24 Haziran’a Doğru Türkiye’nin Üç Meselesi

Türkiye 24 Haziran seçimine giderken son on beş yılda ürettiği enerjiye rağmen çözemediği üç temel sorunun altında eziliyor. Belki de son on beş yılın enerjisinin kontrolsüzce tüketilmesi sorunların daha da ağır şekilde hissedilmesinin temel nedeni. 1990’lı yıllarda değiliz. Toplumda sorunları çözmeye yönelik az buçuk bir irade oluşmuşken ve buna rağmen bu irade sorunları çözecek bir aktörlüğü üretememişken bir taraftan yılgınlık diğer taraftan sorunların çözülememesinin faili görülen aktörlere/kesimlere nefret, tükenmişliği besliyor. Bu karanlıktan çıkmalıyız, ama çıkış için bir işaret fişeğini görmeden de kimsenin yol alacak enerjisi yok.

I. Kürt meselesi

Üç temel sorunun ilkine Kürt meselesini yerleştirebiliriz. Çünkü kapladığı yer ve geriye kalan her şeyi etkileyebilecek, siyasi bloklar içindeki ilişkileri şekillendirebilecek gücü nedeniyle burada bir çözüm gelişmedikçe hiçbir kamusal tartışma kendi dinamiklerine bağlı olarak işleyemiyor. Birkaç yıl öncesinin “önce barış mı demokrasi mi” diye süregiden tartışmasının çözülememesinin nedeni de Kürt meselesinin gücüyle alakalı. Buradan estirilen milliyetçilik rüzgarı muhalefetteki siyasi aktörleri de uzun süre merkezi devlet blokunun söylemine mahkum ederken, bu aktörleri de son kertede siyasetsizleştiren ve iktidarın söylemine çeken bir işlev görebildi.

2012’den sonra Kürt meselesinde Türkiye ilginç bir seyir izledi. Kısaca hatırlatmak gerekirse, Akparti ile PKK arasında şekillenen çözüm süreci gel-gitlerine rağmen toplumdan ciddi oranda destek almışken 2015 Nisan’ından itibaren süreç kesildi. Nedenini tam olarak bilemiyoruz ama muhtemel ki süreç Akparti’ye tek başına iktidarı garanti etmeyen bir yöne girdiği için daha şiddetli bir çatışmalı döneme girdik. Çatışmaların yeniden başlamasının asli failini işaret etmek için bir kanaatimiz olsa da elimizde yeterli veri yok, ama çözüm sürecinin mimarisi zaten tıkanmaya açık olarak tasarlanmıştı. Nihayetinde hendek savaşları başlamadan önce 2014-15’te bile HDP’nin karşısına koyulan baraj eşiğinin kaldırılmamış olması muhatap aktörün varlığının ne düzeyde kabul gördüğünün bariz bir göstergesiydi. Ama o eşik 7 Haziran 2015’de aşıldı ve sonrasında hendek savaşları durdurulamadı. Devlet bu savaş sonucunda 33 yıllık çatışma süreci boyunca hiç olmayan benzersiz bir askeri zafer kazandı, fakat bu askeri zaferi psikolojik olarak çok güçlü olduğu sürede siyasi bir başarıya dönüştürmeyi düşünemedi. Başaramadı demektense düşünemedi demek daha doğru, çünkü savaşı kazanmasını sağlayan yerel ve ulusal aktörler, siyasi aktörsüz kılınmış dahi olsa devletin Kürt ile müzakere etmesini engelleyecek şekilde çatışma süreci boyunca güçlenmişti. Sonuç askeri zafere rağmen siyasi yenilgiye giden bir sürecin kapısını açtı.

Şimdi tam da 24 Haziran’a doğru giderken Ankara’da devleti yönetecek blokun nasıl şekilleneceği belirlenecek. Blokun Kürtsüz olması için HDP önüne koyulan baraj eşiğinin bir daha geçilip geçilmemesi tekrardan çok önemli bir rol oynayacak. Askeri zafer kazanan ama Kürt sokağının duygusal dünyasındaki yerini kaybeden Akparti, devletin imkanlarının dağıtımı ile barajın geçilmesini engelleyebilirse bir siyasi zaferin de sahibi olarak kendini düşünecek. Fakat bu zafer, Kürtlerin Türkiye’de söz sahibi olmasını engelleyen bir işlev görecek ve uzun vadede sorunun çok daha sert bir karakterle karşımıza yeniden gelmesine neden olacak. Kürt sokağında çoğunluk bu kez de İslami bir söylemi yüklenmiş gördüğü aktör tarafından dışlanmış olduğunu düşünecek ve muhtemelen uzun vadeli dip dalga bunu hiç unutmadan şekillenecek. Ama buna karşın, hendek savaşları boyunca HDP siyasetini eleştirmiş Kürtlerin de devlet partisinden umudunu kesmesi nedeniyle, HDP’ye baraj eşiğini atlamasını sağlayan bir destek verdiğini görürsek; bu durum Devlet blokunda yeniden düşünme sürecini başlatacak, Ankara’nın bir siyaset değişimine gitmesini sağlayacak işlev görebilecektir.
 

HDP’nin buradaki rolü, geçmişteki hatalarına ve halihazırdaki söylemine rağmen, hatta ondan bağımsız olarak bir işlev görecektir. Kaldı ki 7 Haziran sonrası HDP’nin siyasi performansının eleştirisinde, Kürt orta sınıfının ve muhafazakarlarının desteğini kaybettiği noktasında baskın bir iddia ileri sürülmüşse de bunun gerçekten böyle olup olmadığını gösteren ciddi bir veri seti elimizde yok (diğer bir husus ise bu eleştirinin kürt alt-sınıflarının kaderlerine daha feci etki eden ve kendi şehirlerinde sürgün olmalarına ve bir kez daha mülksüzleşmelerine neden olan bu çatışma sürecini alt-sınıfların perspektifinden eleştirmeyi hiç düşünmemesi. Bu husus, eleştirinin eleştirisinde hiç gözden kaçırılmaması gereken bir unsur olarak elimizde dursun). Ya da bu desteği kaybetmiş gibiyken bir daha nasıl olup da yeniden toparlayabildiğini ciddi şekilde düşünmeyen (aslında devletin ortaya koyduğu kısıtlardan dolayı düşünmeyen) bu eleştiri, HDP’nin kurumsal kapasitesinin büyük oranda hapsedilmesine ve PKK’nin kırsaldaki etkisinin bitirilmesine rağmen sonucun niye beklentinin tersine şekillendiğini açıklamak durumunda kalacaktır. Acele bir fikir sürmeye gerek yok. Ama sonuç siyasi aktörler olan HDP’nin kapasite düşüklüğüne ve Devlet partisi olarak Akparti’nin gücüne rağmen şekillenebilir ve baraj aşılırsa, 1 Haziran sonrası yükselen çatışmalı dönemin ardından toplumun siyasete yön verme iradesinin hala güçlü olduğunu düşünebiliriz.

II. Eski ve yeni seçkinler arasındaki mücadele

İkinci önemli meselemiz eski seçkinler ile yeni seçkinler arasındaki mücadele olarak özetleyebileceğimiz çatışma hattında şekilleniyor. Bunu Batıcılar ya da Kemalist blok ile muhafazakar kitle arasındaki bir çatışma olarak da bugüne kadar anlamlandıran epey bir külliyat oluşmuş durumda. Fakat çoğunluk ile azınlık arasında kültürel karşıtlık temelinde tanımlanmış bu çatışma artık pek gerçekçi durmuyor. Çünkü çoğunluğun siyasi temsilcisi olan Akparti ile iktidarda uzun bir süre geçirmesinden sonra bugün itibariyle bu çoğunluğun iktidara ortak olduğunu söyleyemeyiz. Olsa olsa Akparti iktidarını, sınıfsal yükselişin veya zenginleşmenin aracı olarak gören, yeni devlet blokunun parçası olmaya niyetlenmiş olan ve bu kitle içerisinde yer alan küçük bir grubun iktidar seçkinine dönüştüğünü görüyoruz. Bu zenginleşmenin ciddi bir aracının hukukun lağvedilişi ve ganimet ekonomisi olması ise bu yeni seçkinleri geleceklerine ilişkin tedirgin kılıyor. Bunun için de iktidarın sürekliliğini sağlamak için muhafazakar kitlenin tarihsel korkularını depreştirecek ve yedeğine çekecek bir söylemle siyasetini kuruyor. Sonuçta muhafazakar kitlenin tedirginlikleri, korkuları üzerinden geniş bir toplumsal grubu iktidarının devamlılığına bir düzeyde ikna edebilen yeni seçkinler var. Artık ahlaki güvenilirliklerini kaybetmiş olmalarına rağmen toplumsal bir tabana dayanmaya devam ediyorlar. Karşı tarafta ise uzun yıllardır iktidar blokundan dışlanmış olduğunu hisseden hayli geniş bir kitle (sadece bir azınlık olmadığı, aksine bir kitlesel desteğe sahip olduğu muhafazkarlarca yeni yeni anlaşılan bir toplumsallık) kendi selametini sağlayacak bir kurumsal bir sözleşmenin yokluğunu idrak ederken muhafazakarlara benzer bir tedirginlik dozuyla umut arıyor. Ve bu toplumsallık son birkaç yıldır devletin zinde güçlerine dayanmadan bir toplumsal hareket olarak iktidara etki edebilmenin çarelerini aramaya başlamış, ahlaki haklılığa sahip olduğuna yönelik bir maneviyatı da kurmaya başlamış durumda. Bu kitle artık basitçe beyaz türkler/elitler/üst sınıf olarak görülebilecek bir kitle değil. Bir koalisyon gibi görünüyor ve içinde taşıdığı binbir çeşitliliğin ciddi bir parçası da Anadolu’nun mülksüzleri.

Bu kutuplaşmanın niçin böyle şekillendiğini anlatan bir yığın teori karşımızda duruyor. Ama kutuplaşmayı aşacak, Türkiye’nin birbiriyle komşu farklı toplumsallıkları arasında bir sözleşme kurabilecek siyasal eylemlilik henüz inşa edilebilmiş değil. Daha doğrusu böyle bir inşa sürecinin mümkün olduğu bir aşamaya gelmişken iki kısıtlılık nedeniyle bunu başaramadığımızı söyleyebiliriz. Bir tarafta muhafazakarların toplumsal aktörü Akparti’den kaynaklanan diğer tarafta ise eski seçkinlerin temsilcisi olarak CHP’den (bu gruba MHP’de alınabilir fakat MHP artık devletin yeni partisine eklemlendiği için kendi başına etkili olamayacak durumda) kaynaklanan kısıtlılıklar nedeniyle son on beş yıllık değişim sürecinde bu fırsat bir kez kaçtı. Akparti aldığı toplumsal destekle tek başına iktidar olamasa da uzun yıllar büyük ortak olarak hükümette bulunabileceğini gösterdiği dönemde rant paylaşımının esiri oldu ve rantın yönetiminde söz sahibi olmaktan vazgeçemediği için enerjisini bir toplumsal sözleşmenin inşasına yatırmaktan vazgeçti. Hatta onun ganimet ekonomisinin esiri olmasında ve hukukun lağvına yönelmesinde temel etken de bu idi. Bir noktadan sonra zenginliğin gaspedilmesi ve hukukun lağvedilmesi toplumsal sözleşmeyi inşa etmeye tercih edilir oldu. Buna karşın CHP, artık kendine ait bir mülk olarak devletin elinden gittiğine inanana kadar, zinde güçlerin bu mülkü yeniden ona iade edebileceğine yönelik bir inanç ile hareket etti. Ve bu nedenle geleneksel kısıtlılıklarını aşmaya dair bir irade gösterip toplumsal sözleşmenin şekillenmesine ve herkesin hakkını koruyacak bir hukuk dönüşümüne razı olmadı.

Oysa bizi 24 Haziran’a götüren süreç, CHP’nin artık devlet partisi olmadığını ve bir toplumsal sözleşme vaat etmediği sürece toplumsal çoğunluğa dayalı bir demokratik iktidarı edinemeyeceğini öğrendiği bir süreç oldu. Kaybettiği iktidara yeniden kavuşmak isteğiyle harekete geçiş süreci ise, ona devlet partisi gibi değil bir toplumsal hareket gibi davranmasını öğretiyor. Ahlaki haklılığın bir maneviyata dayandığını ve bunun kolay kazanılamayacağını, bunun ancak toplumdan öğrenerek ve herkesin hakkını bulabileceği bir tahayyül ile mümkün kılınabileceğini öğreniyor. Siyasi aktörlerin öğrenmesinin kısa sürede tamamlanmadığını, ama öğrenme için gösterilen iradenin de kendini kolayca lağvedemeyeceğini hatırda tutarak ümitli olabiliriz.

Diğer tarafta Akparti’nin kısıtlılığını aşma yönünde irade gösterememesi ise, ona atfedilebilecek bir tarihsel rol varsa bu rolün imkansızlaştığını belli ediyor. Bu noktada küçüklüğüne rağmen Saadet Partisi’nin rolü gitgide kritik bir öneme kavuşuyor. Bir tarafta Akparti’ye karşı ahlaki haklılık taşıyan bir eleştiri söyleminin kodlarını yeniden inşa ederken muhafazakar ve İslamcı kesimlere başka bir siyasetin mümkün olduğunu, diğer taraftan da CHP ve etrafında oluşan toplumsal bloka toplumsal barışın ve bir arada yaşama hukukunun kurulabileceğini gösteriyor. Ama tabi ki bu söylemin alıcısının ne kadarlık bir toplumsal kesim olduğu kritik bir işlev görecek. Saadet Partisi’nin ayrıca iki kritik rolü daha var. İlki, eğer ciddi bir oy alırsa Kürt meselesinin çözümü için bloklar arasında kolaylaştırıcı bir rol görebileceğini şimdiden söyleyebiliriz. Çünkü CHP’nin Kürt barışına yanaşması durumunda muhafazakar blokun milliyetçi söyleme sığınma refleksi göstermesi mümkün ve bunun engellenmesi için muhafazakarlar içinden bir siyasi aktörün çatışma karşıtı söylemi yükseltmesine ihtiyacımız var. İkinci olarak da ganimet ekonomisinin İslamcıları ve muhafazakarları çürütmesine karşı hukukun ve paylaşımın yeniden kurumsal inşasını talep eden bir aktör olarak kitlesel yozlaşmanın önüne geçmesi mümkün.

III. Gelirin yeniden bölüşümü

Önümüzdeki kritik üçüncü mesele ise gelirin yeniden bölüşümü meselesi. Seçim sonrası yakın dönemde büyük ve acil bir sorun olarak karşımıza yeni bir yoksulluk hali gelecek gibi görünüyor. Ve maalesef seçimi kim kazanırsa kazansın bunun nedeni olan neo-liberal programa muhalefet edecek, farklı bir model önerecek siyasi bir aktörün yokluğunu hissedeceğiz. Bu krizinin gelişimi nasıl yorumlanırsa çözümüne dair yol haritası da bu yorumun izinde şekillenecek.

2001 krizi sonrası iktidara gelen Akparti, temelde uluslararası alandan edinebildiği kredi ve yine uluslararası aktörlere verdiği teminatlar doğrultusunda bir büyüme trendi yakaladı. Bu trend aynı zamanda onun iktidarda uzun süre kalışının da temel etkeni oldu. Büyüme mümkünken gelirin yeniden bölüşümünde yaptığı küçük reformlar (ki bu reformlar sosyal yardıma bağımlılığı büyüttü) yoksulların da büyümeden bir pay alabilmesini sağladı. Üstelik makro iktisadi alanda sermaye lehine yaptığı değişimlere rağmen bu oldu. Çalışanların sermaye ve devlet karşısında güçsüzleştirilmesine rağmen istihdamdaki kısmi iyileşmeler ve sosyal yardım payının eski döneme nazaran artışı bunu sağladı. Fakat bunun gerçekleşmesi için büyüme eğiliminin sürekli devam etmesi, yani dağıtılacak pastanın sürekli genişlemesi gerekiyordu.Ve olası daralma ihtimaline karşı toplumu, hane halkını kendine yeterli seviyede tutacak hiçbir strateji öngörülmedi.

Büyümenin dayandığı borçlanma bizim için burada önemli olan unsur. Bir taraftan kamu bütçesinin yani devletin borçlanması toplumdan neredeyse gizli bir şekilde sürekli arttırıldı, diğer taraftan ekonomik istikrar var gibi görünürken tüketimin artması için hane halkının borçlanması teşvik edildi. Ama gayet kırılgan olan borçlanma eğilimi sürdürülemez bir noktaya geldiğinde memlekette kriz durumunda da varlığını devam ettirecek üretim yapısının hiç gelişmediği gün yüzüne çıktı. Aslında bu bilinen bir şeydi, ama toplumun çoğunluğu tarafından görülebilmesi için hegemonik anlatının biraz zayıflaması gerekiyordu.

Halka hizmet” edilidiği sloganıyla bütün eleştiriler boşa düşürülürken, bu hizmetin ne karşılığında ve neye dayanarak sürdürüldüğü, bu hizmetin kimi zenginleştirdiği ve kimi borçlandırdığı gizlenebildi. İktidara yakın sermaye grupları ve kişilerin zenginleşmesini sağlayan bu süreçte devlet rant oluşturan ve dağıtan bir aktör olarak hane halkını da gitgide piyasaya bağımlı hale getirdi. Ganimet paylaşımını esas alan ve aldığı toplumsal destek aracılığıyla bu paylaşımı kolaylaştırmak için hukuku da sürekli yeniden düzenleyen iktidar, kendi seçkinlerinin zenginleşmesini toplumun zenginleşmesi olarak anlatılaştırmayı elden bırakmadı. Fakat bugün itibariyle 2001’e nazaran kendine yeten hane oranının çok daha az olduğu, piyasa krizleri karşısında geçinemeyecek duruma düşecek hane oranının çok daha yüksek olduğu bir durumdayız. Bu nedenle de bir kriz karşısında toplumun göstereceği refleksin geçmişteki reflekslerinden nasıl farklılaşabileceğini henüz bilemiyoruz.

Suçu uluslararası iktisadi güçlere ya da piyasanın iç işleyişine yüklemeye teşne bir söylemin sağ siyasetin en önemli enstrümanı olduğunu öteden beri biliyoruz ve Akparti de bu enstrümanı gayet işlevsel kullanıyor. Ama kendine yakın dar bir grubun zenginleşmesi için tercih edilen iktisadi siyasetin kaçınılmaz sonucu karşımızda duruyor. Akparti’nin başarısı, borçlanma döngüsünü kalıcı bir üretim yapısına evriltmeden (çünkü üretimdeki kâr marjı daha düşüktü ve belki de bunun nedeni olan bazı anlaşmalar vardır) ve toplumsal refahı yeniden düzenleyecek bir yapılaşmayı önemsemeden (çünkü öncelikli tercih kârın aktarılacağı ortaklardı) kısıtlı sayıdaki yeni seçkinlerinin sermayelerini arttırmasına odaklanmasına rağmen büyüme yanılgısını kabul ettirebilmesiydi. Şimdi borç yükünün kimin sırtına bırakılacağı siyasi tercihlere bağlı durumda. Ama sorun şu ki Akparti zenginleşmesine aracılık ettiği iktisadi partnerlerinden desteğini çekebilecek durumda değil. Çünkü onların batışı, onlara bağımlı kıldığı partinin batışı demek. Fakat bu durumda istihdam daralması ve vergi yükü ile tepesine binebileceği, piyasaya karşı savunmasızlaşmış toplumsal tabanını nasıl idare edeceğini de bilmiyoruz. Buna karşı Akparti dışındaki siyasi partilerinde mevcut çözümsüzlükte neo-liberal programın hamilerini pek ürkütmek istemedikleri görülüyor. Muhalefet, değişimi başarmasının bıçak sırtında göründüğü bir siyasi konjonktürde ne sermaye gruplarını ne de uluslararası aktörleri karşısına alacak bir söyleme pek hevesli değil. Bunun yerine nispeten müphem kalan bir gelir adaletsizliği eleştirisi ile yetinmeyi tercih ediyor. Öyle görünüyor ki, borçlanmanın yükü, seçimi kim kazanırsa kazansın toplumun sırtına bırakılacak ve suçlu ya önceki iktidar ya da uluslararası güçler olarak işaretlenecek. Yeniden dağıtımın düzenlenmesine yönelik talepler ise kendi siyasi aktörünü bulana/yaratana kadar karşılıksız kalacak.

Halihazırda hızlı bir çözüm zaten yok, ama yoksulların devlet karşısında ve çalışanların işveren karşısında güçsüz olmasını sağlayan, rant oluşturup bu rantı toplumun geleceğini ipotek ederek dar bir gruba dağıtan, sosyal haklara dayalı üretken bir ekonomi yerine bir tür ahbap-çavuş kapitalizmini kurumsallaştıran işleyişe karşı mücadele edecek bir siyasi aktör yok. Üstelik toplumun iç dayanışma ağlarının iktisadi kapasitesi en alt seviye indirilmişken bir yoksulluk krizine toplumun nasıl karşılık verebileceğini de bilmiyoruz. Unutulmamalı ki bu tablo Akparti’nin zenginleşmesini tercih ettiği aktörler lehine geliştirdiği siyasetin yani ganimetçi ekonomi-politiğin kaçınılmaz sonucu oldu. Buna karşı uzun vadede toplumsal refahı merkeze alacak, toplumun güçsüz kesimlerini işveren ve piyasa karşısında savunacak en azından sosyal adaletçi bir siyasetin gelişimi için mücadele etmeye devam etmekten başka seçenek önümüzde görünmüyor.

***

Buraya kadar üç temel mesele etrafında mevcut siyasi aktörlerin konumlanışına dair söz söylendi. Önümüzdeki kritik 24 Haziran seçiminde bu üç meseleye dair önerilen siyasetler oylanacak ve oluşacak yeni güç dağılımına göre alternatifler önümüze çıkacak. Türkiye’nin birbiriyle komşu, farklı bütün toplumsallıklarının bir arada yaşama iradesi gösterip yeni bir toplumsal sözleşmenin inşasına buradan geçebilmek mümkün olabilir.

Akparti iktidarı 2013’ten itibaren karşısında gelen üç büyük kriz karşısında oldukça kötü bir yönetim pratiği sergiledi. İlk olarak Gezi’de başlayan protesto dalgasına karşı kibirli bir tutum takındı ve bu tutum onun muhafazakar olmayan toplumsal grupların tamamı ile uzun süreli karşıtlaşmasına neden oldu. Daha sonra bu karşıtlığı sevdi ve muhafazakar kitlenin mobilizasyonunda kendi devamlılığını gördü. Ardından Kürt meselesini çözüme götürecek süreci tersine çevirmeyi tercih etti ve daha çatışmalı bir sürece kapı açtı. Buradan ise milliyetçi kitleyi arkasına alabileceğini düşündü ve muhafazakar söylemi de milliyetçiliğin esiri kıldı. Üçüncü kriz ise 15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrasında şekillendi. Darbe teşebbüsünün faillerine karşı yürüttüğü mücadele bir arınma sürecine değil, bunun yerine yeni mağduriyetleri normalleştiren bir olağanüstü hal söylemine kapı açtı. Bu üç krizin de olabildiğince kötü yönetilmesi sonrasında artık bugün itibariyle her toplumsal kesimin bir diğerine karşı tedirgin olduğu, kimsenin kimseye güvenmediği hatta Akparti içi güçlerin ve kişilerin dahi birbirinden emin olamadığı bir memlekete dönüştük.

Önümüzdeki 24 Haziran seçimleri bu durumun tersine dönmesi için bir umut veriyor. İlk olarak Kürtlerin bu memlekette söz sahibi olabilmesi, baraj eşiğinin geçilerek Ankara’daki siyaset dengelerinde bir aktör olarak yer alabilmesi oylanacak. Karşımızdaki problem, devletin yeni dönemde Kürtsüz ve Kürde rağmen mi şekilleneceği yoksa Kürt’le beraber mi şekilleneceğidir. Bunu belirleyecek olan seçmen tercihleri ile beraber seçim güvenliğinde devletin zor gücünü kullanıp kullanmayacağıdır. Her halükârda HDP’nin barajı geçmesi ümitli olmamızı sağlayacak tek sonuçtur.

İkinci olarak, yeni seçkinlerin eski seçkinler karşısında bir savaşa dönüştürdüğü siyasi mücadele ve bir toplumsal sözleşme imkanının oluşturulabilmesi için 24 Haziran seçimleri önemli bir dönemeç olacaktır. Saadet Partisi’nin hatırı sayılır bir oy oranına kavuşabilmesi bunun için önemli çünkü aracı rolü oynayabilmesini sağlayacaktır. Saadet Partisi’nin son on beş yılın gerilimlerinin yükünü taşımayan bir parti olarak oynayabileceği kritik bir rol var. Aynı zamanda CHP’nin toplumsal bir hareket olmaya dair son iki yıldır verdiği sınav da artık geriye yürüyebileceği bir yol değil. Çünkü iktidar için CHP’yi muhafazakar bir seçmen grubunun onayına mecbur bırakan güç dengesi kendi çıkarları gereği dahi olsa onu değiştirmiş durumda.

Nihayetinde iki meselenin hal yoluna girebilmesi ve barış imkanının oluşması için HDP ve Saadet Partisinin meclise girebilmesi büyük önem taşıyor. Aksi takdirde toplumun bir kısmını dışlayarak siyaset yapan ve temsil ettiğini iddia ettiği toplumsal kesimden de görüş alma yeteneğini yitirmiş bir liderlik daha büyük bir krize doğru hepimizi çekecek. Yine bu liderlik ve siyasetin kendini bağımlı kıldığı ganimet ekonomisini durdurmak için de buna ihtiyaç var. Çünkü Akparti’nin artık kendi iradesi ile buradan çıkışını sağlayacak başka bir iktisadi modeli düşünme, toplumsal refahı merkeze alacak şekilde strateji geliştirme imkanı kalmamıştır. Kendini bağımlı kıldığı iç ve dış aktörlere mecburiyeti Akparti’yi kötürümleştirmiş durumdadır. Bu nedenle Akparti’ye oy veren geniş tabanın özgürlüklerini temin ederek ganimet ekonominin dar bir grup lehine işleyişini kıracak bir siyaset, henüz sosyal adaletçi ciddi bir programı öne sürmemiş olsa da en azından gelirin yeniden bölüşülmesinin daha salimen düşünülmesini sağlayabilecektir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir