Sırrı’nın Hatırası Sola Ne Söyler?
Arkadaşımız Fuat Kına, yakın zaman önce kaybettiğimiz Sırrı Süreyya Önder’in hatırasından ve mücadelesinden yola çıkarak içinde bulunduğumuz toplumda ezilenlerin örgütlülüğüne dair akıl yürütüyor. İlginize sunuyoruz…
Toplumsal hareketler üzerine gerçekleştirilen uzun erimli tarihsel analizlerin çoğu, bir konuda ortak bir gözleme işaret eder: Taban düzeyinde toplumsal muhalefet, geçmişe kıyasla giderek daha merkezsiz, daha dağınık ve çoğu zaman örgütlülükten yoksun biçimlerde tezahür ediyor. Özellikle 2010’lu yıllarda ortaya çıkan büyük protestoların birçoğu, süreklilik arz etmeyen, aniden yükselen ve çoğu zaman örgütsel bir çerçeveden mahrum sosyal patlamalar şeklinde gelişmişti. Bugün hemen tüm sol hareketler Gezi’nin mirasını sahiplense de, bu sahiplenmenin içinde örgütsüzlükten kaynaklanan eksikliklere dair bir sorgulama hep hissediliyor.
Örgütlülüğün önemine dair farkındalık birleşik mücadele arzusunu da görünür biçimde artırmış durumda. 2010’ların başında yaşanan bu örgütsüz ama devasa patlamalardan dersler çıkaran sol örgütler, 1990’ların sonundaki ÖDP deneyiminden bu yana belki de hiç olmadığı kadar birlikte hareket etme yönünde bir isteklilik sergiliyorlar. Ne var ki bu birliktelikler çoğu zaman bir duygu birliğinden ziyade, rasyonel hesapların ve stratejik pazarlıkların ürünü olarak şekilleniyor. Ortaya çıkan birlik zeminleri, genellikle karşılıklı tavizlerle belirlenen bir asgari müşterek çerçevesiyle sınırlı kalıyor. 1 Mayıs’ta Taksim’e çağrı yapan farklı örgütlerin biraradılığı, bu durumun örneklerinden biri olarak görülebilir.
1 Mayıs’takine benzer birleşik mücadele girişimlerine son birkaç yıldır sıklıkla tanık oluyoruz. Otuz kırk imzacı örgütün, yani her biri müstakil dikey flamalarla temsil edilen çok sayıda kurumun bir araya geldiği, sayıca çok ama etkisi sınırlı pek çok kolektif eylem düzenlendi bu süreçte. Peki bu birlik zemini mücadelenin sınırlarını genişletmeye yarıyor mu? Kendi örgütsel faydalarını gözeterek kar maksimizasyon denklemlerini işleten onlarca yapının aynı zeminde bulunuşu, sahiden bir örgütlülük anlamına geliyor mu? Daha da önemlisi, Kürt hareketinin neredeyse hiçbir ön hazırlık yapmadan, kadın hareketinin ise oldukça sınırlı bir hazırlıkla hayata geçirebildiği kolektif çıkışları, sol örgütler neden işçi mücadelesi söz konusu olduğunda –günlerce, hatta haftalarca süren planlamalara rağmen– ortaya koyamıyorlar?
Çünkü çoğu zaman esas belirleyici olan, zannedildiği gibi stratejik-taktiksel hesaplamalarla şekillenmiş planlı bir örgütlülükten ziyade, daha derinlerde kök salan kültürel ve duygusal bir örgütlülüktür. Yanlış anlaşılmasın, yazar burada birleşik mücadeleye dair bir hipotezi test etmiyor. Ancak toplumsal mücadelenin dönüştürücü gücü, örgütlerin ne denli tutarlı programlara sahip olduğundan, ne kadar rafine analizler ürettiğinden ya da ne kadar yan yana isim yazdırabildiğinden çok, bu türden bir duygudaşlık üzerinden inşa edilen bağlara dayanıyor. Büyük ölçekli siyasal etkiler ya da radikal dönüşümler de çoğu zaman bu görece görünmez kültürel örgütlülüğün bir ürünü sayılabilir. Yani kolektif anlam kurma pratiklerinin yarattığı sessiz mutabakatlar kurucudur. Ortak öfke ya da müşterek umutlar etrafında kurulan bu tür bağlar, kâğıt üzerindeki birliklerden çok daha sahici ve taşıyıcı bir zemin sunar.
Sırrı’nın cenazesi, bu kültürel veya duygusal örgütlülüğün en sarsıcı örneklerinden birine sahne oldu. Neredeyse hiçbir pankartın yer almadığı —sadece en önde taşınan iki pankart dışında—, hiçbir hazırlığın ya da önbelirlenimin olmadığı bir büyük Barış yürüşüydü adeta. AKM’deki anmanın hemen ardından neredeyse tamamen doğaçlama bir biçimde başlayan yürüyüş, tam Gezi’nin hizasına gelindiğinde polis barikatıyla karşılandı. Yaklaşık 5 dakikalık bir müzakerenin ardından, gençlerin sakin ama öfkeli zorlamasıyla barikat aşıldı. Taksim meydanından cenaze namazının kılınacağı Levent Barbaros Hayrettin Paşa camisine, yaklaşık üç saat süren yürüyüşün başından sonuna kadar kimse bir diğerinin sloganından rahatsızlık duymadı; ya da diğer bir ifadeyle kimse bir diğerini rahatsız etme ihtimali olan bir slogan atmadı. Herhangi bir eylem/tertip komitesi olmayan yürüyüş boyunca yürüyüşün repertuarına dair sessiz bir mutabakat hakimdi. Kimse kimseye üstünlük taslamadı. Kimse kendi varlığını önplana çıkarmaya çalışmadı. Sol örgütler toplamı şeklinde organize olan eylemlerde eşine pek rastlamadığımız bir kader ve keder birliği hâkimdi. Bu bir anma değildi yalnızca; hafıza, özlem, umut ve elbette siyasal bir iddianın kolektif ifadesiydi. Aynı zamanda, Sırrı’nın Türkiye siyasetinde işgal ettiği yerin, uyuşmazlar arasında kurduğu rabıtanın sessiz ama son derece güçlü bir yankısıydı.
Yine kısa bir süre önce hayatını kaybeden Mujica’nın söylediği gibi, 20. yüyzyıl solcuları ne yazık ki kültürün yani insanların anlam kurma süreçlerinin belirleyici rolünü görmezden geliyor. [1] Lenin, ismini açıkça anmasa da, partiye yaptığı vurgu ile ekonominin yanına siyaseti de eklemiş, böylece Marksist teoriye önemli bir müdahalede bulunmuştu. Dönemdaşlarının bazıları için bu bir sapmaydı. Ancak tarih, Lenin’i bu gerekçeyle mahkûm etmedi. Aksine, kürenin dört bir yanındaki sosyalistler onu Marx’ı en doğru kavrayan kişi olarak gördüler uzun yıllar boyunca. Bugün ise elimizde bir asrı aşkın tarihsel deneyim ve çok daha kapsamlı bir bilgi birikimi var. Bu birikim, artık yalnızca ekonomi ve siyaseti değil, onların yanı sıra kültürü de merkezine alan yeni bir mücadele ufkunu zorunlu kılıyor. Karşımızda duran ödev, kültürü siyasetin ve ekonominin eşdeğer bir bileşeni olarak düşünsel ve pratik düzeyde örgütleyebilmek.[2] Zira Mujica’nın dediği gibi: “…kapitalizm bir kültürdür ve kapitalizme ancak başka bir kültürle karşılık vermemiz, direnmemiz gerekir. Başka bir ifadeyle: Bu, dayanışma kültürüyle bencillik kültürü arasındaki bir mücadeledir.”
İçinde yaşadığımız toplum halihazırda derin bir kültürel yarılmayla şekillenmiş durumda. Seküler ve muhafazakâr kutuplar etrafında örgütlenen bu bölünme, sadece siyasal tercihleri değil, gündelik alışkanlıklardan kederlerimize veya beklentilerimize kadar uzanan tüm alanları şekillendiriyor. Tam da bu noktada, Sırrı gibi önderlerin toplum nezdinde taşıdığı anlam son derece kurucu gözüküyor. Çünkü Sırrı, bu kültürel kamplaşmayı tam ortasından yarabilecek, ileri-geri şeklinde vadesi geçmiş suni dikotomileri yerinden edebilecek, farklı ezilme tecrübelerini ya da farklı ezilen kültürlerini ortak bir anlamlılık içinde buluşturabilecek yeni bir direniş kültürü inşa etme kabiliyeti dolayısıyla kıymetliydi. Bu nedenle onu yalnızca bir siyasal aktör olarak değil, aynı zamanda yeni bir toplumsallığın veya müşterek bir kültürel ufkun habercisi olarak anlamak gerekiyor.
Kültürel anlamda eklektik konumlanmaların siyasi dönüşümler açısından hayati bir yeri var. Farklı anlam kurma biçimleri birbiriyle temas kurabildiğinde, bu temasın muhatapta bir şaşkınlık yaratmasını beklemek makul hale gelir. Ve bilindiği üzere insanlar şaşırdıklarında yeniliklere de açık hale geliyorlar. Ancak Türkiye’deki sol hareket bu potansiyeli işlemek yerine, çoğunlukla mevcut kültürel anlam rejimlerinden birine sırt yaslamayı, diğeri/diğerlerini ise mahkûm etmeyi tercih ediyor. Direnişin ilerici ve seküler bir kültürel çerçeveyle muhkem olduğu varsayımı, genellikle konuşulmayan ancak oldukça baskın bir tez olarak beliriyor.[3]
Oysa Sırrı’nın örneği bunun tam tersine işaret ediyor. Eklektik kültürel konumlanmalar, siyasi olarak keskin bir dirençliliğin önünde engel değil. Bilakis, bizzat bu direnci kuran zeminin ta kendisi. Zira Sırrı, kendi sözleriyle Türkiye’de aydınların en büyük iki sınavı olan başörtüsü ve Kürt meselelerininin ikisinde birden sınıfı geçebilen ender figürlerden biriydi. Elbette muazzam dilsel becerisi, engin menkıbe ve fıkra bilgisi ve ezberden okuduğu şiirlerle muhatabının yüreğine dokundu. Dahası nezaketiyle kafa karıştırdı. Ama bunu antikapitalist, antipatriyarkal ve enternasyonel bir ideolojik bütünün parçası kıldı. Yetinmedi. Mücadelesine yeni öğrendiği ezme-ezilme ilişkilerini de ekledi. Şaşırttı. Temel fıkrasını sosyalist propaganda ile yanyana getirdi. Alışıldık imgelerin anlamını tarumar etti; böylelikle mücadelenin anlamını örgütledi. Cenazesinde dahi olan buydu: İhsan Eliaçık’ı Numan Kurtulmuş’a imam yaptı.
Tüm bunlar sebebiyle Sırrı’nın cenazesi Türkiye’nin ilk büyük Barış yürüyüşüne ev sahipliği yaptı dersek abartmış sayılmayız. 1 Mayıs’ta 3-5 kişilik kortejlerde, kocaman pankartlarla bir araya gelerek, gözaltına ve kadraja aynı anda girmeye çalışan solcu dostlarımızın hedeflerine ulaşamayışlarından üç gün sonra, Mecidiyeköy viyadüğünü “Jin Jiyan Azadi, Sırrıya Sözümüz Barış Gelecek” sloganlarıyla inleten kolektif duygu tam da buydu.
Eklektik kültürel konumlanmalardan yaratıcılık ya da sanat devşirmek, halkı dönüştürürken halkla dönüşmek anlamına geliyor. Yine tam da bu yüzden Türkiye’de güçlü bir müslüman sosyalist, müslüman feminist şahlanışa hiç olmadığı kadar ihtiyaç olduğu teslim edilmeli. Sırrı’nın bize tekrardan hatırlattığı buralılığın elbette bir siyasi programı yok. Ama emekçinin “Allah’ınız yok mu” feryadında, Kürdün “Edi bese”sinde bu kültür çoktandır var. Solun ödevi ise, merkez siyaseti domine eden seküler-muhafazakar kamplaşmayı, kavganın göbeğinden neşvu nema bulan bu direniş kültürüyle ikame etmek, kendisini ve toplumu kültürel anlamda örgütlemek. Bu da görünen o ki masa başında pazarlık yaparak değil, mezar başında ağıt yakarak olacak…
Allah rahmet eylesin.
[1] https://bianet.org/haber/mujica-benim-kusagim-safdilce-bir-hata-yapti-307447
[2] Bu çerçeveye dair Marksist yazında elbette çokça teorik açılımlar mevcut. Gramsci bunun en iyi örneklerinden biri sayılabilir.
[3] Bunun Kürt hareketi dışında da büyük tarihsel istisnaları var. Ancak bu örnekleri günümüzdeki ortalama vaziyet ışığında görmezden gelebiliriz, en azından bu yazının konusu değil.