız konuşacak ve yarım saatimiz var. Şimdi nasıl yapalım? İhsan Bey’e söz vereyim, ya da soruları alalım, topluca mı cevaplayalım? … Tamam, teşekkür ediyorum, soruları alalım. Siz soruları unutmuyorsunuz tabii, size sorulmuş bir soru var şu anda. Bir isminizi de söyleyin arkadaşlar, biz de sizin isminizi duyalım.

Dinleyici 7: İsmim Rasim. 12 yaşında Onur Kaymaz’a terörist diyen ve kadın da olsa, çocuk da olsa güvenlik güçlerimiz gereğini yapacaktır diyen bir Müslüman başbakandan bahsediyoruz. Bu türbanla ilgili, Müslümanlarla ilgili her şeyi yapması gayet normal bir şey, böyle bir başbakanımız var maalesef. Benim sormak istediğim şey sivil itaatsizlikle ilgili. Kürdistan’da başlayan sivil itaatsizlik kapsamında cuma namazları da kılınıyor. Ben ilk hafta Sultanahmet’teki sivil Cuma namazına gittim. Orada çok az sayıda kaldık. Hani biz şunu dile getirmeye çalışıyoruz: İslam’ın AKP zümresine bırakılmış bir din olmaması gerektiğini düşünüyorum. Neticede camilerde yapılan dini vaazlar her şeyi ortaya koyuyor. İslam özünü kaybetti yani. İslam açısından söylüyorum. İslam gibi güzel bir dinimiz, özünü kaybediyor. Ve ben bütün Müslüman aleminin, Türkiye’deki bütün Müslümanların sivil Cuma namazı gibi bir şeyle, daha doğrusu devletin resmi dini, Cuma’daki, camilerdeki dinini, sizin nasıl ele aldığınızı söylemenizi istiyorum. Bu noktada Müslümanların yapabileceği bir şey yok mu? Dinimizi, İslami özümüzü bulabileceğimiz bir şey yapamaz mıyız? Bu noktada yardımcı olursanız, teşekkürler.

Hidayet Tuksal: Beyefendiyi alalım…

Dinleyici 8: Merhabalar ben Sadık. Arkadaş zaten söyledi, bence esas sorunun kaynağını kapitalist sistemde aramak lazım. Nedenine gelirsek, bu sistem kar etmek ve para kazanmak üzerine kuruludur. Bunlara ulaşmak için her türlü şiddet, kan ve göz yaşı dünyanın her tarafında hakim bir şekilde yaşamıştır. 1970’lerde kapitalist sistemin kar marjı düşünce o arada özellikle Amerika’da, tabii Türkiye’de de Özal’la başlıyor, özellikle Amerika’da bunu gördük. İngiltere’de Margaret Thatcher’le başlayan neoliberal ekonomik sistem tüm dünyaya hakim olmak için müthiş bir şiddet uyguladı. Doğrudur, dünyanın birçok bölgesinde, özellikle Latin Amerika’da askeri diktatörlükler kuruldu. Yani o sömürgeyi derinleştirmek için liberal sistem, vahşi kapitalist sistem böyle bir bölge düzenledi. Bu şartlar altında tabii insanlar kazanılmış haklarını kaybettiler, özelleştirmelerle işini kaybettiler, taşeronlaşma başladı, esnek çalışma sistemi başlatıldı, burada yıllık sözleşmelerle, insanlar 1 yıllık sözleşmeler yapıp vereceği iş ortamını kaybettiler veya bir sürü olumsuzluklar. Bu durum insanlarda bir ahlaki yozlaşmayı beraberinde getirdi. Kirlenme oldu, ahlaki erozyon yaşanıyor. Şimdi bu şartlar altında birikmiş sorunları bu ahlaklar içinde çözemeyiz. Bence, Türkiye’nin ve Dünya’nın en büyük sorunu, büyük bir ahlak sorunu yaşanıyor. Bu ahlak sorununu aşmadıktan sonra, yeni bir insan, yeni bir toplum yaratmadıktan sonra bu dünyanın sorunları çözülmeyecek. Bunun için özellikle temel ahlaki değerler, belki birkaçı şu, sevgi, dostluk, adalet, barış, kardeşlik, özgürlük gibi, yardımlaşma, dayanışma gibi, kardeşlik gibi adil sistemi öne alan, vicdan düsturunu öne çıkartan bir anlayış bulunmadığı sürece bu dünyanın sorunları devam edecek. Ben temel sonunun ahlaki düzendeyken olacağını düşünüyorum. Teşekkür ederim.

Tuksal: Teşekkür ederiz. Vakit kaybetmeyelim. İsminizi alalım?

Dinleyici 9: Benim ismim Kadir Bal. Öncelikle emek ve adalet platformunun bugünkü ortaya koymuş olduğu performanstan ötürü teşekkür ediyorum. Ayrıca tüm gelen konuşmacılara da teşekkür ediyorum ve dinleyicilere de… Ben küçük bir giriş yaptıktan sonra hem Ahmet Bey’e, hem de Metin Kayaoğlu’na bir soru sormak istiyorum. Dediniz ki, ezilenlerin gözü açılıyor. Bence ezilenlerin gözü açılırken kapanıyor da. Şundan dolayı: Kemalist sistem kendisini faşist bir şekilde başörtülülere dayatırken, başörtülüler o sistemin içerisinde yer alma ve var olma haklarını, taleplerini dile getiriyorlardı. Ama aynı başörtülüler sistemde yerlerini alıp belirli yerlere geldiği zaman Kemalistlerden farklı bir şey yapmadıklarını biz gördük. Bunun göstergesi ekonomik olarak sınıf atlama çabaları, aslında Kemalistlerle aynı şehvete sahip olduklarını gördük ve sizin gibi başörtüsü mücadelesinde uzun süre vermiş nice insanın, ister düşünür olsun, ister mağdur olsun, sermayeyle hesaplaşmadıklarını ve sermayeyi karşılarına almadıklarını görüyoruz. O zaman bu şuna benziyor: Eczacılar son zamanlarda bağırıyorlar, dükkanları kapatacağız, artık sağlık için ilaç yazamayacağız, bizi çok zor durumda bıraktılar diye. Ama ben şunu da görüyorum organik, sağlıklı, sanayiden uzak bir ilaç anlayışını geliştirmeyen eczacılar millete antibiyotik satarken çok hoştu, dükkanları kapanınca akıllarına geliyor mağdur oldukları. Bunun gibi sıkıntılar… İşte işçi kardeşlerimiz bir problem yaşadığı zaman hani sizin de dediğiniz gibi gözleri açılıyor; ama başka taraflarda başka mağduriyetler varken gözler kapalı olabiliyor. O yüzden ezilenler de birbirlerini ezebiliyorlar. Sadece ezen ezilen çelişkisi yok, bence ezilen ezilen çelişkisi de var.

Tuksal: Teşekkür ederiz… Şimdi o tarafta kim vardı arkadaşlar, bir kadın arkadaş görmüştüm evet, lütfen. Gözüm hanımları daha iyi görüyor galiba.

Dinleyici 10: Merhaba. Benim adım Nesibe. Ben sabahki oturuma da katılmıştım. Öncelikle Metin beyin, Metin Kayaoğlu beyin düşünceleri bana çok ilginç geldi; fakat ben Kuran merkezli bir açılma ve adaletin de Kuran merkezli olduğunda ancak gerçek adaletin olabileceğine inanan bir insanım. Buradan hareketle Metin beyin Hanif Marksistler demesi bana hem ilginç hem doğrusu garip, bir şey ifade etmeyen bir kavram ama… Şimdi günümüzde bazı Müslümanlar da kendilerine Hanif Müslümanlar diyorlar. Halbuki İslam isminin önüne başka hiçbir şeyin ismi konulmamak gibi bir durumu söz konusu, Allah bizim ismimizi Müslüman koymuş yani çünkü Müslüman olarak tarif edilenler Fussilet Suresinin 33. ayetine baktığında bunu görebilirler. Ben sizin için Müslümanlığı seçtim diyor. Hanif demek bozulmayan, mutlak demektir aslında. Şimdi fakat bana yine çok anlamlı geliyor, Metin Bey’in tezi bana yine anlamlı geliyor. Ayrıca Kuran ve eşitlik meselesinde hocamızın, İhsan Hocamızın söylediği Kuran ve eşitlik aslında Rabbim bütün insanlara bütün yarattıklarına bir fıtrat, onlara bir tabiat vermiştir. Dolayısıyla bence eşitlik ancak bu noktadadır, Allah’ın kendilerine vermiş olduğu doğal olan hakkı kullanmak ve doğal olan bu hakka sahip çıkmak noktasıdır. Fakat bu anlamda bu değere galipler tarafından ya da hakimler tarafından verilmeyerek onlara zulmedilmektedir. Bu anlamda onların zulmü nasıl olmalıdır? Bu vahiy ve Kuran’da var. Ben doğrusu bu anlamda, işte Kürt, Kürt meselesi zaten bu günlerde artık son zamanlar Kürt meselesi olmaktan daha çok ırkçılığa dönüşmüş bulunmaktadır. Ben zaten Kürtçüler ve Türkçüleri, MHP ve BDP arasında hiçbir fark görmüyorum. Her biri bir taraf olmuş şeklinde bakıyorum olaya. Ayrıca İslam dini BDP’nin ırkçılığına, ırkçılığının korumasına hiçbir zaman kalmamıştır, Allah onun korumasını üzerine almıştır. Peygamberimiz Mekke’den çıkarılarak, O’na bu kadar zulmün çok büyüğünü yaparak, Onları Mekke’den kendi vatanı olan, âlemlere rahmet olan Peygamberimizi oradan çıkardılar, Peygamber dönüp Mekke’yi fethettiğinde hiç böyle bir karşı bir zulme karşı bir atağa geçmemiştir, tam tersine merhametle onları mağlup etmiştir. Bu anlamda ben Kürt ırkçılığı yapanlara ben Peygamberin misyonunu yeniden gözden geçirmeleri noktasında bir çaba içerisine girmelerini tavsiye ederim. Ayrıca ben HAS Parti ile ilgili şunu sormak istiyorum: Hakikaten, biraz önce arkadaşın sorduğu, Anıtkabiri niye ziyaret ettiniz konusundaki cevabınızı çok merak ediyorum. Cevabınızı söylerseniz, size bir şey söylemek istiyorum.

Tuksal: Yalnız o zaman sistemimizi değiştirmiş oluyoruz. Şimdi soruları alıyoruz… … Peki, Zeki Bey, kırmayalım arkadaşımızı.

Kılıçarslan: Özel bir nedeni yok yani. Genel başkanımız öyle bir karar almıştı, ben aslında demiştim o toplantıda. Ama…

Dinleyici 10: Ben söyleyeyim size.

Kılıçaslan: Buyurun, siz söyleyin o zaman.

Dinleyici 10: Siz de bu sistemin bir parçasısınız, tıpkı AK Parti gibi. Dolayısıyla bence burada birilerini yererken, benim annem İlker Başbuğ’u televizyonda gördüğünde, İlker Başbuğ’un kim olduğunu bile bilmiyor, bir feveran etti, “Ben kurban olayım buna” dedi, “Bu var ya, bu var ya, hiçbir zaman susturulamaz. İşte nasıl camiye bomba atılır, ben bu adama kurban olayım, feci bir adam, çok iyi bir adam” dedi. Bir şekilde öyle görmüş anlamış. Ben AK Partili filan değilim, ama şunu hepimizin görmesini istiyorum, AK Parti başörtüsü konusunda bir söz vermedi, ama bunu çözmek zorunda doğru. Ben İstanbul Üniversitesi’nin önündeydim, içeri giremedim, virüslü hastalıklı bir insan gibi hissettim kendimi, şimdi böyle bir sorun yok. AK Parti söz vermemesine rağmen üzerine defalarca balyoz yemiştir bunu hepiniz biliyorsunuz. Ama bence buna rağmen bu eleştirilerin AK Parti’yi bu sorunları çözmek adına tetiklediğini düşünüyorum ve destekliyorum. Bu anlamda bence bütün sorunları çözümü ancak İslam ile mümkündür, ama kuran ve sünnet İslam’ı ile mümkündür. Rabbim herkese kolaylıklar nasip etsin.

Tuksal: Amin. Arkadaşlar yalnız vaktimiz daralıyor, lütfen veciz bir biçimde soralım sorularımızı, buyurun.

Dinleyici 11: İsmim Çetin Yıldırım, Tokad’danım ben de. Numan Kurtulmuş’un Anıtkabir’e gitmesi çok önemsendiğini düşünüyorum, ondan daha önemli ve tehlikeli olan kendisine Eskişehir’deki bir fabrikayı ziyaretinde böyle markaları büyütmemiz gerektiği şeklindeki açıklaması bence daha da önemli. Bunu sorgulamak lazım. AK Parti başörtülü aday çıkarmadı evet. Başörtüsü aslında bizim için ezilmişliğin, alt tabakadaki insanların sembolü olması gerektiğini düşündüğümden dolayı bir anlamda da sevindim aslında aday göstermediklerinden dolayı. Çünkü eğer gösterselerdi, o itilmiş kesim daha da çok kanalize olacaktı bu sisteme, kapitalizme. Hani aday olsaydı da bütün herkes oy verseydi şeklinde görüşe de katılmıyorum, çünkü başörtüsünden daha da önemli şeyler var. Hanımefendiye söylemek istediğim şey şu, füze kalkanına imza atarak emperyalistlerle aynı safta duran başbakanı acaba böyle sorguladı mı hiç, onu merak ettim.

Tuksal: Buraya alalım. Bu arada bir ilahiyatçı olarak benim alanıma da giren epeyce bir soru ve yorum oldu ama neyse artık, hakkımı İhsan beye vereceğim.

Dinleyici 12: Az önce konuşan hanımefendi, Türk ırkçılığı ve Kürt ırkçılığı diye eşitledi, MHP’yle BDP’yi eşitledi, bunlar çok yaygın söylemler. Bunları çok fazla kişi söylüyor. Kürtlerim milliyetçilikleri, aşırılıkları çok konuşuluyor. Bunlar çok yaygın, sosyalistler arasında da var. İslamcılar arasında da var. Tok açın halinden anlamaz. Ne diyoruz sosyalistler diyor ki “bırakın milliyetçiliği, enternasyonalist olalım, emperyalistlerle işbirliği yapıyorsunuz” diyorlar. Müslümanlar da diyorlar ki “ya kardeşim biz ümmetiz, bırakın bu millet hikayelerini” filan. Fakat şöyle bir ulus gerçekliği var, bir dil gerçekliği var, mesela hanımefendi dille konuşuyor.

Dinleyici 10: Ama ben Kürdüm ama Kürtçü değilim.

Dinleyici 12: Kürtçü değilsiniz, ama zaten Türkçe konuşuyorsunuz. Bu aslında objektif olarak Türkçülük. Bu objektif olarak Kürtlere yapılan, sizin halis niyetinizden en ufak bir şüphem yok. Bu gerçekten objektif olarak Kürt düşmanlığı oluyor. Kürtlerin üzerinde özellikle bu sömürü, zulmü sürdüren en azından bir yüzyıllık düzen var. Ve ne yazık ki bölgedeki uluslar Türk, Arap, Fars vs. burada doğrudan yaşayanlar egemenlerin diliyle konuşuyor. Bir İranlı Farsla bir konuşmamızda demişti ki “bizim Kürdümüz en mutlu Kürt.” Suriye’de bir solcuyla bir sohbetim olmuştu “kardeşim biz emperyalizme karşı netiz” filan gibi laflar. Herkes Kürt meselesi olunca böyle deyiveriyor ama. Bir sosyalist arkadaş dedi ki geçen “biz gittik” dedi “arkadaşlar Lazca konuşuyor, sürekli Lazca filan dinliyorlardı, dedik ki ya bu kadar da milliyetçi olunmaz, yani sürekli Lazca dinliyor konuşuyor.” Bu mealde bir şeyler. Şimdi biz 24 saat Türkçe konuşuyoruz, Türkçe dinliyoruz, Türkçe yaşıyoruz, bizimkisi milliyetçilik olmuyor, bu nötr bişey. Ulusüstü bir şey, evrensel bir şey. Ama Kürdün farklı oluyor.

Tuksal: Tamam toparlayalım. Şu an 15 dakika kaldı vaktimiz, toparlayalım. Yani arkadaşlar bakın o kadar çok farklı farklı yerlerde duruyoruz ki yani böyle bir ortak platformda olsak bile. Bence burada savunma üretmek yerine, bana da arkadaşımız bir suçlama yöneltti, ben kendimi savunmayacağım, ben onun suçlaması üzerine düşüneceğim. Çünkü insanın bir sürü kör noktamız var kendimize karşı, bence bu suçlamaları ve eleştirileri bir fırsat olarak görüp düşünelim. Buyurun.

Dinleyici 13: İsmim Beytullah, Sakarya’dan geliyorum. Kısa bir şey söyleyeceğim. Birincisi başörtüsü meselesi üzerine olacak, AK Parti’nin başörtüsü meselesini zamanla çözeceği söyleniyor, bu bir yalan. İkincisi AK Partinin bu konuda hiçbir şey söylemediği söyleniyor, bu da yalan. Başbakanın gerek politikacıların, milletvekilinin bu meseleyi nasıl dillerine doladıklarını biliyoruz. İki seçim önce Bülent Arınç’ın bunu namus meselesi olarak baktığını da biliyoruz. Sizin bunu en yetkili ağızlardan söylemiş olmanız kamuoyu için bir mesajdır. Bugüne kadar başörtüsü meselesini tepe tepe kullandılar ve bu mazlumiyetin simgesi olan bir şeyi maalesef galiplerin, mütegaliplerin simgesi haline dönüştürdüler. Biz yedi yıldır başörtüsü eylemleri düzenliyoruz yedi yıldır, on ilde her hafta. Bir kere bu sorunun muhatabı olarak son yıllarda yasakçıları maalesef görmedik, kendi içimizdeki kişilerle mücadeleye başladık, bu başörtüsü yoksa oy da yok kampanyası bunu gösterdi. Bu noktada başörtüsü meselesinin gerçekten üzerine düşünülmesi gerektiği kanaatindeyim. Ve bunun ak partinin tekelindeymiş gibi algılanması da kesinlikle yanlış. İkinci olarak Kürt meselesiyle ilgili olarak söyleyeyim. Ben Kürt değilim, Türk olduğumu da Kürtlerle karşılaştıktan sonra anladım, daha önce kafamda böyle bir şey yoktu. Bu neden böyle, ben Türkçe konuştum, Türkçe öğrendim, okullar Türkçe öğretiyor. Ama benimle aynı üniversiteye gelmiş arkadaşlar yabancı dil olarak Türkçe’yi öğrenmişler, dezavantajlı pozisyonlarıyla benimle aynı gelip benimle eşitlenmişler. O eşitlik mi, bana kalırsa değil, çünkü o geri gelen bir yerden buraya yetişmiş. Şimdi böyle bir ortamda, Kürtlerin en temel haklarını istemesinin milliyetçilik olduğu kanaatinde değilim. Devlet kurma hakkından, ana dilde eğitim hakkına, yani bir çok hakka kadar her şeyi aldıktan sonra, yani temel haklarını aldıktan sonra oturup da “hayır bütün dünya Kürt’tür” derse, o zaman Kürt milliyetçiliğini tartışalım. Ama herhalde bunun için şu an böyle bir zemin de yok.

Tuksal: Teşekkür ediyoruz. Şimdi ben artık konuşmacılarımıza söz vermek istiyorum. Metin beyden başlayalım.

Metin Kayaoğlu: Zaman diktatörlüğü bana işliyor.

Tuksal: Bu kadar alıngan olmayın lütfen, on dakikamız var.

Kayaoğlu: Mağduriyet havası yaratmak istemiyorum şaka yaptım sadece. Öncelikle arkadaşlar emek ve adalet mücadelesi başlığı altında bir salondayız biz ve çok basit, çok temel, çok naif bir sorunu tartışmak durumunda kalmak insanı yoruyor. Türkler ve Kürtler, MHP’yle BDP eşittir demek, arkadaşım gerçekten adalet duygunuzdan şüphe ettiriyor beni. Çünkü çok basit, eşit olmayanlara eşit davranmak en büyük adaletsizliktir. … Kemalist diktatörlüğe, kemalizme düşmansınız genel olarak. İşte kemalizme düşmanlığı, kemalizmle mücadele etmeyi ve geriletmeyi fiilen gerçekleştiren bir özne var karşınızda. Hadi bakalım, kendi derdiniz dışında bir dert, başörtünüz var, başka öncelikleriniz olabilir, başka bir ezilen, bir derdiyle ilgili olarak ortak düşmana karşı mücadele etmiş. Ezilen ezilenin kurdudur. Hani Hobbes insan insanın kurdudur demiş ama, hayır. Her ezilen ezilenin kurdudur. Her ezilen, diğer ezilen bölüğünü ezenden malzeme alarak eleştirmeye kalkar. Bundan uzak durmamız lazım. Diğer husus Zeki hocanın şakayla söyledi, ben de hoş görünüze sığınarak aynı samimiyetle söylüyorum, Zeki Hoca reformizmiyle benim devrimciliğimi eleştirdi.

Kılıçaslan: Seni değil, genel olarak Türkiye tarihindeki bir genel durum kastederek konuştum.

Tuksal: Yapamaz mı?

Kayaoğlu: Elbette yapabilir ama ben de karşı çıkarım. Birtakım maddi verilerle karşı çıkarım ve güçlüyüm diye düşünüyorum. Hep şunu yaşarım genellikle Zeki Hoca gibi sosyalist insanlarla karşılaştığımda, ya bu galiba genç gibi düşünüyor, zamanla kanı durulur ve aklı başına erer. Şimdi arkadaşlar, bir Avrupa uygarlığı var biliyorsunuz, Avrupa uygarlığına bizim o öğleden önce reddettiğimiz sosyalist kültürümüz emeğin Avrupa’sı diyerek sahip çıkar. Arkadaşlar biz reddediyoruz. Avrupalı işçinin aldığı protein miktarı yüz grama çıkıyorsa, daha önce 19. yüzyılda çok berbat koşullarda çalışırken şimdi kapitalizm koşullarında yılda iki ay tatil yapıyorsa, biz bununla ilgilenmiyoruz. Bu mu bizim derdimiz? Avrupa işte iki gün sonra sosyal refah kapitalizminden sonra Avrupalı işçiler, namerde muhtaç hale gelmeye başlıyorlar. Dolayısıyla solun, devrimci çözüm ve ezilenlerin iktidara gelmesi. Ama her şey çözülüyor mu? Hayır zinhar. Ezilenler binlerce yıldır iktidara geldiler. Salt son yüzyılın bizim sosyalist deneyimleri kastetmiyorum. Karmatiler 150 yıl, Zenc hareketi 20 yıl, Hasan Sabbah hareketi 150 yıl iktidar, yozlaşma. Aynen bizim geçen yüzyıldaki sosyalizm hareketi gibi. Yozlaştılar. Yozlaşacaklar, biz gene yeneceğiz ezenleri, gene iktidara geleceğiz, bu mücadele ilelebet komünizme kadar gidecek. Ek olarak da Zeki Kılıçaslan, eski komünistlere dair bir şey söyledi, 70lerde solun en büyük derdi CHP’den kopmaktı.

Tuksal: Bunu da söyleyeceksiniz ama cevap verecek vakit olmayacak. Herkesin söyleyemediği içinde kaldığı bir şeyler oldu. Lütfen bunu da siz içinizde tutun, dışarıda konuşalım.

Kayaoğlu: Cümlemi bitireceğim. 70’li yıllarda CHP’ye oy vermeyen devrimciler vardı.

Tuksal: Arkadaşlar gerçekten kusura bakmayın yani burada oturanların sizden bir farkı yok, ama sorular geldi ve bunlara cevap vermemiz lazım ve süre de bitti ne yapalım? Çok kısa lütfen.

Kılıçaslan: Çok özel konulara girildi. Ben aslında has partiden filan bahsetmek istemiyorum. Ama soru geldi buradan çok. Şunu söyleyeceğim, ak partiyle daha sonra has partiyi oluşturan kadro arasındaki temel kırılma noktası 28 Şubat ve onun dayatmaları ve o süreçte liberalizmin Türkiye’ye girişinden sonraki oluşmuş yol ayrımından kaynağını alan bir şeydir. Bir kesim emperyalist- kapitalist sisteme ve onun dayatmalarına teslim olmuştur ve hükümet olmasına izin verilmiştir, yol açılmıştır. Diğer kesim hala buna direniyor. Direnişinin ne kadar tutarlı ve devrimci olup, olmayacağını ise mücadele ve tarih belirleyecektir. Ama kopuş odur. Bu kopuşta o kesim tarafını belirlemiştir. Bu kesim isteseydi orada olabilirdi ama hayır demiştir. Temel kopma odur, yoksa sen daha dindarsın, ben daha dindarım tartışması değildir. Anıtkabir meselesine gelince, siyasette algılardır esas olan. Şimdi şöyle, bu partinin en çok dediği şey şu, % 58, % 42 gerilimi için söyleyeyim. Bu gerilimde taraf değiliz. Oy vermişizdir bir tarafta ama bizim kimlikler anlamında herkese seslenmemiz lazım, halbuki o bölen bir şey. Böyle bir gelenek oluşmuş, parti kurunca Anıtkabir’e gidiyorsunuz. Gitmediğiniz zaman sizin siyasal kimliğinizin algısı tamamen bunun üzerine kurulur. Bu hiçbir ileri çözümü kolaylaştırmaz. Kaldı ki sonuç olarak orada sizin yüklediğiniz anlamda değil, sonuç olarak bu ülkenin bir kurucu başkanı olarak bir saygı görmeyi hak ediyor diye düşünüyorum. Fikirleri ve yaptıklarının onaylanıp onaylanmaması ayrı bir şey. Öbür meselede devrimcilik meselesinde sadece şunu söyleyeyim, ben devrimciyim arkadaşlar. Bu sistemin değişmesini istiyorum, sadece şunu söylüyorum, iknaya dayanan bir sistem ancak halkın ilgisi, örgütlemesi ve bilinçlendiği oranda yıkılabilir. Bu anlamıyla bir manevra savaşı değil, bir siper savaşı gerekiyor. Yoksa hedefler konusunda devrimci olduğumdan kuşkum yok.

Tuksal: Bir de İhsan beye söz verelim ondan sonra kapatalım.

İhsan Eliaçık: Ben de kısaca, birçok soru soruldu ama şöyle toparlayarak son cümle olsun benim adıma. Şimdi emek ve adalet platformu gelecekte nice fikirleri bağrından çıkabilir bir dinamizme sahip olduğunu, böylesine bağımsız bir yerde durduğunu, bu öğleden sonraki tartışmalarda da görmüş olmalısınız. Bu bir dinamizmdir. Ben bundan çok ümitliyim. Bunu bir yere çekmeye çalışmamak gerekir. Böyle bir dinamizmin birbirine yöneltilen suçlamalar üzerinde düşünüp oradan yeni yeni fikriyatlar çıkarmanın ne derece önemli olduğunu zaman içinde anlayacağız. Ben emek ve adalet platformunun ilan ettiği çerçeve içinden bakacak olursak, şöyle bir yerde durduğunu düşünüyorum. Kişisel olarak ben Müslüman, Sünni bir kültür içinde büyüdüm. Türk kökenli, Kürtçe çok kelime bilmeyen bir kişi olarak ve erkek sıfatımla söylüyorum, Emek ve Adalet Platformu’nun diyalektiği de bunu gerektiriyor: Devlete karşı insanın, Sünni’ye karşı Alevi’nin, Türk’e karşı Kürt’ün, müslümana karşı gayrimüslimin, erkeğe karşı kadının yanında yer almalıdır. Bu söylediğim sıfatlardan ve kimliklerden dolayı değildir. Ben bunu Müslüman, Türk, Sünni, erkek sıfatımla söylüyorum. Bazen değişim geçirmek ve ilerlemek için kartal gibi kendi tırnaklarımızı kendimizi sökebilmesi gerekiyor. Kendi gagalarımızın kendisini kırabilmesi gerekiyor. Kartal bunu yaptığı zaman yenilenebilir ve yoluna devam edebilirmiş. Bizim de bu hususta biraz onu örnek almamız gerekiyor. Aynı zamanda bütün bu Türkiye’nin klasik karın ağrıları ve çelişkilerinde daima ezilenden ve mağdur olandan yana durmamız gerektiği gibi, örgütlülüğe karşı da örgütsüzün yanında yer almamız gerekiyor. Mesela Kürtler adına ortaya çıkan Kürt davasını savunduğunu söyleyip örgüt ve hiyerarşi oluşturup yeni bir Kürt egemeni oluşturan bir kesime karşı sokaktaki, köydeki yapayalnız kürdün yanında yer almamız gerekiyor. Bu dinamizm gerektirir, nerede bir örgütlenme, nerede bir oluşum, nerede bir hiyerarşi oluşursa, ezen ezilen ve emek ve adalet diyalektiği anında dinamik olarak değişir, ona göre de bizim bu değişimi sürekli takip etmemiz gerekiyor.

Tuksal: Evet arkadaşlar gördüğünüz gibi burası Emek ve Adalet Platformu ama birbirimizden farklı görüşlerimiz var, farklı duruşlarımız var, fakat yani ben kişisel olarak savunma reflekslerimizin çok güçlü olduğunu ve zaman zaman karşımızdakini anlamayı güçleştirdiğini düşünüyorum. O yüzden buradan bütün eleştiriler üzerine düşünme niyetiyle ayrılalım inşallah. Konuşa konuşa bir yerlere varacağız. Ben de iknanın çok etkili ve önemli bir yol olduğunu düşünüyorum. Bu saate kadar burada bizleri dinlediğiniz ve görüşlerinizi paylaştığınız için, birliktelik duygusu çok güzel bir duygu, bu duyguyu yaşamamıza fırsat verdiğiniz için, çok teşekkür ediyorum.

1 Response

  1. 19 Mayıs 2011

    […] IV. İkinci Oturum Soru-Cevap […]

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir