Metin Yeğin: “Nasıl ki zenginler kendi evlerini yapıyorlar, biz yoksullar da onurlu insanlarız kendi evlerimizi kendimiz yapacağız”

Metin Abi ile 21 Mart Perşembe akşamı Fatih’te bir söyleşi yapma imkânı bulduk. Yüksek katılımlı doyasıya bir muhabbet oldu, çok şey öğrendik. Viranşehir Komünü (orijinal adıyla Ax u Av Kolektifi) diye bilinen projeyi ilk ağızdan dinlerken, Mehmet Efe’nin “üretmemiz gereken, sistemden bağımsız bir hayat biçimidiye özetlediği arzuya paralel bir tecrübe gördük.

Alperen: Metin Yeğin ile yapacağımız söyleşiyi çok hızlı duyurduk, çünkü Metin Abi’yi sabit bir yerde bulmak mümkün olmuyor. Kendisini daha çok Latin Amerika’daki ezilenlerin, topraksızların mücadelelerini bize anlattığı kitaplardan, metinlerden tanıyoruz. İki yıldır Viranşehir’de bir köy projesi ile uğraşıyorlar. Viranşehir projesini çok kıymetli buluyoruz bu yüzden projeyi ayrıntılı bir şekilde konuşalım istedik.

Metin Yeğin: Dünyanın herhangi bir yerinde radikal inşaat tekelleriyle barınma sorununun çözülemeyeceğine inanıyorduk, başka türlü çözülmesi lazımdı. Barınma hakkı bugüne kadar TOKİ ve benzeri kuruluşlarla dünyanın hiçbir yerinde çözülemedi. Bu yüzden başka türlü şeyler yapmak gerekiyordu ve bir de Kürt hareketi Ekolojik Demokrasi diyordu. Politik anlamda çok önemli bir potansiyel söz konusuydu. Teorik olarak bir şeyler söylenmesine rağmen pratik olarak bir şey yoktu. Birçok yerde bu konuda konuşmuştum, Viranşehir’i de biliyordum ve orada böyle bir şey yapmaya karar verdik.

Önce benim oraya gideceğime hiç kimse inanmıyordu, Oraya gittim ve ilk olarak şöyle başladık: Önce eviniz var mı diye sorduk, yok dediler; yani sizin eve ihtiyacınız var ve ayrıca herkesin bir ev hakkı var, dedik. Bunu söylerken bırakıp gitseler bile biz bu işin yararlı, önemli olduğunu düşünüyorduk.

Sonra diyorduk ki biz birlikte bir ev yapacağız. Ama nasıl ev yapacağız, beton ev yapmayacağız, kerpiç ev yapacağız. Neden? Çünkü paramız yok ama bir de esas kerpiç ev bütün evlerden daha sağlıklıdır.  Ancak bu evin kapısı, penceresi, çatısı var ve bunlar para ile olacak işler ve biz size para vermeyeceğiz. Bütün bunları birlikte yapacağız. Hep beraber toplanacağız, birisi diyecek ki işte ağaç lazım, ne kadar ağaç lazım işte şu kadar ağaç lazım, bunu siz kendiniz alacaksınız. Ayrıca bu ev kaç metrekare olacak siz karar vereceksiniz. Bu evin nasıl olacağına dair, Viranşehir özelinde erkekler ayrı toplanıp karar verecekler, kadınlar ayrı toplanıp karar verecekler ve 6 yaşından büyük çocuklar da toplanacak, nasıl panzere taş atıyorlar diye büyük gibi ceza alıyorlarsa onlar da evlerinin nasıl olacaklarına karar verecekler ve bu ortak kararlar sonucunda evlerin nasıl olacağı ortaya çıkacak.

Ayrıca bu evi sen yapacaksın. Yani kimi kerpiç karacak gücü yetmeyen mesela çay yapacak ama herkes katılacak. Yani hep birlikte yapacağız. Sadece ev yapmayacağız, bunun bahçesinde organik tarım yapacağız. Neden organik? Çünkü öncelikle bu ürünleri bizim çocuklarımız yiyecek. Ortak bir tarlamız olacak, hep birlikte tarım yapacağız ve hep birlikte yaptıklarımızı satacağız, bir gelirimiz olacak. Yani aynı zamanda, başka bir yaşam örgütleyeceğiz.

Peki sen burada nasıl oturacaksın, burası senin olacak mı, tabiî ki senin olacak yani sen orada ömür boyu oturacaksın, ölünce çocuklarına kalacak, fakat sen burayı satıp gitmek istersen satamayacaksın, işte ben burayı satarım, araba alırım, cep telefonu alırım diyorsan yapamayacaksın. Eğer oradan çıkacaksan, orada yaşayanlar toplanıp ortak karar alırlar. İhtiyacı olan başkaları gelip oraya yerleşir.

Böyle genel konuşmalar yaptık, kent meclisleri vardı, orada bütün bunları anlattık. Birisi beni yazdır dediği zaman “yazdır” diye bir şey yok diyorduk. Geleceksin konuşacağız, geliyordu, bir daha anlatıyorduk. Tamam mı diyorduk, evet derse toplantılar yapmaya başlıyorduk. Kadınlar ayrı, erkekler ayrı toplanmaya başladık, Viranşehir’de kadınları dışarıda tek başına göremezsiniz, örneğin çocuklarını doktora götürürken filan görebilirsiniz ancak. Bu toplantıları yaparak inşaata başladık, nasıl yapacağımızın bilgisi yoktu ve bu işi yaparken biz hiyerarşiyi reddediyorduk. Bilgiyi reddetmiyorduk, dünyanın her yerinden insanlardan bilgi almaya başladık.

Bunların içerisinde 1980 yılında Tübitak projesi olarak ortaya çıkan toprağın içine alçı ve kireç katılarak oluşturulan Alker dedikleri çok sağlam ve çok pratik bir yöntem vardı.[1] O günden bu güne bu yöntemle, radikal inşaat tekellerinin engellemesi yüzünden sadece 2 bina yapılabilmiş. İTÜ inşaat Mühendisliği içerisindeki bir bina onlardan biri. 1999 depreminde İTÜ’nün bir sürü binası hasarlı raporu almışken o binalar sağlam çıkmıştı. Deprem masasının tespitine göre 8’lik bir depreme dayanıklı bir yapı biçimiydi. Oradaki profesörlerle konuştuk, onlar da büyük bir zevkle geldiler, ayrıca Meksika’dan ve diğer ülkelerden de mimarlar, mühendisler geldiler. Tarımla ilgili toplantılar  yapıldı. MST’nin topraksızlar hareketinden yararlandık.

7-8 aileden oluşan gruplar kurduk. İlk önce 110 aile başvurdu, biz hemen hemen hiç kimseyi çıkarmadık. Daha sonra 70’e indi. Her 7-8 kişiye bir koordinatör tayin ediyorduk, diyelim para lazım, o koordinatörler para topluyordu, biz hiç paraya karışmıyorduk. Para işine biz baştan itibaren hiç bulaşmadık. Şimdi buradan benim anlattığım kadarı ile bakıp da işte Allah ne güzel bir şekilde gidiyor zannetmeyin. Biz komün dememiştik ama bu komün lafı bize yapıştı ve herkes de bu komünü başka bir şey zannediyordu. Böyle olunca dışarıdan bakınca güllük gülistanlık, işte herkesin, hep beraber çalışmaya gittiği bir yer falan diye. O kadar kolay değil.

Biz baştan itibaren türkü söyleyerek yapacağız evlerimizi diyorduk. ‘Komün ne?’ diye sordukları zaman ‘Komün halay çekmek gibidir, herkes birbirinin omzundan tutar, kimse birbirinin düşmesine müsaade etmez. Birlikte oyun oynarlar ve ama halayın başı da ben halayın başıyım diyerek kenara oturamaz. O hem oynayacak, hem mendil sallayacak.’ diyorduk.  Sonra yapmaya başladık, önce büyük bir ağanın toprağını işgal ettik, bu danışıklı bir işgaldi, ses çıkarmadı, belediye de bizimle birlikte hareket ettiği için bunu destekliyordu. O sırada Belediye Başkanı Leyla Güven cezaevindeydi ve o zaman dışarıda olanlar onun her an çıkabileceğini düşündüklerinden onu dinliyorlardı. Viranşehir’in hemen yanında, çok güzel bir yerdi bizimki.

Bu arada Viranşehir 100.000 kişilik bir şehirdir. Bir gecekondu mahallesinin yanında yapmaya başladık, çünkü bu ev biçimini o insanların da görmesini ve benimsemelerini istiyorduk. Briket evler, yerine çok sağlıklı kerpiç evler olsun diyorduk. Fakat şaşırtıcı bir şekilde, Viranşehir’de herkes bize kimse burada kerpiç eve girmez diyordu. Baştan beri, biz kimseden yardım almayacağız ve kendi evlerimizi kendimiz yapacağız diyorduk, nasıl ki zenginler evlerini yaptırıyor, biz yoksullar da onurlu insanlar olarak kendi evlerimizi kendimiz yapacağız diyorduk.

47 dönüm toprak işgal ettik. 47 dönümde 36 ev planladık, herkesin evinin 250 m2 bahçesi olacağını düşündük. Onlara 80, 90 ve 110 m2’lik ev önerileri götürdük. Katılan aileler çok yoksul ailelerdi ve çoğu da mevsimlik işçilerdi. İlk ayrılmalar da o yüzden oldu ve bir kısmı da baktı ki belediye falan gelip çalışmıyor, kendilerinden başka evi yapacak kimse yok. O zaman ayrıldılar. Biz kimseyi ayırmadık, iki şartımız vardı, bir; evi olmayacak, ikincisi de; kolektif çalışmaya açık olacak. Sadece bir kişinin evi olduğu ortaya çıktı, kimseden kağıt falan istemiyorduk. Çünkü bizim dedikodu gibi bir silahımız vardı. Birisi bir şey söylediği zaman, 15 dk. sonra doğrusunu öğreniyorduk. Kim çalışmaya geliyor, kim gelmiyor, kim az çalışıyor, bunların belgesini tutmadık ve dedik ki bu yaptığımız şey sadece bir ev yapma süreci değil, aynı zamanda yeni bir toplum inşa etme süreci.

Ben bugün de yaptığımız uygulamanın doğru olduğuna inanıyorum. Bir başka demokratik biçim inşa etme çabasındaydık. Onlara 250 m2’lik bahçeler içinde 80, 90, 110 m2’lik evler önerdik. Ayrı 22 dönümlük ortak bahçe, bir tarla vardı. Biz herkese 80-90 metrekarelik ev yapılmasını önerdik ama onlar demokratik model diye diye evleri 140 m2’ye çıkardılar. Bizim aslında farkında olduğumuz ama üzerine pek düşmediğimiz bir şey vardı ki evler Türkiye’de sadece bir ev değil bir prestij meselesiydi. Bu 140 m2 evi yapıyorsun ama bu daha çok kapı, pencere ve daha çok çatı alanı demek ve bunu ben karşılamayacağım, sen karşılayacaksın. Aynı zamanda bu daha çok emek demek ve bu şekilde 80 m2 ev 7.000 TL ise, 140 m2 olunca 20.000 TL’yi buluyordu. Ve evin güvenliğini arttırmak da daha pahalıya mal oluyordu. Böyle pahalı olmaya başlayınca insanlar bunu kaldıramadılar ve ayrılmaya başladılar. Bir kişi dışında herkesin aylık geliri 700 TL civarındaydı, mesela çoğu, belediyede taşeron işçiydi. Adam belediyede taşeron işçi, gündüz orada çalışıyor, akşam geliyor bizimle çalışıyor, kendi masrafı var, evin masrafı var ve sonuç olarak bütün bunları kaldıramıyor.

Sonunda 8 aile 140 m2’den 8 ev bitti ve 50 kişi orada yaşıyor. En son dönem 22 ton biber elde ettik, onu bayağı iyi bir paraya sattılar. Evler çok güzel oldular. Şimdi evleri ziyaret edenler gelip diyor ki, bunlar ekolojik ev değil ki bunlar bayağı ev olmuş. Ekolojik ev dediğin zaman mağaraya falan girilecek zannediyorlar. Sık sık eleştirdiler evleri, buraya fayans döşemiş dediler, biz alternatif bir şeyler öneriyorduk ama kadınlar özellikle fayans istiyorlardı. Ya insanları yöneteceksin şunu yap, bunu yap diye ya da karar vermelerini isteyeceksin, biz insanların karar vermesini istiyorduk ve kadınlar fayans yapılmasını istiyorlardı.

Eleştirenlere; ben de soruyordum ekolojik değil diyorsun ama fayans dediğin şey ne? Pişmiş toprak; peki senin evinde ekolojik ne var, en fazla saksıda çiçek. Şimdi zenginler Dubai’de Master City’yi inşa ediyorlar, toplam 60 milyon dolara mal oluyor, her şeyi ekolojikmiş! Böyle ekolojik ev olmaz. Ekolojik dediğin bütün kararların ortaklaşa alındığı, demokratik katılım gerektirir, böyle ekolojik olmaz. Belki organik materyallerden bir ev yapabilirsiniz ama ekolojik değildir bu. Bize Organik materyallerden kullandın mı kullanmadın mı derseniz, biz ilk olarak temele beton atıyoruz. Sonra yukarıya da bir beton atıyoruz ama onun dışında bütün yapılanlar organik ve dışarısı 50 derece olduğunda, içerisi en fazla 25 derece falan olur. Dışarısı -5 derece iken içerisi 15 derece oluyor ve içeride herhangi bir koku yok, içeride sigara kokusu falan duyamazsınız.

Biz orada şehirden köye dönenlerle yani bir şekilde doğaya kaçanlarla çalışmadık. Bütün hayalleri bir apartmanda yaşamak olan, insanlarla çalıştık. Kapitalizmin düşünsel hegemonyası o kadar güçlü ki, işte artık değer sömürü falan önemli ama esasında onu ayakta tutan şey düşünsel hegemonyası.

Bu evler yani 140 m2 evler 24.000 TL’ye mal oldu, bugünkü konjonktürde hiçbir şey değil ama o insanlar için çok para ve Viranşehir bir yandan da acayip bir tefeci memleketi. Viranşehir’in yarısı tefecilere para verir satsınlar diye, diğer yarısı da tefecilerden para alır. Onlar da evleri yaparken, tefecilerden para aldılar ve yüksek faizleri ödeyemediler, sıkıştılar,  bütün evlerin esnafa toplam 25-26 bin lira borçları vardı, bir yandan da 30 bin lira kadar diğer borçlar vardı. Esnaf parasını alamayınca devamlı belediyenin kapısını çalmaya başladı. Bunun gibi meseleler ikinci etabın başlamasını engelledi. Ben mükemmel bir topluma inanmıyorum, mükemmel bir toplum talebi faşizmdir. Biz sorunları olan ama bunu çözebilen bir yapıyı savunuyorduk. Olur. Baştan itibaren bunu böyle söylüyordum.

Soru: Viranşehir’de son durum nedir?

Belediyenin yıkacağı şeklinde duyumlar aldık. Ama son bilgi evlerin yıkılmayacağı yönünde, kooperatif kurdukları takdirde sadece ev arazilerini verme biçiminde…

“Kapitalizmin Çanına Ot Tıkamaktır Bu

Soru: Ben de oraya gelip ziyaret edenlerden biriyim. Viranşehir, 1992’deki köy boşaltmalarından sonra çok göç alan bir yer. Oranın seçilme nedeni sadece ağanın oraya izin vermesi mi, yoksa yeni bir yerleşim yeri tasavvuru mu? Bu aynı zamanda Kürt hareketinin ekolojik, demokratik, bir toplum tasavvuru mu? bu evler mesela neden İstanbul’da değil de, Viranşehir’de yapıldı?

Kesinlikle belediyenin bir fikri yoktu, ben 2004-2005’te orada panellere katılmıştım. Panel de bir konuşma sırasında Cumartesi sabah saat 10’da panele 1200 kişi falan gelirdi. Gündem’de de uzun yıllar yazdığımdan bir etkim vardı ama sonra anladım ki benim oraya gelip böyle bir şey yapacağıma kimse inanmıyorlardı. Onlara nereler olabilir diye sorduğumda bana 4-5 yer gösterdiler, biz o 4-5 yerden birini seçtik. Ben özellikle o bölgeyi seçtim, burası Şırnak Mahallesi denilen bir gecekondu mahallesinin yanıydı, göçlerle beraber oluşan bir mahalleydi ve orayı değerli olarak görmüyorlardı.

Biz her şeyi çok açık yaptık. Önce gazetede yazdık, işte Samanyolu’ndan, TRT’ye, BBC’ye, Ajans France Pres kadar herkes geldi. Çok geniş bir meşru alan yarattık ve biz o meşru alan üzerinden yürüdük. Düşüncenin gücüne inanıyorduk ve bu güçle yürüyeceğimizi biliyorduk, öyle de oldu. Belediye bize önce yardımlar yaptı, bize temel kazısı için kepçe ve başlangıç için toprak gönderdi. Bu süreç daha iyi yürüseydi belediyeden zaten tapular alınırdı.

Soru: Siz bunu yaparken başka yerden teklif geldi mi, yapım için?

Her yerden geldi, biz de orayla sınırlanmaması gerektiğini düşünüyorduk, Lice’den, Nusaybin’den, Kızıltepe’den ve birçok yerden teklif geldi ama biz az kişiydik. Hareketi veren Allah, militanını da verir diye bir ilkemiz vardı. Fakat süreç kötüydü, bir belediyeye gidiyorsunuz konuşuyorsunuz, onlar istiyorlar bir daha gittiğinizde onlar orada olmuyor KCK’den tutuklanmış oluyorlar. Bir de Kürt hareketinin kendine özgü bir ajandası vardır. İşte 8 Mart, Newroz falan gibi, yoğun bir ajanda. Bize hemen hemen her yerden müracaat ettiler, bizim niye Viranşehir’i seçtiğimize hayret ediyorlardı. En zor yer olarak görüyorlardı, bizse burada başarırsak her yerde yaparız diye düşünüyorduk.

Soru: Şu an kalan 8 aile, bu projenin değerinin farkına varmışlar mı, bu işe inanıyorlar mı?

Gününe bağlı, yani bazen çok keyiflidirler, şunu şöyle yapalım falan derler, bazen umutsuzluğa düşerler. Aslında doğru olduğunu düşünüyorlar ama biraz kurcalarsanız, biz burada tapu alsak da satsak diye bir şey de var kafalarının arkasında. Ben şimdi  bazen kızıyorum ama sonra kendi kendime düşünüyorum. Mesela biz burada şimdi miting yapacağız desek yüzde yetmişimiz kalkar gideriz, gider bağırırız miting örgütlemek kolaydır. Bir işgal örgütleseniz bir hafta sürebilir ama biz bir çalışma örgütledik. Mesela toprakları ayırıp ayrı ekmeye karar verdiler, biz önce; Olur mu birlikte olacak. dedik ama sonra anladık ki öylesi daha iyi. Ben şimdi buna inanıyorum.

Orada büyük alanlar yaratırsak biz yönetici sınıf oluşturmaya başlıyoruz. Kağıt üzerinde olmasa bile fiiliyatta böyle oluyor  ama ayrı ayrı ekip, birlikte değerlendirdiğinde daha verimli olduğunu gördük. Mesela herkes kendi ekiyor, sen 7 ton ekersin ben 11 ton, ona göre karşılığını alırız. Ama sen biberini topladın, ben biberimi toplayamadıysam, herkes gelip benim biberimi topladı, o konuda çok harika bir dayanışma var. Bir de ilk başta ayrı toplanan kadınlar şimdi en etkinler. Şimdi kocalarına sen ayrılırsan ayrıl ben kalırım komünde demeye başladılar. Kadınlar ve erkekler bir yerden sonra birlikte toplanmaya başladı. Bu nokta da inanılmaz bir değişim oldu. Burası aslında bir üniversitedir ve her yerden insanlar geldiğinde nasıl komün olduğumuzu, niçin organik ekim yapıldığı vesaire görürler.

Kapitalizmin karnında bir şey yapıyoruz tabii, benim kafamdaki ‘Yeni gecekondu hareketi ve Kent reformu’ dediğim şey yaşadığımız bu deneyimden ortaya çıktı. Kapitalizmin temel dinamiği bu ‘Kentsel dönüşüm’dür. Bunu ortadan kaldırmak için bana göre mutlaka bütün kent toprakları hızlı bir şekilde gecekondulara dağıtılmalı, çünkü zaten İstanbul’a baktığınızda, bir gecekondulara bir de Toki’lere bakın, gecekondu her zaman daha güzeldir, bir de buna destek ve bilgi verildiğini düşünün…

Bu yüzden de ben, bir kent reformu öneriyorum, anarşist filan değil reformcu bir öneridir bu. Yeni gecekondu hareketiyle ancak durdurabiliriz kentsel dönüşümü. Toprak reformu gibi düşünebilirsiniz. Kapitalizmin çanına ot tıkamaktır bu. En önemli kısmı da, ‘Dünyada mekan, ahirette iman’ anlayışına göre insanları dünyada mekan sahibi kılmaktır. Kutsal vatan uğruna cephelere sürülen yoksulların bir gecekondu için bir evlek toprak hakkı yok mu? Özellikle BDP’li belediyeler bu toprakları hızla dağıtarak ekolojik demokrasiyi getirebilir. Bu durum aynı zamanda ‘Katılımcı ekonomi’nin hareket noktasıdır ve eğer bu hareketleri örgütleyebilirsek bu katılımcı demokrasinin en önemli ayağı olacaktır. Hem herkesin çok iyi, harika evleri olabilir, hem de kapitalizme karşı değişimi sağlayabilir. O zaman konut ve barınma hakkının meta olmasından da onları insanları kurtarabiliriz.

Soru: Bunu bir işgal olarak mı gerçekleştirmeyi düşünüyoruz? Bu işgal hareketine karşı müthiş bir şiddet yaşanabilir.

Öncellikle ben tabii ki işgal olması gerektiğini düşünüyorum. Ama bu işgali harekete geçirmek için Kürt hareketinin potansiyeli olduğunu düşünüyorum. Ayrıca anayasal bir ilkedir, sosyal devlet ilkesine göre herkes barınma hakkına sahiptir. Uluslar arası ilkelere göre de herkes konut hakkına sahiptir. Bu, belediyelerin görevidir aslında.

Buna işgal diyorum ama nasıl Toki konutları kamunun ise onların da doğrudan insanlara verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Önce kendi kafamızdaki gecekondu imajını kırmak lazım. Bunun için ben özellikle, gecekondu hareketi diyorum, beyaz Kürtlerin de kafasındaki algıyı kırmak için. Bir yandan işgal etmek, bir yandan da BDP hatta CHP’li belediyelere söylüyorum. Buradan kolay kolay rant çıkaran olmaz, olsa bile Ağaoğlu’ların rantının yanına yaklaşamaz. Ama bir belediye ben bu toprakları dağıtıyorum dediğinde kimse onun önünü alamaz.

Ayrıca yoksulları ideoloji üstünden örgütlemekten söz etmiyorum, çünkü yoksullar ihtiyaç üzerinden örgütlenir, temel olan da budur. Zaten direniş dediğimiz, İran Devrimi öncesi yoksulların gecekondulaşması ya da devrim sırasında, boş evlerin işgalidir. İnsanlar bunun yolunu bulurlar.

Soru: Kürt Hareketi’nin bunu yapacak cesareti veya hesaplaşma isteği var mı, size göre?

Kürt Hareketi bir tane değil tabii, ayrı anlamında söylemiyorum ama emekçiler olduğu gibi burjuvazi de var hareketin içinde. Bu biraz zor kabul görebiliyor dolayısıyla, iyi ama biz daha hazır değiliz diyorlar mesela. Ama bunu değiştiremezse, emek yanından vurgu yapmazsa, yoksul için başka, yeni şeyler yapmazsa Barzani-Talabani hareketinden ne farkı kalır? Dünyadaki ekolojik mücadelelere baktığınızda, Kürt Hareketi’nin ekolojiyle buluşması tesadüf değildir. Bu bir kimlik sorunudur aynı zamanda.

Barış görüşmelerinin her ne kadar olgular üzerinden gittiğini düşünsem de, Kürt Hareketi’nin özgür komünlerden, ekolojik hareketten, radikal katılımcı demokrasiden vazgeçmeyeceğini, vazgeçemeyeceğini düşünüyorum. O yüzden Kürt Hareketi, yeni gecekondu hareketi gibi alternatif yapı biçimini savunabilir diye düşünüyorum.

Soru: Bir de projeye yapılan eleştirilerde gördüğümüz, insanların bire bir işin içine girmeyince sıkıntılı algıların doğabilmesi…

Kesinlikle. Mesela kadınlar mutfağı ve salonu iç içe yapmaya karar verince, feminist bir yazara sorulduğunda, “kadınları mutfaktan kurtarmayan komünü neyleyim” diyebiliyor. Benim neyime ki kadını kurtarmak, bu hiçbir zaman insanların arasında olmamakla ilgili bir şey.

Mesela Zapatistalar 4 yaşından itibaren kardeşlerine bakarak büyürler, Zapatist hareket bu 20 komünün bütününde hâlâ kadınların okula gitmesini zorunlu tutmaz. Teşvik eder, olmasını ister, örgütlemeye çalışır ama yukardan aşağı karar almaz, çünkü o zaman kendiyle çelişmiş olur.

Bizim yaptığımız iki hata oldu, 90-100 m2 olmasında ısrar etmedik, insanlar 140 m2 yapmak isteyip öyle yaptılar. Belki bunda ısrar etmeliydik bu nedenle de uzadı, inşaat süresi uzun oldu eleştirilerine de şunu söylemek istiyorum: Biz 8 tane ev yaptık 140 m2, bir ortak salon 380 m2, misafirhaneyle vesaire toplam 1600 m2 kapalı alan yaptık. Belediye kapalı alanı 1700 metrekarelik terminal yaptı bizden daha uzun sürdü ve 2.5 trilyon para harcadı.

Biz kerpiç ev yaptık tabii, “ama briket daha hızlı oluyor dediler” fakat iyi örgütlensek briketten daha çabuk yaparız. Ayrıca briketi satın almak için harcanan emeği hesaba katmıyor insanlar. Bir de biz dışarıdan işçi çalıştırmıyorduk, sonradan işçi çalıştırınca 24 bine çıktı masrafı ama belli zamanda bitmesi gerekiyordu. Eğer 2 ay işçi çalıştırmasalardı 8 bin lira ev başına ucuz olacaktı. İşçilerin yemekleriyle beraber 10. Bin lira daha ucuza olacak 14 bine çıkacaktı.

O kadar kolay değildir sistemin içinde bir karşı çıkış örgütlemek. Kapitalizmin düşünsel hegemonyası sandığımızdan çok daha etkili. Ama gecekondular her zaman meşrudurlar.

“Şükretmek, aynı zamanda şükretmeyi sağlayacak dönüşümü kurmaktır”

Köyden kente göç edenler sahip oldukları koşullardan daha kötü koşullara gelmişlerdir buraya, aksi bir kent efsanesidir.  Öyle bir dönüşüm halindeyiz ki şu anda, İstanbul dışında engellenebilir mi, biraz zor…

Var olan şartlar esas kimin proleter olduğunu ortaya koyuyor. Marx bu tanımlamayı “biz onları yaralarından berelerinden tanırız” diye yapıyordu. Mahallenin köşesine bir köfteci açmak dahi enformel bir yaşama biçimidir.  Planlı kent yoktur bana göre. Yeni kent inşası dediğimiz yapıların hemen her birinin yanında bir gecekondu vardır. O gecekondular bu yapılara yapışmış değillerdir. Tam tersi o yeni kentlerin her biri gecekondulara yapışmış asalaklardır. Çünkü gecekondular, o yapıların vidalarını sıkan, bahçesini düzenleyen, kapısında güvenlik olarak bekleyenler ve onları soyacak olanların yaşadıkları yerdir. Yani; “Bu kapitalistler, egemenler Mars’ta bir yer kuruyorlarmış, dünya mahvolunca buradan gidip orada yaşayacaklarmış,” diye bir şey gerçek olamaz. Çünkü zenginler, yoksullar olmadan yaşamazlar.

Bana göre şükretmek boyun eğmek değildir, önümüzdeki kapitalizmin tüketici hırsına karşı kendi elimizdekiyle yaşamak manasına gelir. Şükreden bir toplum isyan eden bir toplumdur aslında. Şükretmek, aynı zamanda şükretmeyi sağlayacak dönüşümü kurmaktır.

İşte biz, herkesin ihtiyacını sağlayabilecek bir toplumsal yapı kurmalıyız. Kapitaliste tam olarak karşı çıkış budur, şükretmek de budur. İslam’ın şükrü elindeki ekmeğe şükür değildir sadece, birlikte yaşayabileceğimiz her şeye sahip olduğumuz bir yaşama biçimini tanımlar. Tüketim hırsına kendini kaptırmamayı tanımlar. Şükretmek anti kapitalist bir tavırdır.

İstediğim düzen, hıza da karşıdır. Hız ve iktidar ensest kardeştirler. Geçen yüzyılda köylüler yaşamlarının %5’ini yola harcıyorlar, biz modern insanlar yaşamın %20’sini yola harcıyoruz. İnsan ömrünü yolda tüketmek için gönderilmemiştir buraya. Brezilya’da devrimci bir hiphop grubu ile görüşüyordum. Onlar kendilerini şöyle tanımlıyordu; “Biz müzik işçileriyiz. Bize onlar marjinal gecekonduda yaşıyorlar, orada müzik yapıyorlar diyorlar. Evet biz gecekonduda yaşıyoruz marjinaliz. Sen bir gecekondu mahallesinden geçip buraya geldin. Sao Paulo’nun 3 de 2 si gecekondu, dünyanın 4 de 3 ü gecekondu. Kim marjinal? Gecekondular mı gök delenler mi? Dünyanın gerçek evlerini yapan biziz, aslında marjinal olan o kapitalistler.

Mesela Peru’da, Lima’da, inanılmaz yoksulluk vardır. İnsanlar mukavvadan evlerde yaşarlar, hemen onun yanında arkeolojik kazılar sonucunda İnkaların evlerini çıkarırlar. Turistler gelir ziyaret ederler, halen ayakta olan o evleri. Yani o yoksulluk içinde yaşayan İnkaların torunları 3 bin yıldır sağlam duran o evleri yapmazlar. Bu radikal bir saçmalık değil mi? İşte bu büyük bir kırılmadır, bu düşünsel hegemonyayı kırmak lazım.

Ben onun için radikal inşaat tekeline ihtiyaç duymadan yapabileceğimiz kerpiç evleri savunuyorum. Birileri kerpiç ev yapmaya başladığında göreceksiniz ki herkes kerpiç ev yapmaya başlayacak, çünkü hem sağlam, hem daha ucuz, hem daha yaşanır evler.

Soru: Peki, mevcut çalışma düzenin içinden çıkmak için bu mantıkla başka neler yapılabilir? Tarımda da bir şeyler yapılabilir mi? Viranşehir’de tarım var mıydı?

Orada su yok. Ben ilk gittiğimde 250 metreden su çekiliyordu, şimdi 450 metreden çıkıyor ve buna rağmen pamuk ekiyorlar. Aslında biz orda başka türlü tarım nasıl yapılır bunu göstermek istiyorduk, olamadı. Çünkü bir yandan inşaat, bir yandan alternatif tarım şansımız yoktu. Bunlar olabilir aslında, ufak şeyler de olsa bir şeyler yapmaktan kaçınmamalı. Nusaybin’de kent parklarını halka dağıtıp kent tarımı yapmak istiyorduk. Bir elma ağacının ömrü 300 yıldır, siz etrafınızda 10 yıl yaşayabilen bir ağaç gördünüz mü? Yok işte. Tabi zor şartlar var orada, uzun süreli bunu yapmak pek mümkün olamadı.

Soru: Bir de şehirden göç olayı var, özellikle Ege taraflarında orta sınıf bir zaman sonra daha kırsal alanlara yerleşme eğilimindeler. Bu konudaki gözlemleriniz neler, nasıl yorumluyorsunuz?

Evet onlarla da konuştuk, onlarınki de iyi bir çaba. Bize destek oldukları noktalar da oldu. Tabi daha çok tatil yöresine göç durumu var, tarımla uğraşmakta zorlanabiliyorlar. Çoğu yürümüyor. Toprak olduğu zaman uğraş gerekiyor ki aslında bu öyle çok da zor değil. Toprak, dünyada, insana en güzel tembellik hakkını verebilen şeylerden bir tanesi. Ben zaten tembellik hakkını savunuyorum. Günde iki saat çalışmalı en fazla. Çok net bir şekilde tembel olmak zorundayız. Bu yaşamın içinde kendi istediğimiz yaşayabileceğimiz bir yaşam hakkı inşa etmek zorundayız. Tabi oraya gidiyorsan da toprakla uğraşman gerekiyor, bu oralarda pek sağlanamadı, başarabilenler de oldu, bir noktadan sonra turizme de döndüğü oldu tabi.

Soru: Zaten oraya gidenlerin çoğunun burada da kurulu bir hayatı oluyor. Sizce tarım tek başına geçindirir mi?

Tabi ki. Siz sadece balkonda yetiştirdiğiniz ürünlerle bile bütün sebze ihtiyacınızı karşılayabilirsiniz.

Soru: Peki çiftçi neden bunu sağlayamıyor?

Esas mesele tarımın kapitalizme entegre edilmiş olması. Sizi buğdayı onlardan almak zorunda bırakıyorlar. Amerika’dan 1950’lerde buğday geldi burada çiftçiye dağıtıldı. Bir yerden bir yere gıda gittiği zaman aslında iki tarafa da açlık getirir bu. Ben buradan buğdayı size satarım 2 lirayken 10 liraya çıkar, benim toprağımda ihtiyaç sahibi bunu alamaz. Sizde de buğday önce 3 liraya gelir, sonra üretilemediği için 3 yıl sonra o da 10 TL’ye çıkar. Bunun için La Via Campesina’nın Gıda Egemenliği İlkesi vardır. Bu ilkeye göre gıda bir yerden bir başka yere taşınamaz. Geçimlik tarım ortadan kalkar. Traktör üzerindeki köylülerin fotoğrafı aslında köylülerin sürgün fotoğrafıdır.

Soru: Türkiye’de neden kalkınma yaşanmamıştır sorusuna cevaben; “Büyük topraklar yoktur küçük araziler vardır” deniliyor…

Bu tam tersi. Bir kalkınmacı mantık var ortada. Biz kalkınmacı mantığa karşı “şükretmeci mantık” tutturmalıyız. Elindekine şükür değil ama bu, elindekine herkesin sahip olacağı şeyle şükretmek. İhtiyaçtan fazlasını dağıtmacı bir mantık yani. Her dakikada 3 kişi açlıktan ölüyor, yiyecek yetersizliğinden değil bu, doğru dağıtılmadığından. Amerika’daki obeziteye bakın. Esasen Amerika, harcama ve tüketme mantığı ile tam anlamıyla bir obezite kültürüdür ortaya çıkan.

Soru: Bir yandan da 2B’ler için direnişler devam etmekte, bu konudaki  direnişi nasıl yorumluyorsunuz?

Bu sorun aslında bu direnişlerle çözülmez. Akp iktidarı çok iyi biliyor ki bunlar kendisine oy olarak geri dönecek. AKP’nin “teoliberal” iktidarını ortadan kaldırabilecek tek şey halkın yanında olacak hareketlerdir.

“Teoliberal” tanımı da şuradan geldi; Ernesto Cardenal (Martínez) gelmişti Türkiye’ye, Nikaragua devrimindeki kültür bakanı, bir papaz, özgürlük teolojisinin teoloğu. Özgürlük teolojisi de der ki tanrı bana öbür tarafta cenneti zaten vaad ediyor ben bu dünyada da cenneti yaratıyorum. Yine özgürlük teolojisinden bir teolog; “Ben yoksullara ekmek dağıttığımda bana aziz diyorlar, onların niçin ekmek bulamadığını sorduğumda bana komünist diyorlar” demişti. Hasılı, Ernesto Cardenal’ın bir Türkiye konferansında İspanyolca tercümesi yapan şahısların politika ile ilgileri olmadığından neoliberalizmle teolojiyi karıştırıp “teoliberalizm” demeleri ile şans eseri oluşan acayip güzel bir kelimedir. Ben Türkiye politikasını artık böyle tanımlıyorum.

Soru: Bir yerde bir yaşam tarzını oluşturup orada bir model oluşturmak var olan şartlar altında zor değil mi? Viranşehir örneği bir toplumsal dönüşüm oluşturabilir mi?

Kapitalizmin düşünsel hegemonyası çok güçlü. Peki, buradan dönüştürülebilir mi?  Kolay değil tabi, ama bir yerden kırıyoruz, bunu parçalamaya çalışıyoruz. Hegel, “Eğer özgürlükleri uygulamazsanız bu ahmaklıktır” der. Özgürlük ancak uygulanarak devam eder. Ya da Che’nin dediği gibi yürürken öğrenmeliyiz. Giyersiniz hırkanızı yola düşersiniz, yol size öğretir, tıpkı dervişler gibi.

Şu an ekolojik tarım adı altında kapitalist tarım yapılıyor, bu yoksulların ekmeğini ellerinden almaktır. Bu konuda yapılan deneyimler başarısız olsa bile, evet birçoğu turistik ziyaretler alabilecek akvaryumda süs balıkları misalinden öte gidemiyor, değerlidir. Ama başaramayacak da olsak çabalamak önemli.

Ekolojik mücadele artık temel bir mücadele halindedir. Yani öyle sokaklarda gösterilerle yürümez bu mücadele, ben buna inanmıyorum. Ekolojik mücadele yakın zamana kadar burjuvaların yaptığı bir mücadele olarak görünüyordu.

Soru: Peki Zapatistalar bunu başardı mı?

En azından 20 bölgede, hala kendi alanlarında bunu sürdürüyorlar, bahsettiğim demokrasi biçimini oluşturuyorlar. Demokrasi! 5 yılda bir oy kâğıdını itina ile katlayıp, akşam da eve gelip kimin kazandığını televizyondan seyrediyorsunuz, sonraki 5 yılda televizyon seyrediyorsunuz. Bu mu demokrasi. 80 yaşına kadar da yaşasanız hayatınız kaç kere oy kullanıyorsunuz? Bu mu demokrasi? Bu Japon kağıt kaplama sanatı origamiden başka bir şey değildir.  Zapatistalar işte buna karşılar,  herkesin, sürece dahil olduğu bir demokrasi biçimi. Mesela sözcü Marcos ile konuştuğumuz bir hadiseyi anlatayım. Bir kıza “Ne kadar güzel kız” demiş, ertesi gün çağırın Marcos’u yargılayacağız demiş köylüler. Burada dikkat çekmek istediğim Marcos’un dahi yargılanabilir olması. Radikal katılımcı bir demokrasi biçimini uygulayabilir olmak önemli.



[1] Bu yöntem Prof. Ruhi Kafesçioğlu’nun bulduğu, Prof. Bilge Işık’ın da geliştirip, pratik olarak uyguladığı bir yöntemdir.

2 Responses

  1. alp dedi ki:

    ancak okuyabildim. işim çıktığından gelememiştim. hakikaten müthiş olmuş. metin abiye ve organizasyonu yapan alperen’e helal olsun.

    şüküretmeye verdiği anlam çok güzel. yoksullar ideoloji üzerinden değil ihtiyaç üzerinden örgütlenir deyişi de.

    üzerine bir de dün yaptığımız muhabbette farklı sektörlerden ve çalışma koşullarından abilerle konuştuğumuz meselenin ta kendisi konuşulmuş işte. çok güzel.

    metin abiyi her yakaladığımızda dinleyelim, hatta taşın altında elimizi koyabileceğimiz uygun bir yeri konuşalım derim. viranşehir özelinde söylemiyorum, kafasında bu hattaki başka projeler genelinde.

    bir de bu yaz viranşehir yolları görünüyor mu ne?

  2. mehmet talha dedi ki:

    bir gün herkes viranşehirli olcak inşallah 🙂 haziranda gidelim, görelim, destek verelim.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir