Anti-Siyonizm Kongresi

8-12 Kasım tarihlerinde İstanbul’da ilk kez bir Anti Siyonizm Kongresi gerçekleştirildi. Kongre toplamda 80 katılımcının 4 gün süren tebliğleri ardından bir çalıştayla sonlandı. Arkadaşımız Hüseyin Arif‘in EAP’ı temsilen kongrede sunduğu metni ve çalıştay önerisini ilginize sunuyoruz.

Kongre web sitesine bu linkten ulaşabilirsiniz .


 

Kongre daveti bizi, özneliğimizi tekrar düşünmeye, Gazze’de soykırım olan koşullarda, Dünya’nın Türkiye’sinde sorumluluklarımızı tekrar tariflemeye davet ediyor. Bunun içinse “sivil toplum” kurgusunu sorgulayarak başlıyor. “Neden sivil bile olamadık” ve “STK ya da sivil toplumun yapısal problemleri nedir” hakkında tahlillerimizi merak ediyor.

Birçok katılımcı tebliğlerinde bu soruları muhtemelen küçük görerek, ya da önemini kavramadan, doğrudan Müslümanların ve “İslam Dünyası”nın dert ve sıkıntılarını tarifleyip çeşitli tahliller getirdiler. Ancak kriz, koca koca kavramların ötesinde, kongrenin sorularında da işaret edildiği gibi, somut-pratik bir bağlamda teşekkül etmekte; tam da burada, kongre salonunda dahi süren, kapitalist ataerkil bir ulus devletin “sivil” vatandaşları olmanın çıktılarında yatmaktadır. Bu sebeple, özneliğimizin mahiyetini ve hüviyetini tartışmak gerekiyor. Kongreyi bu sorular bağlamında organize eden arkadaşlara teşekkür ederim.

Ben, Emek ve Adalet Platformunun siyasi kavgasının bir takipçisi ve Filistin için Bin Genç hareketinin paydaşlarından biri olarak burada sorulara kısa birer yanıt verip, bana ayrılan süremde, defacto olarak kongrenin konusu olan “İslam Dünyası” ve “Müslümanların güncel krizi” konularına yapısal, küçük bir eleştiri/öneri getireceğim. Format gereği sınırlı kalacak olan bu konuşmayı yazılı şekilde her cenahla sürdürmeyi canı gönülden isteriz.

Kapitalizmin -yani sermaye sahiplerinin politik egemenliğinin- sürdürülmesinin bir aracı olarak kendi varlığını dayatan ulus devletler altında, varlığınızın tek meşru gerekçesi birer sivil/vatandaş olmak. Cumhuriyetin bir ferdi olmak, vatandaşlık görevi, bizleri bu sistemin çarklarında çeşitli görevler alarak işlevlendiriyor. Bu işlevler kaçınılmaz olarak kapitalist üretim ilişkilerinin, piyasa koşullarının toplumsal bilinç ve siyasal düzeydeki egemenliğine dönük: diğer bir deyişle bugünün siyaset bilimcilerinin pek sevdiği bir kavrama, “istikrar”a. Bu sistemin, kapitalist ulus devletin birer öznesi olmak ancak bir sandığa, seçim hakkına indirgenmiş durumda. Karar verme yetkisini tahvil ettiklerimiz ise bu bağlamda “politik toplum” oluyor. 

Kongre de bu soruyu politik-sivil toplum ikilemine yaslanan bir zeminden soruyor ve sivil öznelik imkanını soruşturuyor. Bu noktadan soruya vereceğimiz cevap, soruyu eleştiren bir noktada, tam da teşekküllü birer sivilliği var kıldığımız olmalı. Çünkü esasında bu devletin “istikrarına” ters düşen Filistin davasını sahiplenen binlerce meşru vatandaş vardır sokaklarda.

Birkaçı hariç çoğu eylemci grupta ısrarla kabul edilen bir ilkenin, bu meselenin “siyasetler üstü” olduğunu vurguladığını hatırlayalım. “Meselemiz Filistin, siyaset yapmayalım” cümlesi bilmem kaç binlerce kez kurulmuştur. Ancak mesele tam da burada, sivil toplum-politik toplum ayrışmasının liberal teorisinde gömülü. Yalnızca temsiliyete indirgenmiş, sandığa gömülmüş bir siyasal öznelik imkanının kabul edildiği noktada sivil vatandaşların tek eylem alanı “tepki vermek” ile sınırlandırılır. Üstelik siyasi olmanın dışlandığı, ya da teröristlerden olmadığının beyanının bir bir gereklilik olduğu düzlemdir. Halbuki gerçeklik tam tersidir. Siyasal olan bizzat burada konuştuklarımız, salona girince hürmet ettiklerimiz ve sözünü daha kolay kesebildiklerimizle ilişkidir. Siyasal olan, sözde sivil olanın kendisidir, konumudur. Her eylemimiz, sokaktaki her çağrımız siyasal olanı şekillendirmeye dairdir. Bu bağlamda tepkisel eylemle sınırlandırılmış sivillik, istikrarın -daha doğrusu statükonun- yegane makbul vatandaş sınırını belirlemektedir. Makbul vatandaşın siyasi temsilidir. Bu rolü de Türkiye STK’ları ve etki alanındaki toplumsallık gayet iyi üstlendiler. 

İkinci sorunun cevabı da bu zeminden açığa çıkmaktadır. Sivilliğin meşruiyet dairesini açıkladığı bir düzlemde STK’lar devletin ideolojik aygıtları olmanın ötesinde bir işlev kazanamamaktadır. Dönüp baktığımızda, bu düzenle, bu düzenin siyonizme ve bir düzen olarak emperyalizme sunduğu katkıyla kavgalı olanların kuyu tipi hapisanelerde tecritle cezalandırıldığını görmek zor değildir. Türkiyede faşist bir rejim imar edilirken, bu hükümete karşı siyasal bir tutum ortaya koyanların tüm kitle iletişim araçlarından mahrum bırakılması, eylem haklarının gasp edilmesi istisnai durumlar değildir. Filistin için aynı “İsrail’e ambargo” talebini dillendiren iki eylemden birini polis kuşatıp diğerini korurken, tüm denge “siyasi”dir. Mesele, bu devletin mevzu bahis STK’ları ve eylemleri ideolojik aygıt olarak işlevlendirebilmesi ile ilgilidir. Burada tercihlerin sahiplerinin bizler olduğunu ama özneliğin sınırlarını belirleyenin hegemon olan olduğunu görmek zorundayız. Kendi tariflerimiz değil, somut ve faal-pratik bağlamdaki işlevler STK yahut eylemlerin mahiyetini belirlemektedir.

Dolayısıyla, politik doğrucu bir yerden verilen cevap şu olur: STK’ların varlık problemlerini aşabilmesi ortaya koydukları faaliyet bakımından mahiyetlerinin tartışılmasıyla mümkün olabilir. Ya da daha bütüncül ve bizce gerekli bir perspektiften ele alalım; hepten STK kültürü bir kenara bırakılıp, bahsi geçen sivil-politik toplum kurgusu topa tutulabilir. Yaptığımız eylemlerin siyasal taleplerinin olduğunu, birer siyasetin ürünü olduğunu açıkça konuşabilir, siyasete nasıl bir yön vermek istediğimiz konuşulabilir.

Filistin için Bin Genç bu konuda bizce, birçok hatasıyla birlikte, iyi bir örnek teşkil etmektedir. Başından beri ortaya koyduğu tutumun siyasal bir gerekçesi olduğunu savunmuş, asgari müştereklerini hepsi birbirini doğrulayan anti siyonizm, anti-kapitalizm ve anti-emperyalizm çizgisine oturtmuştur. Bu noktada talebin ve tutumun ekonomik ya da filantrapoik bir noktaya sıkışmamasına dikkat ederek iktidarı siyasal bir adım atmaya zorlamak için çabalamıştır. Çünkü siyonist işgal ve soykırım gerçeği bir takım ahlaki noksanlıklara değil, apaçık siyasi tercihlere dayanmaktadır. Dini gerekçelerse Erdoğan için ne kadar temsili ve iç siyasetin konusu olarak tezahür ediyorsa Netanyahu için de o kadardır. Burada esas çatışma, dünya ölçeğinde kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu bu ilişki ağında kimin hegemonya savaşı verebileceği ile ilgilidir. Her iki iktidar da emperyalizmin merkez karargahı NATO’nun tarafında, bu karagahın ortadoğu üssünde kimin kapitalist hami olacağı konusunda biraz sürtüşüyor o kadar. İşte bu sebeple, bu ekonomi-politik ilişkinin teşhiri ve zayıflatılması için çalışmak zorundayız. Diğer bir deyişle, siyonist kongre emperyalizmin doğu karargahı olarak İsrail’i kurmayı hedeflediyse, anti siyonist arayış da, ne kadar siyasal bir erek olduğunu bilerek bütün bir emperyalist ağın teşhiri ile ilgilenmeli ve onu yıkmanın imkanlarına odaklanmalıdır. FİBG’in peşinde olup görece adım attığı şey budur. Umulur ki Anti Siyonist Kongre ile örgütlenme imkanı yakalanacak olan da daha büyük adımların atılmasıdır.

İşte bu bağlamda, kısaca ve yüzeysel bir yapısal hatırlatma veya çağrıda bulunarak bitireceğim. Evde, sokakta, okulda ya da camideyken bizi kuşatan sistem ataerkil kapitalist toplumsallıktır. Bu terimler elbet de gelip geçici olabilir, ancak ifade edilmek istenen şudur: Her siyasal ilişki ve gündelik yaşamımızı sürdürmeye çalışırken maruz kaldıklarımız erkeklerin imtiyaz alanlarının kadınlar ve toplum üzerindeki  egemenliğini ve üretim araçlarına/sermayeye/büyük mülkiyete sahip olanların egemenliğini korumak ile doğrudan ilişkilidir. Bunun uzun tahlilini burada vermek yanlış olacaktır. Ancak, bu saptama, yani sınıflı toplumların kökenine ilişkin arayışımız, biz Müslümanların da kapitalist modernitenin kuşatmasıyla karşılaşmamızda yaşadığımız problemleri ve sıkıntıları anlayıp aşmamızı sağlayacak noktadır. Ulus devlet belası, kemalizm diktası ve hayatımızı saran ücretli kölelik rejimi, adaletsizlik ve zulüm ataerkil kapitalist düzenin ürettiği, onunla savaşarak başımızdan def edilecek hususlardır. Sözümü bir nazireyle bitireyim. Bugüne kadar önde gelen Müslümanlar gündelik hayatta kapitalist moderniteyle başa çıkmak için uğraştılar, aslolan onu değiştirmektir. Bu da bu kongrenin değil, bilahare yapılacak başka toplantıların konusudur.

Anti Siyonizm Kongresi Çalıştayı’na Kısa Değerlendirme ve Öneri

Kongrenin ilk 3 gününe katılma fırsatım oldu. Bu süreçte konuşmacılardan bir kısmı vaazını kongre dinleyicilerine ulaştırmaktan başka bir dert edinmezken bir kısmı somut ve pratikte karşılığını arayan bir samimiyetle orada hazır bulundu. Anladığım kadarıyla bu kongrenin somut bir pratik karşılığı olmasını isteyenler şu hususlarda bir ortaklığa varıyor:

  • Soykırıma karşı mücadele Siyonizm’e karşı bir mücadele olarak kavranmalı
  • Siyonizm’e karşı mücadele mevcut alışılmış kalıplara yaslanıldığında yeterli değil; hem kavramsal hem de organizasyonel ezberler Siyonizmin siyasi ilerlemesine bir engel oluşturamamakta.
  • Siyonizm’e karşı tabiri caizse topyekün, birleşik bir mücadele cephesi açmak gerekmekte;
  • Bu koşulda birlik olmak, birleşmek değilse de, koordineli olmak önemli. Ayrı durup birlikte vurabilmenin yollarını bulmak gerekmekte.
  • Bu arayış eylemsel olduğu kadar, kavramsal düzlemde, ortak bir dil ve anlayışın peşinde de oluşmalı.

Bu hususlar, hiç olmazsa bu kongreye gerçekten öz eleştirel yaklaşıp bir arayışın paydaşları olanlar için ortaklaşılmış gibi geliyor. Bu bağlamda tebliğ metninde eksik kalmış bir noktaya işaret etmem gerekiyor. Geçtiğimiz süreç boyunca eylemlerin ve sonuçlarının gösterdiği şey halkın iktidara baskı uyguladığında gücünü ortaya koyabilmesi olmuştur. Halk siyasi iktidara siyasal bir zeminde karşı koymalı, bu yönde örgütlenmelidir ki, Filistin’de süren soykırıma karşı çeşitli yaptırımlar uygulanabilsin. Ticarete, petrol sevkiyatına ve ortaklıklara karşı yapılan eylemlerin neticeleri bunu açıkça göstermektedir. Ancak esas mesele örgütlenmektedir.

Bu kısa eklemenin ardından önerilere geçelim. Bence, Kongre’nin bu bağlamlarda faal bir çıktısını almak istiyorsak;

  • Bu ortaklaşma maddelerini “asgari müştereklerimiz” olarak tanımlayıp, kongreyi bir örgütlenme, koordinasyon ve arayış zemini olarak tarif etmeliyiz.
  • Bu tarif sayesinde Kongre, katılımcıları açısından bağlayıcı bir iç hukuk geliştirebilir, ekipler arası koordinasyonu sağlayabilir, gerektiğinde ortak bir söz üretme imkanı yaratabilir.
  • Yine böyle bir zemin olarak tarif ettiğimizde, Kongre sürekli, yaşayan bir faaliyet olur. Mücadelenin farklı boyutlarına farklı biçimlerde dahil olabilmemiz için hepimizin ihtiyacı olan bir araç olabilir.
  • Son olarak Kongre entelektüelite fetişizmine kapılmamalı; teorik sorunları ve kavramsal düzlemi yaşayan, faal hayatın değişiminde bir parça olarak tarif etmelidir.
  • Bu uyarıyla birlikte Kongre’nin kavramsal tartışmalarını göz önüne aldığımızda önümüzdeki süreç içerisinde “kriz” kavramının yine birlikte ve siyasetimizin bir parçası olarak tartışılmasını anlamlı buluyorum. Kongre boyunca defacto bir gündem olarak yürütülen tartışmaları düşününce yapısal olguları anlayıp müdahale etmemizde işe yarar bir konumu olacacağını düşünüyorum.

Allah gayretinizi taçlandırsın, muvaffak kılsın.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir