Kültür Savaşını Aşmak: Barışı Toplumsallaştırmak için Acil Görevlerimiz

HDK Gençlik Meclisi çağrısıyla düzenlenen “Gençlik ve Demokratik Toplum” konferansında arkadaşımızın sunduğu metni aşığada paylaşıyoruz. Birçok kurumu bir araya getirerek demokratik mücadelelerin yolunu ve barışın imkanlarını tartışmamız için sağladığı emeklerden ötürü HDK Gençlik Meclisi’ne teşekkür ederiz.


Değerli arkadaşlar,

Emek-Adalet Platformu adına barış mücadelesine gönül veren herkesi saygıyla selamlıyoruz.

Bugün burada bir yönüyle bu barışın toplumsallaşması için bir araya gelmiş bulunuyoruz. Barışın toplumsallaşması derken yalnızca çatışmasız bir siyasi atmosferi kastetmiyoruz. Zira aslolan barışın yalnızca siyasi elitler arası müzakelerde değil, halkların gündelik hayatında, yaşam pratiklerinde, ilişkilerinde, kültürlerinde kök salmasıdır.

Halkların, özellikle Kürt halkının, istediği şey yalnızca sade bir barış değil mücadelenin başından beri söylendiği gibi onurlu bir barıştır. Kürtlerin demokratik alanda temsil edilebildiği, kültürlerini rahatça yaşayabildikleri, dillerinde konuşup eğitim alabilecekleri ve dört başı mamur şekilde etnik kimliğini kuşanabileceği, yani bir Türk’le aynı seviyede insan olabileceği koşullardır. Bunlardan söz edilemeden onurlu bir barıştan da söz edilemez.

Çok uzun yıllardır bu memlekette barış, genelde Kürt meselesine özgü bir başlık olarak konuşuldu. Evet, Kürt halkının görmezden gelinen siyasi iradesi bu tartışmanın tam merkezinde duruyor. Ama şunu biliyoruz ki, Kürt halkına dönük inkâr ve imha politikalarının yarattığı savaş atmosferi yalnızca Kürtleri değil; tüm halkların yoksulunu, işçisini, gencini ve kadınını da ağır bir sömürü ve baskı düzeninin içine hapsediyor.

Çünkü biliyoruz ki savaş, yalnızca sınır hattında değil. Savaş, Sur’da tank sesi; Cizre’de bodrumlarda yakılan canlar; Roboski’de bombalanan bedenler ise eğer; aynı zamanda İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de sermayenin rantına kurban edilen göçmen işçi; güvencesiz geleceğe mahkûm edilen genç; kadınların canına kast eden eril şiddettir. Bu açıdan savaş yalnızca dağlarda ovalarda değil, atölyelerde, sokaklarda, kampüslerde de bugün artık devletin resmi ideolojisi olan patriarkal kapitalizm’in egemen olduğu her yerde tüm yıkıcılığıyla sürmektedir.

Bu açıdan barış da asla, yalnızca silahların susması olamaz. Muktedirlerin değil de halkın barışını istiyorsak eğer, o barış ancak ve ancak evde, fabrikada, okulda, camide, mecliste, sokakta hissediliyorsa gerçek olur. Aksi, muktedirlerin geçici ve tümüyle stratejik bir saldırmazlığından ibaret olacaktır. Dolayısıyla barış mücadelesi de yalnızca bu topraklardaki bedellerin en ağırını ödeyen Kürt halkının değil, adalet ve özgürlük talep eden herkesin, tüm kesimlerin ödevi olarak düşünülmelidir.

Yani barışın toplumsallaşması demek, Kürt gençlerinin polis tarafından uyduruk güvenlik gerekçeleriyle; işçinin çalışırken rant uğruna, kadınların her an her yerde erkeklerce öldürülmekten korkmaması; üniversite öğrencisinin işsizlik endişesinin; mültecinin sınır dışı edilme korkusunun; LGBTİ+’ların sokak ortasında şiddet görme kaygısının ortadan kalkması demektir. Yani barış, korkuyla örgütlenmiş bir toplumun korkusunu topyekûn umutla takas etmesidir. Bu sebeple de, gündelik hayatın ta içine sızmak zorundadır.

Tam bu noktada barışın toplumsallaşmasının yollarını konuşmaya başlamak gerekiyor. Bugün biz emek-adalet platformu olarak bu toprakların hamurundan yoğrulan, bilhassa Türkiye’nin batısındaki halkları ezme-ezilme ilişkilerinin tümünü birden gören adil bir bakışa yakınlaştırabilecek, farklı zeminlerdeki benzer arayışların içinden süzülerek gelen eklektik yaklaşımların altını çizmeyi önemli görüyoruz.

Öncelikle şunu açıkça söyleyelim: Türkiye’nin batısında barış, klasik siyasal kamplaşmalar içerisinde henüz kendine rahat bir zemin bulabilmiş değildir. Ne tam olarak dindar mahallede karşılık bulabilmiş, ne de seküler kaleler içinde kendine yer edinebilmiştir. Tam da bu noktada, Türkiye’nin mevcut kültür kamplarının dışında, gerçek toplumsal çelişkileri kavrayabilen, ezilenlerin ortak kurtuluş imkânlarını gözeten bir kitlesel yönelime ihtiyaç olduğu görülmektedir.

Biz sosyalist feminist bir inşa örgütü olarak, meselenin 100 yıllık Kemalist vesayetin halkları sınıf savaşından alıkoyup kültür savaşına hapsetmesi olduğunu düşünüyoruz. Bunu açmak gerekirse bugün batının bütün siyasi atmosferi dindar-seküler ikiliğine ve bu grupların sözümona ilerici-gerici değerlerine hapsolmuş durumdadır. Dindar ve seküler mahalleleri sınıf mücadelesine örgütlerken kültür körü olmamayı ve mahallere erişmenin gerçek yollarını aramayı sosyalistlerin önemli bir ödevi olarak görüyoruz. Bu doğrultuda Müslüman-Sosyalist-Feminist bir çizginin Türkiye’nin batısındaki etki alanının genişlemesini; ve halkların kültürel gerçekliğiyle savaşmamayı öğrenmiş bir sol mücadele pratiğini barışın toplumsallaşması açısından oldukça önemli görüyoruz. Aslında hiç de tesadüf olmayan bir biçimde, bu gibi eklektik mücadele zeminlerinin Türkiye siyasetinde önünü açan da Kürt hareketi ve Kürtlerin mücadelesidir.

Çünkü Türkiye’nin siyasal tarihine baktığımızda, Kürt hareketi dışındaki hiçbir siyasal damar, dindar ile seküleri, kimlik siyaseti ile sınıf mücadelesini, feminizm ile inanç dünyasını böylesine iç içe geçirebilen bir toplumsal örgütlülük yaratmamıştır.

Kürt hareketi, en başından itibaren Türkiye’nin merkezi iktidarı ile mesafesini koruyarak, halkın gerçek ihtiyaçları ve kültürel kodları üzerinden siyaset kurmayı başardı. Ne devlete eklemlendi, ne seküler ulusalcılıkla sınırlı kaldı, ne de salt dini referanslarla kimlik kurdu. Tersine, halkın inançla kurduğu ilişkiyi araçsallaştırmadan, ama aynı zamanda inkâr etmeden, mücadele pratiğine dahil etti.

Diyarbakır’da kurulan kadın meclisleri, alternatif hukuk yapıları, sivil cumalar, mollaların mücadeleye katılımı… Tüm bunlar mücadelecilerin halkla birlikte dönüşmeyi başarabildiği nadir örneklerdir. Kürt hareketi feminizmle, dindar tabanla, emekçi halkla, gençlerle, köylülerle aynı anda etkileşim kurabilmiştir. Onun için bugün Türkiye’de şehir şehir baktığımızda, en solcu ve aynı anda en dindar siyasi tabanı aynı coğrafyada görmek mümkün olabiliyor.

Türkiye’nin batısında ve kuzeyinde ise dindarlık ne yazık ki doğrudan devletçiliğin tekelinde yer alıyor. Bunun neticesi olarak, Türkiye’nin genelinde hâkim olan siyasal ve kültürel kodlar, Kürt halkının tarihsel haklılığını ve meşruiyetini tanıma yönündeki iradeyi boğuyor. 

Kürt hareketinin başarısı tabanda güçlü ve müstakil bir ideolojik blok oluşturmak oldu. Ancak, siyasi iktidar bu bloğun diğer toplumsal kesimler üzerindeki siyasi etkisini halen, bugün dahi şiddet yoluyla baskılayabiliyor. Dahası, mevcut kültürel yarıkları ve din dilini kullanarak halkların barışın hizasında hizalanmasına karşı aktif bir biçimde gayret gösteriyorlar. Bu yüzden Kürt Kürt’lüğünden bahsettiği anlamda, tırnak içerisinde, İslam kardeşliğini bozan taraf haline geliyor. Bu sebeple AKP hükümeti meseleyi Kürt sorununun asli unsurları üzerinden atlayıp yalnızca bir terör sorununa indirgeyerek propaganda ediyor.. Filistinlilerin İsrail kamusunda kolaylıkla de-humanizasyona ugrayabilmesine oldukça benzer şekilde, Türkiye’nin dindar halkı nezdinde Kürtler de sistematik olarak de-islamizasyona uğruyorlar. Kürd’ün dini Türk’ün İslamcısı tarafından kolaylıkla tekfir ediliyor. Bu da devletin şiddet ve baskı araçlarını oldukça gelişigüzel kullanmasını kolaylaştırıyor.

Bu durum bize göre barışın toplumsallaşması için eklektik siyasi çerçevelere dönük ihtiyacın altını bir kez daha çiziyor. Örnegin biz emek-adalet platformu olarak Kürt hareketinin sivil cumalarından ilhamla, diyanetin hutbesine alternatif olarak kendi hutbe örneklerimizi yayınlıyoruz.

Gençliğin Gündemi

Bununla birlikte, ”Barış İçin Bin Genç (BİBG) Neden Olmasın?” başlığıyla kamuoyu ile paylaştığımız soruşturmayı da bu kongrenin bağlamını gözeterek burada söz konusu etmeyi önemli görüyoruz.

Filistin için Bin Genç hareketi, son yıllarda Türkiye gençliğinin emperyalizme, işgale ve sömürüye karşı ayağa kalktığı en anlamlı çıkışlardan biri oldu. Filistinde yaşanan soykırıma karşı halkın farklı kültürel mahallelerinden gelen bir sürü kesimini konforsuz alanda Filistin siyaseti ören pozisyona getirebildik. Solun mevcut eylemlilik biçimlerini değiştirerek, fiili meşru mücadeleyi benimseyen militan bir çizgide gösterilen eylemler mevcut iktidarın defalarca geri adım atmasını ve devletin bizlere cevap verebilmesini sağladı. Biz bunun sebeplerinden birinin kültürel kamplardan azade temsilsiz bir temsili kuşanan siyaset biçimi olduğunu da düşünüyoruz. 

Ama burada samimi bir yüzleşme yapmamız gerekiyor: Aynı kararlılıkla, bu topraklarda Kürt halkının uğradığı inkâr ve imhaya karşı benzer bir toplumsal seferberlik oluşturmakta aynı başarıyı gösterebildik mi? Şüphesiz hayır.

Filistin köylerinin boşaltılmasını haklı olarak işgal diye tarif ederken, zorla boşaltılan Kürt köyleri için sessiz kalmak; Siyonist bombardımanları lanetlerken Roboski’yi unutmak; Gazze’deki ablukayı haykırırken Diyarbakır’daki kayyım gasplarına susmak… İşte bu çelişkiler, bu topraklarda barışın toplumsallaşmasının önünde set olan ve ortadan kaldırılması gereken engellerdir.

Filistin için Bin Genç pratiği bize şunu gösterdi: Toplumsal vicdan o çok güçlü gözüken devlet iktidarına karşı dahi harekete geçirilebilir, kültürel kamplar aşılabilir, gençlik cesaretle kapitalizme, emperyalizme ve çok daha önemlisi polis şiddetine meydan okuyabilir. Bilhassa AKP iktidarının söylemsel hegemonyasına sıkıştırılmış olan gençlik. Aynı cesareti bu toprakların tarihsel yükünü taşıyan Kürt meselesi ve barış için de sergileyebiliriz, sergilemek zorundayız.

Filistin halkının mücadelesi nasıl iktidarın ya da İslamcıların tekelinde değilse, barış da asla egemenlerin lütufu değildir. Çünkü barışın kalıcılaşması, yukarıdan gelen bir çözümle değil; aşağıdan, halkların ortak kurtuluş mücadelesiyle, gençliğin yeni bir kardeşlik dili kurabilmesiyle mümkündür. 

19 Mart Süreci

19 Mart sürecinin Türkiye toplumsal hareketleri açısından özel bir yerde durduğunu düşünüyoruz. Bu süreci değerlendirirken, Gezi’den farklılaştığı noktaları açmak, Emek Adalet’in nerede durduğunu ve nasıl katkı sunduğunu aktarmak ve son olarak da geleceğe dönük eleştiri ve önerilerde bulunmak gerektiğine inanıyoruz.

Gezi ile Saraçhane süreci arasında temel farkı belirleyen unsur, dünya konjonktüründeki dönüşümdür. 2016’ya kadar özgürlüğü önceleyen Batı dünyası, sonrasında güvenliği önceleyen bir çizgiye kaydı. Rusya-Ukrayna Savaşı, 7 Ekim sonrası gelişmeler ve artan devlet şiddeti; sosyalistler dahil olmak üzere tüm toplumsal hareketleri baskı altına aldı. Türkiye’deyse hem iç hem dış siyasette uzun vadeli bir yeniden yapılanmanın adımları atılıyordu. Bu süreçte Kürt hareketinin yokluğu, iktidarın kontrollü stratejileri ve düşmanın net biçimde teşhis edilememesi kitlenin dağılmasına, inisiyatifin kaybedilmesine neden oldu.

Emek Adalet olarak Saraçhane, Ankara ve üniversite alanlarında hem örgütleyici hem katılımcı bir roldeydik. CHP’ye dönük öfkenin iktidara yönlendirilmesi, öğrenci ve işçilerin ortak mücadele zeminlerinin kurulması, eylemlerin araçsallaştırılması ve birleşik mücadelenin asli hedef olarak kavranması temel beklentilerimizdi. Ancak devrimci yapıların önemli bir kısmı bu momenti kavrayamadı. Kitle militanlaşmaya hazırken, bazı sosyalist gruplar kitlenin gerisinde kaldı; kaygıları ve kadro korkularıyla sokağın önünü tıkadılar. Bunun yanında, apolitik kitleye tepeden bakan, gençlere üstten Marx anlatmaya çalışan üstenci tutumlar, sosyalistlerin meşruiyetini de sorgulatır hale geldi.

Özellikle öğrenci hareketinin kitleselliği ve Avrupa’daki şoven dalganın Türkiye’deki izdüşümleri yeterince ciddiye alınmadı. İşçi ve öğrenci gündemlerini kesiştirme çabaları gecikti. 1 Mayıs’a kadar birleşik hareket inşa edilemedi. Mansur Yavaş’ın “pamuk şekerli” açıklaması, Erdoğan’ın karşısında birleşmeyi imkânsızlaştırarak, alanları devrimci ve milliyetçi cepheler arasında bir rekabet sahasına dönüştürdü. Şişli-Maçka eylemi gibi örneklerde tehdit edildik, megafonlarımız elimizden alındı, hatta yuhalandık. Bu tablo, hegemonya mücadelesinde şovenist bir geri düşüşü simgelemektedir.

Bugünden bakınca şu soruyu sormak gerekiyor: Biz ne yapmalıyız?

Bu bağlamda öğrenci hareketinde daha aktif ve kalıcı bir yer edinmek, ideolojik mücadeleyi ciddiyetle yürütmek, Kürt hareketiyle ilişkiyi sahici bir zemine oturtmak, kültürel kamplaşmalar karşısında birleşik mücadeleyi esas almak, örgütlerin meşruiyetini kitle içinde üretmesi gerektiğini kavramak, öncü parti yanılsamasından çıkmak ve tabanda sahici ilişkiler kurmak gerektiği açık hale geldi.

Tüm değerlendirmelerimiz ardınsan sonuç olarak, barışın toplumsallaşması için bugün önümüzde net bir görev var:

    • Kültürü ve siyaseti birlikte düşünmek. Mevcut kamplara sıkışmış kitleleri barışa yakınlaştırmak.
    • Türkiye’nin tüm ezilenlerinin, Kürt işçinin, seküler öğrencinin, dindar kadının ortak kurtuluş dilini kurmak.
    • Emperyalizme, kapitalizme, patriarkaya ve devletçi inkâr rejimine karşı ortak bir mücadele hattı örmek.
    • Kürt hareketini örnek alarak mücadele biçimlerimizi çeşitlendirmek ve toplumsal hayatın her alanında bulunup ezilenin yanında karşı hegemonya kurmanın yollarını aramak. 

Kürt halkının eşitliği, kadınların özgürlüğü, işçilerin hakkı, mültecilerin onuru birbirinden ayrı değil; birbirini güçlendiren müşterek kurtuluş yollarıdır.

Teşekkür ederiz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir