Doğan Tarkan: “Müslümanlarla birlikte, devlete karşı”

DEVRİMCİ SOSYALİST İŞÇİ PARTİSİ (DSİP) GENEL BAŞKANI DOĞAN TARKAN:

“Müslümanlarla birlikte, devlete karşı”

Karşılıklı güven, sosyalistlerin tanrıtanımazlığı ile Müslümanların inancını tartışmaktan değil, “Çocuklarımızın okulunun özelleştirilmesini birlikte nasıl engelleyebiliriz”, “Mahallemizdeki belediye kütüphanesinin kapatılmasını hep beraber nasıl önleyebiliriz”, “İran’a saldırılmasına karşın en büyük gösterileri örgütlemek için birlikte ne çalışmalar yapabiliriz” gibi konuları tartışmaktan geçer

KİMDİR?

1960’larda TIP, FKF, DevGenç üyesi. 1970’lerde Kurtuluş Örgütü üyesi. 1980-93 yılları arasında yurtdışında siyasi mülteci olarak yaşadı. 1980’lerde Kurtuluştan ayrılarak Sosyalist İşçi gazetesini çıkarmaya başladı. 1997’da Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP)’in kuruluşuna katıldı ve Genel Başkanı oldu.

» Batıda sosyalistlerin İslam ve Müslümanlara dönük tutumlarında sizce sorun var mı?

Avrupa ve Amerika’da, sosyalist sıfatını hak eden hiçbir sosyalist için, İslam ve Müslümanlar hakkında nasıl bir tutum alınacağı ve neler yapılması gerektiği hiçbir şekilde sorunlu değil. Bu ülkelerde Müslümanlar küçük bir azınlık oluşturur, bu azınlık zaten her zaman hem dinsel farklılıkları hem daha koyu deri rengiyle göze batmış ve ırkçılığa maruz kalmıştır, ama n Eylül 2001’den bu yana özellikle saldırı altındadır. Dünyayı “Amerika’nın öncülüğündeki uygar, demokratik, insancıl Batı” ile “geri, antidemokratik, barbar ve terörist İslam” arasında ikiye bölmenin emperyalizmin işini ne kadar kolaylaştırdığı, tüm saldırılarını nasıl meşrulaştırdığı açık. “İslam tehdidi” kullanılarak, hem Batı ülkelerinde demokrasi ve insan hakları kırpılıyor hem de Ortadoğu’daki işgal, savaşlar ve vahşet “haklı savunma” olarak yansıtıla-biliyor. Hem antiemperyalist mücadelenin hem demokratik kazanımları savunma mücadelesinin gereği olarak Batılı bir sosyalistin İslam düşmanlığına ve “medeniyetler çatışması” safsatalarına karşı çıkması gerektiği belli. Yine belli ki, ezilen, ırkçılık ve ayrımcılıkla karşı karşıya yaşayan ve beş yıldır şeytanlaştırılarak dünyadaki temel sorun olarak gösterilen bir azınlığı korumak ve savunmak Batılı sosyalistlerin temel görevlerinden biri. Bu konuda hiçbir kuşku veya tartışma olmaması gerekir ve gerçekten de yok denecek kadar azdır.

» “Korumak ve savunmak” somut olarak ne anlama gelir?

İşte bu daha tartışmalı bir konu. Müslümanların kadınları ezdiği ve en azından bu açıdan gerici olduğu; sosyalistlerin dindar insanlarla ve/veya politik İslam’la hiçbir koşulda yan yana duramayacağı, durmaması gerektiği tartışmaları, bildiğim kadarıyla hiçbir ülkede Türkiye’deki kadar yaygın olmasa da, Batı ülkelerinde de duyulan tartışmalar: “Evet, Müslümanların bazı haklarını devlete karşı korurum, ama onlara karşı da mesafeli dururum”. Batı’da Müslümanların son yıllarda sürekli gündeme gelen (ve bazı ülkelerde yasalarla kısıtlanan) en temel hakkı, istedikleri gibi giyinme, örtünme hakkı. Din hakkında ikircikli olan sosyalistlerin de, soyut bir ‘kadın hakları’ savunuculuğu temelinde, ilk teslim oldukları konu bu. Bu sosyalistlerin Müslümanlara mesafeli durma çabası tümüyle anlamsız bir çaba, çünkü zaten, örneğin Fransa’da, türban giyme hakkını savunmayan bir sosyaliste bir Müslüman’ın güvenmesi, yakın durması mümkün değil.

Avrupa’daki türban yasaklarının kadın haklarıyla, laiklik kaygılarıyla hiçbir ilişkisi olmadığını, her bir ülkedeki Müslüman azınlıkları yabancı olarak damgalama, hedef gösterme amacını güttüğünü kavrayamayan bir sosyalistin sadece siyasi duruşundan değil, zekâsından da kuşku duymak gerekir. Yine Fransa örneğinde, pek çok sosyalistin bu konuda tutarlı bir tavır takınamaması, devletin yanına düşmesi, Paris’in ve diğer kentlerin varoşlarında ayaklanan ve büyük çoğunluğu siyah ve Müslüman olan gençleri yalnız bırakmakla kalmadı, sosyalistlerin bu varoşlarda güç kazanmasını da engelledi.

Oysa, hem Fransa’da hem diğer Avrupa ülkelerinde, Müslüman azınlık hemen hemen tümüyle işçi (üstelik çoğunlukla kol işçisi) ve yoksul bir kesimi oluşturur. Bu kesimin genç çocukları arasında ise işsizlik oranı ülke ortalamasının çok üstündedir. Böyle bir kesimle, hem ezilen, hem sömürülen, hem dışlanan bir kesimle ilgilenmemek; dindar olduğu, Müslüman olduğu için ilgilenmemek, anlaşılabilir bir tavır olamaz. Bu kesim, ırkçılıkla karşılaştıkça, tepki olarak içine kapanır, kendi kimliğine sarılır ve Müslümanlığını daha da öne çıkarır (Almanya’daki Türkler örneğinde olduğu gibi). Bu durumda bile, ilgilenmemek anlaşılabilir değildir.

» Peki, ilgilenmek somut olarak ne anlama gelebilir?

Müslüman azınlıklar çoğu Batı ülkesinde siyasetin dışında kalmış/bırakılmıştır. Dolayısıyla, önce, siyasete katılabilmelerini, seslerini ve taleplerini duyurabilmelerini sağlayacak kanalların yaratılmasına yardımcı olmak gerekir. Geçtiğimiz beş yıl, bu kanalların yaratılması için mükemmel fırsatlar sundu. Afganistan ve Irak savaşları, insan haklarının (türban giyme hakkı da dahil olmak üzere) kısıtlanması, Müslümanlarla sosyalistlerin birlikte çalışabilecekleri, ortak talepler için mücadele edebilecekleri alanlar yarattı. Müslümanların geleneksel olarak oy verdikleri sosyal demokrat partilerin, zaten uzun süredir neoliberalizmi can-ı gönülden kucaklamış olmanın yanı sıra savaşı ve işgali desteklemesi ve Müslüman düşmanlığını arsızca benimsemesi, birçok ülkede yeni, kitlesel ve Müslümanları da kapsayan siyasi oluşumlar yaratmanın kapılarını açtı.

Müslümanlarla birlikte çalışmak, hatta ortak örgütlenmeler yaratmak, sosyalistler açısından yukarıda söylediklerimden belki de daha zor kavramlar. Oysa, olmaması gerek. Lenin’den uzun uzun alıntı yapmak, özellikle günlük bir gazetede, makul olmayabilir, ama tartışma sol içi bir tartışma olduğu için, bu konuda Lenin’in ne kadar net olduğunu hatırlamakta yarar var:

“Hiçbir koşulda din sorununu burjuva radikal demokratlarının sık sık yaptığı gibi, soyut, idealist bir biçimde, sınıf mücadelesinden kopuk ‘entellektüel’ bir sorun olarak ortaya koymak yanlışına düşmememiz gerekir. Aşırı baskıya dayanan ve işçilerin eğitilmediği bir toplumda, dinsel önyargıların sadece propaganda yöntemleriyle yok edilebileceğini sanmak budalalık olur. İnsanlığın üzerindeki din boyunduruğunun, toplumdaki ekonomik boyunduruğun bir sonucu ve yansıması olduğunu akıldan çıkarmak burjuva dar görüşlülüğünden başka bir şey değildir. Proletarya kapitalizmin karanlık güçlerine karşı kendi mücadelesiyle aydın-lanmadıkça, ne kadar bildiri dağıtılırsa dağıtılsın, ne kadar söz söylenirse söylensin, proletaryayı aydınlatmak olanaksızdır. Bizim açımızdan, ezilen sınıfın bu dünyada bir cennet yaratmak adına gerçek devrimci mücadelede birleşmesi, öteki dünya cenneti konusunda proletaryanın görüş birliğine gelmesinden daha önemlidir” (“Sosyalizm ve Din”, 1905).

“…Örneğin, bir papazın Sosyal Demokrat Parti’ye üye olup olamayacağı sorusu sık sık ortaya atılır ve bu soruya da genellikle Avrupa Sosyal Demokrat Partileri’nin deneyi kanıt getirilerek belirsiz, kesinlikten uzak olumlu cevap verilir. Oysa Avrupa’daki deney, sadece işçi hareketine Marksist doktrin uygulanmasının değil, aynı zamanda Rusya’da bulunmayan özel tarihsel koşulların (bu koşullardan daha sonra ayrıntılı olarak söz edeceğiz) sonucu olmuştur. Bu nedenle, bu soruya kesinlikten uzak bir olumlu cevap vermek yanlış olur. Papazların Sosyal Demokrat Partiye üye olamayacakları da, olabilecekleri de kesinlikle söylenemez. Bir papaz gelip de, ortak siyasal çalışmamıza katılmak ister, parti görevlerini dürüstçe yapar ve Parti programına karşı çıkmazsa Sosyal Demokratların safına katılması olumludur. Çünkü bu dinsel inançları arasındaki çelişki sadece kendisini ilgilendiren bir olay, kişisel çelişkisi olacaktır” (“Proletarya Partisinin Din Konusundaki Tutumu”, 1909).

Müslümanlar korunmayı ve savunulmayı bekleyen, Müslümanlıktan başka hiçbir özelliği olmayan bir koyun sürüsü değil. Sosyalistlerin dışardan ve küçümseyici bir bakışla “Siz gericisiniz ama biz yine de sizi koruma büyüklüğünü göstereceğiz” demesinin hiçbir kıymet-i harbi-yesi olamaz elbet. Ortak çıkar ve talepler uğruna ortak çalışılacaksa, bunu ciddi, art niyetsiz ve açık bir şekilde yapmak gerekir. Sosyalistlerin Müslümanlaşması gerekmediği gibi, Müslümanların sosyalist olmasını da beklememek gerekir. Lenin’in dediği gibi, ortak bir program olur, bu programa katılan herkes mücadeleye katılır. Üstelik, Batı’daki Müslüman azınlıkların sosyalistlerle sadece savaş, emperyalizm ve ırkçılık konularında ortak düşündükleri zannedilmesin. Yukarıda belirttiğim sınıf konumları nedeniyle, Müslümanların pek çoğu aynı zamanda özelleştirmeye, eğitimin paralı hale getirilmesine, sağlık hizmetlerinin kuşa çevrilmesine, sendikaların etkisizleştirilmesine de karşı. Kısacası, ortak çalışma alanları çok.

Yine Lenin’in vurguladığı gibi, inanan bir kişiye “Olmayan bir şeye inanıyorsun, aptalsın” demenin, o kişiyi daha da yabancılaştırmaktan başka bir işe yaramayacağı belli. Önemli olan, birlikte çalışma sürecinde karşılıklı güven ve anlayış ilişkileri oluşturmak. Karşılıklı güven, sosyalistlerin tanrıtanımazlığı ile Müslümanların inancını tartışmaktan değil, “Çocuklarımızın okulunun özelleştirilmesini birlikte nasıl engelleyebiliriz”, “Mahallemizdeki belediye kütüphanesinin kapatılmasını hep beraber nasıl önleyebiliriz”, “İran’a saldırılmasına karşın en büyük gösterileri örgütlemek için birlikte ne çalışmalar yapabiliriz” gibi konuları tartışmaktan geçer.

» Bu konuda Avrupa da başarılı örnek bir deneyimden söz edebilir miyiz?

Bu doğrultuda en başarılı örneklerden biri olduğu için İngiltere’deki Respect’i ilgiyle izliyorum. Bakın, savaş karşıtı hareketin önde gelen isimlerinden ve Respect’in kurucularından biri olan, Pakistan kökenli Salma Yakub ne diyor: “Ben de bu girişimin nereye gideceğini bilmiyordum, sadece böyle bir şeyler yapmamız gerektiğini hissediyordum. Sendikacılarla, çevre için mücadele edenlerle, çalışanların haklarını savunanlarla, bıkıp usanmadan savaşa karşı kampanya yapanlarla; Muhafazakâr Parti veya İşçi Partisi’nde benim adıma konuşanlarla olduğundan daha çok ortak yanım olduğunu biliyordum. İşte Respect koalisyonu da bu zaten. Emperyalizm ve neoliberalizm politikalarına karşı bir alternatif…

Net ve ilkeli bir temelde el yordamıyla ilerleyerek, ortak zeminimize vurgu yaparak, gerçek ilişkiler kurmaya başladığımıza ve giderek, savaş ve özelleştirme siyasetlerine karşı gerçek bir politik alternatif inşa etmek için ilerlediğimize inanıyorum… Müslüman olmayanlarla bu şekilde beraber çalışmak, ilkelerimden verdiğim bir ödün değil, ilkelerimin ifadesi. En önemli çizgi baskıya karşı çıkanlarla baskıdan yana olanlar arasındaki çizgi. Bu çizginin ya bir tara-fındasınızdır ya da öteki tarafında… Şimdi kendimi ateistlerle, sosyalist aktivistlerle bazı Müslüman kardeşlerimle olduğundan daha fazla ortak noktamın olduğu tuhaf bir durumda buluyorum. Ama bu benim açımdan bir uzlaşma değil, benim için bu tam da İslami adalet anlayışımın ifadesi. Siz buna sosyalist enternasyonalizm diyorsanız, ben de İslamın kardeşlik anlayışı diyorum; dünyanın her yanında ezilenlerle dayanışma içinde çalışmamızı ifade ettiği sürece adının ne olduğunun önemi yok. Ayrıca ben burada çıkıp başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanıyorum dediğimde cennetten bahsetmiyorum, bu dünyadan ve şimdiden bahsediyorum”. Salma Yakub gibilerini dışlamak, Müslüman oldukları için birlikte çalışmayı reddetmek, açık ki, hem ezilen bir azınlığı korumak görevini, insani ve sosyalist bir görevi yerine getirmemek anlamına gelir hem günümüzün siyasi konjonktüründe emperyalizmin ideolojik saldırısına taviz vermek anlamına gelir hem de örülebilecek en büyük muhalefet hareketini örmekten kaçınmak anlamına gelir.

» Peki, bütün bunlar Türkiye’de geçerli mi?

Geçerli olduğundan hiç kuşkum yok. Müslümanlar burada azınlık değil elbet. Ama Müslümanlık, kemalist devletin “düşman” ve “tehlike” olarak gösterdiği, işçi sınıfını ve her tür muhalefeti bölmek için kullandığı en temel unsur. Çok çeşitli haklarımızı kısıtlamakta kullandığı bahanelerden biri. Bugün, işçi sınıfı da dahil olmak üzere nüfusun çok büyük bir kesimi kendini “şeriatçı” değil ama “Müslüman” olarak tanımlarken, Müslüman olmamayı ve tanrıtanımazlığı önkoşul olarak dayatan, hem George Bush’un hem kemalist devletin Müslüman düşmanlığına sürekli ödün veren bir solun küçük ve güçsüz kalmaya mahkûm olduğu açık.Daha-sı, laiklik adına sürekli devlet güçlerinin yanında yer alan bir solun, tüm ezilenlerin ve tüm muhaliflerin gözünde anlamsız olacağı da açık. Türkiye’de sol, din körü olmak zorunda; devletin uydurduğu “laik-şeriatçı” bölünmesini elinin tersiyle itip geçmeyi öğrenmek zorunda. Aksi taktirde, Müslümanlar için sorun olduğunu sanmıyorum, ama bizim işimiz çok zor.

1 Response

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir