Ertuğrul Günay: “‘Sözde’ sol politikacılar halk gerçeğini okumaktan uzak duruyor”

Türkiye seçmeni her seçimde farklı partilerde aynı insani ve siyasi umudu kovalıyor: İnsan gibi yaşamak, gelirinin artması, çocuklarının daha iyi bir hayat sürmesi, geleceğinin güvence altında olması

Ordu’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Öğrenciliğinden bu yana siyasal ve sosyal olaylarla yakından ilgilendi. (1968’de Hukuk Fakültesi’nde öğrenci temsilcisi idi). 70’lerde katıldığı CHP’de Ordu ve Ankara İl Başkanlığı, milletvekilliği ve genel sekreterlik yaptı. 1995’ten bu yana CHP’nin yönetici kiliğiyle görüş ayrılıkları var. Bu nedenle 2004’te partiden çıkarıldı. Günay, uzunca bir süreden bu yana Türkiye’de solu halkla buluşturabilecek yeni bir siyaset söyleminin oluşturulması için uğraşıyor. Bu yolda bir grup arkadaşıyla “Yeni Siyaset Girişimi” olarak adlandırılan bir çalışmayı sürdürüyor. Çeşitli gazete ve dergilerde çok sayıda makale ve söyleşileri, “Bosna Yazıları” adıyla derlediği bir kitabı yayınlandı. Ordu ve Ankara barolarında avukatlık yaptı. Evli ve iki çocuk babasıdır.

» Geleneksel sol oyların yüzde 30’lardan yüzde 20’lere kadar gerilediği söyleniyor. Bu tespite katılıyor musunuz? Bunun nedenleri neler?

Türkiye’nin çok partili siyasal yaşamı içinde kitlesel anlamda ‘sol’, ‘sosyalizm’ ya da ‘sosyal demokrasi’ kavramları ilk kez 6o’lı yıllarda kullanıldı. 1965 seçimlerine giderken CHP Genel Başkanı İsmet İnönü basına verdiği bir demeçte “kırk yıldır ortanın solunda” olduğunu söyledi. Böylece siyasette ilk kez büyük bir kitle partisi, bir genel seçimin eşiğinde kendisini ‘sol’ olarak tanımladı.

İsmet İnönü, 29 Temmuz’da Abdi İpekçi’yle yaptığı görüşmede, “CHP, bünyesi itibariyle devletçi bir partidir. Bu sıfatla elbette ortanın solunda bir ekonomik anlayıştadır” diyordu. İnönü, aynı günlerde bir başka demecinde ortanın solunu, bu kez devletçiliğin yanına laikliği de ekleyerek açıklamaya çalıştı: “Kırk yıldır devletçiyiz derken, aynı şeyi söylüyorduk. Bunun için ortanın solundayız dedim. Aslında laikiz dediğimiz günden beri ortanın solundayız.” (Kim Dergisi, 13 Ağustos 1965).

Böylece, seçmen seçimin eşiğinde ‘sol’da olduğunu söyleyen ve bu duruşun “devletçilik” ve “laiklik” demek olduğunu anlatmaya çalışan bir büyük kitle partisi ile karşılaştı. CHP’nin bu yeni söylemi 6o’lı yılların soğuk savaş terminolojisi içinde beklenen karşılığı buldu; Türkiye’nin alışılmış sağ siyaset diliyle “ortanın solunun Moskova yolu” olduğu söylendi. İsmet Paşa, 1965 genel seçiminden, önceki seçime göre sekiz puan kaybederek (yüzde 28) çıktı.

1965 seçiminin diğer ilginç sonucu “sosyalist” olduğu söylenen bir partinin, Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) ilk kez Meclis’e girmesi. Gerçekte TİP’in Meclis’e girmesini sağlayan, partinin başarısından çok seçim sisteminin özellikleriydi. 27 Mayıs askeri darbesiyle kapatılan Demokrat Parti’nin devamı partilerin tek başına iktidara gelmesini önlemek amacıyla yapılan seçim yasası, ulusal iradenin abartılı biçimde temsilini sağlıyordu. Böylece TİP, yüzde 3 (276 bin) oyla 14 milletvekili çıkararak TBMM’ye girmeyi başarmıştı. Ama, DP’nin devamı olan Adalet Partisi de, yüzde 52 oy alarak, seçim sistemine rağmen tek başına iktidar oldu.

Türkiye İşçi Partisi ve onun ardılı sayılabilecek siyasal hareketler sonraki hiçbir seçimde -1965’teki seçim sistemi bir daha uygulanmadığı için- milletvekili sayısı olarak böyle bir sonuca yaklaşamadı; oran olarak da yüzde 3’ün üstüne çıkamadılar. Giderek parçalanan ve marjinalleşen siyasal yapılanmalar içinde bindelerle ifade edilen sınırlara takıldılar. 1965 seçimlerinden sonra CHP’nin ve onun türevi olan partilerin (HP/SHP/DSP/CHP) aldıkları sonuçlar sol oyların göstergesi sayıldı.

Böylece, 1965 genel seçimlerinden bu yana süregelen kırk yıl içinde Türkiye’de sol oyların yüzde 30’lar, sağ oyların ise yüzde 60-70’ler civarında olduğu yolunda bir genel kabul oluştu. Gerçekten, CHP’nin temsil ettiği çizgi ‘sol’ olarak kabul edilirse, seçim sonuçlarına yüzeysel bir bakışla böyle bir sonuca varmak mümkün görünüyor. Bugünlerde, yine bu çizginin aldığı sonuçlara bakarak sol oyların yüzde 20’lere kadar gerilediği söyleniyor.

» Galiba sorun da buradan kaynaklanıyor. Türkiye’de sol siyasal akımlar kendilerini esas olarak CHP’nin ‘devletçilik’ ve ‘laiklik’ eksenli duruşu çerçevesinde mi tarif edecekler?

Sol, özünü ‘devletçilik ve laiklik’ ilkelerinde bulan ve kendisini bu çerçevede tanımlayan bir siyasal hareket midir? Yoksa hayatın alanlarında emekten, insandan ve adaletten yana tavır almayı gerektiren, daha geniş kapsamlı özgürlükçü, eşitlikçi, gelişmeci dünya görüşü müdür?

Türkiye’de solun kendisini devletçilik ve laiklik temalarının ötesine taşıyarak tarif ettiği tek dönem 70’li yıllarda yaşandı. 1971’de 12 Mart askeri muhtırasına karşı çıkan Bülent Ece-vit, önce ortanın solu anlayışını demokratikleşmeci bir söylemle geliştirmeye çalıştı. 70’li yılların başında gençlik hareketleri üzerinde etkili olmaya başlayan darbeci/cuntacı eğilimlerle kendi söylemini tamamen ayrıştırmayı başardı. Ardından, 1972’de genel başkan olduktan sonra “düzen değişikliği” kavramını dile getirerek ekonomik ve sosyal yaşamda köklü dönüşümlerin umudunu yarattı.

CHP’deki bu kavramsal yenileşmeler, başta İsmet Paşa (İnönü) olmak üzere pek çok tanınmış CHP’linin tepkisine ve partiden ayrılmalarına yol açarken, CHP çok partili siyasal yaşam içinde ilk kez üst üste iki seçimden birinci parti olarak çıktı. 1977 genel seçiminde CHP’nin oyları yüzde 40’ların üstüne ulaştı (yüzde 42).

1973 ve 77 genel seçimlerinde Ecevit, CHP’nin alışılmış siyaset dilini kullanmadı, irticadan, laiklikten, Cumhuriyet düşmanlarından, -İsmet Paşa’nın 1965’te yaptığı gibi Konya Müftüsü’nden falan- söz etmedi. “Halk sektörü”, “köy-kent”,”kooperatifleşme” gibi yeni modeller geliştirmeye, yeni tartışmalar açmaya çalıştı. “Bizim iki gücümüz var: Halk ve Hak” sloganı Türkiye’nin her yerinde duvarları, köy kahvelerini, sokakları süsledi; halkın sola olan ilgisini akıl ve duygu bağları kurarak sandığa taşımaya yardımcı oldu.

CHP, en başarılı sonuçları soyut üstyapı tartışmalarını gündemden çıkararak halkın somut sorunlarına somut çözümler önerdiği ve köklü düzen değişikliği umudu yarattığı seçimlerde kazandı. Oyları, bazı büyük kentlerde yüzde 45-50’lere kadar yükseldi. Üstelik sonuçlar, solun her rengine karşı müthiş ‘anti-komünist’ suçlamanın gündemde olduğu ve 12 Mart askeri darbesinin gençlik ve meslek örgütlerinin üzerinden ‘balyoz’ gibi geçtiği günlerde yaşandı.

CHP, en kötü seçim sonucunu ise 1999’da, Refah Partisi/Doğruyol Koalisyonu’ndan sonra irtica/laiklik tartışmalarının doruğa çıktığı ve sözde laik cephenin öncülüğüne soyunduğu seçimlerde aldı. Tarihinde ilk defa, bir genel seçimde yüzde10’un altında kaldı.

» Seçim sonuçlarına ilişkin bu değerlendirmeler neyi gösteriyor?

Seçim sonuçlarına ilişkin bu değerlendirmeler bize, CHP özelinde, soyut siyasal tartışmaların halktan oy almak için yetmediğini, somut sorunlar çerçevesinde yapılan tartışma ve önermelerin ise daha önemli ve etkili olduğunu gösteriyor. Aslında Türkiye seçmeni oy kullanırken esas olarak ‘sol’ ya da ‘sağ’ diye bir önseçim yaparak siyasete yaklaşmıyor. Başka ve çok daha insani dürtülerle hareket ediyor. Elbette, önce kendisine yakın bir iktidarı, kendi dünyasından, tanıdık bir siyasal kadroyu görmek istiyor; ama aynı zamanda kendisini ileriye taşıyacak, ekonomide ve bütün yaşamda daha iyisini vaad eden bir umuda da tutunmak istiyor. 1946’dan bu yana yüzde 40’ların üzerinde başarılı sonuçlar elde etmiş olan partilere bakınca bu iki arayışa olumlu cevap oluşturmuş görüntüler karşımıza çıkıyor.

Aslında seçmen her seçimde farklı partilerde aynı insani ve siyasi umudu kovalıyor: İnsan gibi yaşamak, gelirinin artması, çocuklarının daha iyi bir hayat sürmesi, geleceğinin güvence altında olması… sol ya da sağ takıları, partilerin kendilerine yakıştırdıkları sıfatlar. Seçmen 1989’da yerel yönetimleri SHP’ye, 1994’te Refah Partisi’ne verirken gerçekte aynı arayışların peşinde koşuyor. SHP’ye oy verirken ‘solcu’, RP’ye oy verirken kendini ‘şeriatçı’ hissetmiyor. İş arıyor, ekmek, adalet, kimliğini özgürce ifade etmek, insan gibi yaşamak istiyor!

» Sol ve sol Politikacıların dinle gönül bağı olana bakış açısını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’nin ‘sözde’ sol politikacıları halk gerçeğini okumaktan uzak duruyor. İnsanlar bir kez RP’ye ya da AKP’ye oy vermişse onları “dinci”, “gerici” diye damgalamaya hazırlar. Daha da vahimi, insanların dinle bir gönül bağları varsa, inanıyorlar ve -kendilerine göre- inançlarına uygun davranmaya çalışıyorlarsa, sol siyaset onları görmezden geliyor. İnanan bir insanın, tıpkı ötekiler gibi gelir, geçim, çocuk, gelecek, güvenlik, özgürlük sorunları olduğu gerçeğine gözlerini kapıyor.

Dünyanın hiçbir yerinde sol/sosyal demokrat/sosyalist siyaset anlayışları, kendi halklarıyla bu kadar duygu ve kültür kopukluğu içinde değil. Batıda, insanların Marksist öğreti yoluyla, işçi sınıfı bilinci içinden solcu olabileceği gibi, dinsel dürtülerle, insani kaygılar ve ahlaki arayışlarla da solcu olabileceği artık herkes tarafından kabul ediliyor. Avrupa sosyalizminin kuramsal belgeleri bu kabulü yazılı hale bile dönüştürmüş. Güney Avrupa’da hem Katolik, hem de solcu önemli emek örgütlenmeleri var. Türkiye’de ise, sol adına yapılan siyasetler aslında tek parti döneminden artakalan kültür politikalarının mahcup takipçileri. Yaptıkları işin gerçekte solla bir ilgisi yok. Halktan uzak, seçkinci, kolonyalist bir bakış açısını ‘sol’ falan diyerek siyasal bir kılıfa sığdırmaya çalışıyorlar.

Bu anlamda Türkiye’de, evrensel ölçütlerle değerlendirince ‘sol’ denilebilecek bir siyasal hareketin varlığından söz etmek kolay görünmüyor. Nicelik olarak hesaba katılmasa da nitelik olarak önemsenebilecek ‘sosyalist’ hareketler bile esas olarak CHP’nin dünya görüşünün türevleri gibi algılanıyor. Zaman zaman devletin dayatmalarına, eskimiş yapılara ve anlayışlara karşı çıkar görünüyorlar. Ama bütün bu tavırları bir aydın ahlakçılığı boyutlarını aşmıyor. Halkla bütünleşmekten, onun içinde, yanında, hayatını, inançlarını, kültürünü paylaşan, ‘organik’ bir duruştan uzaklar. Hiçbiri, Cumhuriyet sonrası romanlarında tasvir edilen ilerici/gerici, iyi/kötü şablonlarını kırabilecek, toplumun önünde ezberleri bozan yeni bir duruş sergileyebilecek dirayet ve cesarette değil.

2000’lerin ilk seçimi, eski siyasal yapıların tasfiyesine yol açtı. Şimdi, Türkiye insanının temel arayışlarını halkın içinden bir dille ve duruşla sahiplenecek yeni bir siyasal harekete ihtiyaç var. Türkiye insanının temel arayışları, toplumsal gelişme, demokratikleşme ve adalet içinde yaşama doğrultusunda. Bu arayışları sahiplenen bir siyasal hareket, devletin arkasına saklanan anlayışlarla değil, siyaseti de, devleti de, demokrasiyi de yeni ve çoğulcu bir bakışla yenileştirmeye soyunan cesaretli çıkışlarla yaratılabilir.

(Kaynak: Birgün, 3.3.2007)

1 Response

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir