Cihangir İslam: “Muhafazakârlık, İslamcılık ile arasına mesafe koyan ve özellikle dışarıya ‘uyumlu’ mesajlar veren bir terim.”

Cihangir İslam ile  20 Aralık 2012 tarihinde yaptığımız söyleşinin dökümünü sizlerle paylaşıyoruz.


Üç nesil önce Adapazarı’na yerleşmiş, baba tarafından Bosna göçmeni bir aileyiz. Nüfusunun büyük çoğunluğunu göçmenlerin oluşturduğu Sakarya’da büyüdüm. Rahmetli büyükbabam memurdu, Eski Yugoslavya Büyük Elçiliğinde mütercimdi; aynı zamanda TRT’de Boşnakça spikerlik yapardı. Babam Hukuk doktorudur; 1973-77 yılları arasında Adalet Partisi’nden (AP) Sakarya milletvekilliği yaptı. Babam, Allah uzun ömür versin, o dönemde AP’de biraz zorunlu olarak kaldı aslında, idealist bir insandır, eyyamcı değildir, sözünü hiç sakınmadı. Demirel’in ‘gözdesi’ olabilecek bir insan değildi. Ön seçim vardı o zamanlar, partililer sahip çıktı ve bir anlamda aradan sıyrıldı milletvekili oldu. Bizim evde sofradan siyaset, tarih, toplumsal meseleler eksik olmazdı. Üç nesil birarada bunları konuşurduk. Bu yüzden siyaset dâhil insana ait temel konular bizde biraz da aile kültürüdür.

Yetmişli yılların ortasında, biz lisedeyken ülkücü değildik, sola da uzaktık, akıncılar’la da yakın olamadık. Hür Genç diye görece küçük ve şiddet kullanmayan bir yapı kurduk. Fatih Karaca, Hakan Kırımlı, Ömer Sipahioğlu, ağabeyim Bahadır İslam ve daha birçok arkadaş. “Silahlar Sussun; Konuşulsun” diyorduk. Ancak o şizofrenik dönemde sesimiz çok cılız kalıyordu, ülkücüler ve devrimciler yanında. Sol Jakoben, baskıcı, Kemalist, ‘aydınlatmacı’ bir yapıya sahipti. Bizde de milliyetçilik ve sağcılık; aslında Menderesçilik baskındı lise çağında. Nihal Atsız’ın bütün eserlerini bir solukta okumuştum. Ama bakmıştım ki onun dünyasında bir Boşnak’a; daha doğrusu safkan Türk’ten başkasına yer yok. İşin açıkçası evrensel bir mesajı yoktu. O zaman tekrar bir sorgulamaya, iç hesaplaşmaya gittim.

DİSK’in 1979 senesinde bir mitingi olmuştu çok kalabalık, Süleyman Demirel de “mitingde bir tane bile Türk bayrağı yok” diye tepki vermişti. O zaman sola dair en büyük korku Rus işgali ihtimali; “Rusya’ya satacak bunlar memleketi” hissiyatıydı. Bu mitinge karşı Demirel bir “Bayrak Mitingi” çağrısı yapmıştı ve yine çok büyük bir kalabalık toplanmıştı. Biz de Hür Genç olarak o mitinge gitmiştik. O dönem Tercüman gazetesi okurduk. Tercüman sağcı cenahın taşıdığı görünür sembollerden biriydi. Oniki Eylül 80 darbesinden sonra da askeri rejime karşı da özellikle Nazlı Ilıcak kendi köşesinde muhalefet yapmıştı.

O dönemi iyi anlamanız için şöyle bir anekdotumu da aktarayım. Sanırım o Bayrak Mitingi’nden hemen sonraydı, bir arkadaşımın evine Kuzguncuk’a gitmiştim. Orada gazete bayisinde dergilere bakarken Mehmet Ali Aybar çizgisine yakın bir dergiyi elime aldım, Aybar’ın mahkemede verdiği ifadeyi okuyordum. Tam o sırada bir sol grup kendi bölgesini kontrol etme refleksiyle sanırım, yanıma geldi ve beni biraz sorguya çektiler. Okuduğum dergiden memnuniyetsizliklerini belli ettiler, Tercüman Gazetesi el çantamın içindeydi. Neyse ki sorgudan sonra rahat olabileceğimi söyleyip bıraktılar ama benim orada aslında Tercüman gazetesi okuyan biri olduğumu bilseydiler daha başka şeyler olabilirdi. Yani en azından sıkı bir dayak yerdim. Bu tip olaylar, okuduğu gazete yüzünden adam dövmeler iki taraf için de vakayı adiyeydi. Haber değeri bile yoktu. Günde 20 kişinin siyasi nedenlerle öldürüldüğü günlerden bahsediyoruz.

80’lere doğru gelmişken, o dönemi anlama adına önemli bir kesit daha aktarayım. Darbeden sonra ilk seçimler yapılacak ama devlet kanadı ve medya ANAP’ın seçimleri kazanabilecek olmasına ihtimal vermiyor. Aslında pek çok insan kestiremiyor. Ben yeni mezun doktor olarak Isparta’dayım ve partinin 4 milletvekili adayı göstermesi lazım ancak bir türlü dördüncü adayı bulamıyorlar. En son gerekli ücreti partililer ödeyerek şehirden emekli öğretmen bir kişiyi ikna ediyorlar ve dördüncü sıraya yerleştiriyorlar. Bildiğiniz gibi 83 seçimlerinde silip süpürüyorlar. ANAP Isparta’yı (4-0) aldı ve o hanımefendi de meclise girmişti. Seçildiği haberini alınca baygınlık geçirdiğini duymuştum. Böyle sürprizler yaşandı.

ANAP dönemine dair es geçmememiz gereken bir yayın Zaman gazetesiydi. O zamanlar sıkı ve entellektüle düzey oldukça yüksek bir gazeteydi, bizim göğsümüzü kabartıyordu. Fehmi koru, Ali Bulaç, Hakan Albayrak, Nabi Avcı, Mehmet Doğan ve daha birçok isimden oluşan sağlam, genç bir kadrosu vardı. İslamcılar ilk defa derli toplu ve çıtayı yüksek tutan bir gazeteye kavuşmuşlardı. Sabahları heyecanla alır ilanlarına kadar okurduk. Solcuların Cumhuriyet gazetesini yaptıkları gibi biz de yazısı dışarıdan görülebilecek şekilde ceketimizin cebine koyardık. Farklı bir kategoriydi o gazeteyi okumak.

80 darbesinden sonra tıp fakültesinde okurken, darbe sonrası ortamın getirdiği dağılmışlık ve sonrasındaki yeni arayışlar vesilesiyle Nihat Genç, Ahmet Çiğdem gibi isimlerle çok mesaim oldu, kendilerinden çok istifade ettim. Bizim ev bekâr-öğrenci eviydi, gelip giden çok olurdu; Genç ve Çiğdem bazen gece de kalırlardı. Eve gelen herkes kitabını alır okur; birkaç saat sonra da sıkı tartışmalar dönerdi. Tabi ben tıp fakültesindeyim ve bir yandan da onlar uyduktan sonra ders çalışıyordum. Hiç uyumadan okula gittiğim çok olmuştur.

Rahmetli Erol Güngör’ü çok okudum ve etkilenmiştim. Ama benim İslamcılığı tanımamda en çok etkisi olan kişi Ali Bulaç’tır. Bütün kitaplarını okudum o dönem. Benim de kendi dünyamda “Üç Ali”lerim vardır ve benim hayatımda çok mühimdir: Ali Bulaç,  Ali Şeriati ve Ali İzzetbegoviç. Bugün Bulaç’a olan saldırıların büyük çoğunluğunun haksız olduğunu ve layıkıyla anlaşılmadığını düşünürüm. Aslında şöyle demek daha iyi olabilir: ne söylediği çok iyi anlaşıldığı için de bu saldırılara maruz kalıyor. Yani ya anlaşılmıyor ya da çok iyi anlaşılıyor söyledikleri. Tartışmalarda iki taraflı üslup hataları olduğunu da görüyorum. Yüz yüze yapılacak konuşmaların birbirini anlamada önemli olabileceğini düşünüyorum. Ali Bulaç’ın 80’li ve 90’lı yıllardaki pozisyonu Türkiye İslamcılığı için çok değerlidir. İçinde bulunduğumuz dönemde daha faydalı olabileceğini düşünüyorum. Bize Türkiye’de İslamcıların, Müslümanların kendilerine ait politik bir dünya görüşlerinin olduğunu gösteren, sağcılık ile araya mesafe koyan ve bu farkın altını çizen isimlerden biridir. Enteresandır, AKP şimdi bu farkı kapatmak için, daha da sağcılaşmak için çabalıyor.

Tıp fakültesinde başörtülülere yasak bizim zamanımızda, ben ortopedi asistanıyken sıkılaşmıştı. Ben şunu hatırlıyorum mesela, başörtülü bir arkadaşımıza hoca “kızım senden şampuan reklamcısı olur mu?” demişti, kız da “olmaz hocam” deyince hoca “senden doktor da olmaz o zaman” diyerek kızı sınıftan çıkartmıştı. Bu denli saygısız, ölçüsüz ve pervasız bir üslup kullanılabiliyordu. Kabalaşmanın ölçüsüzlüğe vardığı durumlar neredeyse sadece başörtülülere karşı oluyor.

Yeni uzman olmuştum ve Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi bölümünde uzman olarak çalışıyorudum. 1991’de Mazlumder’in kurucuları arasında yer aldım. Mehmet Pamak, İhsan Arslan, Süleyman Aslantaş, Abdurrahman Dilipak, Ali Bulaç  gibi isimler ile birlikte toplam 54 kişi kurucu oldu. Aslında fiili kurucu sayısı ikiyüzü bulabilirdi. O dönem Nokta dergisine Mazlumder ile ilgili bir röportaj vermiştik, sanırım Üniversite içerisinden de rektörlüğe ihbar gitmişti. Mazlumder kurucusu olduğum için Ankara Üniversitesi beni işten attı. YÖK yasası öyleymiş, işin doğrusu biz de bilmiyorduk o maddeyi. YÖK çalışanlarının dernek üyeliğini, Kanarya Sevenler Derneği dahi olsa, rektöre bildirmesi ve izin alması lazımmış. Tabi bunlar neticede kılıf. Soruşturma yapan kişiye şöyle savunma verdiğimi hatırlıyorum: “Benim çalışma arkadaşlarımın, hocalarımın önemli bir bölümü mason dernekleri üyesi, onlara aynı uygulama yapılmıyor. Neden söz konusu bir insan hakları derneği olunca uygulama değişiyor.” Soruşturmacı sonuçta “kınama cezası yeterlidir” şeklinde rapor etti ama rektörlük beni bir haftada işten attı. Sonra mahkeme kararıyla yürütme durduruldu ve görevime iade edildim. Birkaç ay sonra bu kez sözleşme mevsiminde sözleşmemi yenilemediler, yani yine atıldım, yine mahkemeye gittim ve görevime ikinci kez iade edildim. Üçüncü seferde anlaşılmayan bir nedenle mahkeme içtihat değiştirdi ve geri gönderilmedim.

Sonra üç yıl kadar ‘efsane’ olarak anılan Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde kurucu öğretim üyelerinden biri olarak çalıştım. Farklı yerlerden ama benzer nedenlerle dışlanan, sistem açısından ‘problemli’, İslami duyarlılık sahibi ne kadar meslektaş varsa orada toplandık. 1994 yılı gibiydi ve iyi bir fakülte kadrosu kurmuştuk. Daha doğrusu başka yerde çalışma şansımız da yoktu. Hem bilimsel olarak çok ileri ameliyatlar ve yayınlar gerçekleştiriyorduk, hem de Nurcusu, Süleymancısı, Adıyamancısı, Mealcisi ile adeta ‘dinci’ ama homojenlik içerisinde heterojen bir kadro oluşmuştu. Bunun bir nedeni de bizlerden başka orada çalışacak adam bulunamamasıydı. Farklı siyasi görüşleri olup da orada çalışmak isteyenler reddedilmemiş ve işe alınmıştı. Her hafta ya Cumuhuriyet ya da Milliyet gazetesinde biraz alt kısımlarda ama ilk sayfada haberdik. Başımızda Dursun Odabaş Hocamız vardı, 28 Şubat döneminde çok büyük zorluklar yaşandı. İşten atılanlar ve ceza alanlar oldu. Bu ekibin bir kısmı bugün AKP İktidarı Sağlık Bakanlığı’nı yönetiyor. Orada yaptığımız başka önemli bir şey, 1996 yılında çok güçlü bir kampanya gerçekleştirerek, ilçe ilçe dolaşarak tabip odası seçimini alışımızdı. Van merkezli beş ilin tabip odası başkanı oldum ki bu Türkiye’de ‘İslamcıların’ aldığı ilk tabip odasıydı. Ancak farklı görüşlerden insanları da listemize koyarak bir mesaj vermiştik. Psikiyatrist arkadaşım ve iyi dostum Prof.Dr.Hayrettin Kara ile çok iyi çalışmalar yapmış, iyi tartışmalar getirmiştik tabip odası bünyesinde.

1997 yılında ABD’de bir üniversite hastanesine gitme imkânı doğdu, 6 ay için gitmiştim ama çok iyi iş ve çalışma imkânları çıktı karşıma. Sonuçta yaklaşık 6 yıl orada çalıştım. Tabi ben gittikten sonra oradan 28 Şubat sürecinin başlangıcından sonuna kadar her şeye şahitlik ettik. Benim için zor bir durumdu, uzaktasın ama aklın hep Türkiye’de. 28 Şubat süreci Amerika’da benim beynimde bir ur gibiydi. 1997-2002 arasında yurtdışında olduğum dönemde, sık olmasa da Türkiye’ye gidip geldim ve her gidiş gelişimde çok büyük düşünsel değişimler gözlemliyordum.

2001 yılında Saadet Partisi kurucuları arasında yer aldım. Saadet kurucuları arasında olma teklifi Mehmet Bekaroğlu aracılığı ile gelmişti. Refah döneminde partisizdim yani partileşmeye karşıydım. Ama bu yeni ve zor dönemde birlikte olmak gerek diye düşündüm. Barajı aşabileceğini zannetmiyordum, Rahmetli Hoca’ya verdiğim raporların birinde SP olarak % 3 civarında oy alırız diye tahmin de vermiştim. Dışarıdan, uzaklardan bakınca neyin ne olduğu o kadar net görülüyordu ki. AKP reel siyasetin gereği olarak değerlendirdiği güçlerden icazet almış bir partiydi. Halbuki, onların hedefleri bizim reelimiz olarak kabul ediliyordu. AKP iktidarına rağmen Hoca bir daha siyasete dönemedi, Derviş Politikaları hala sadakatle uygulanıyor. Ekonomi global sermayeyle tam entegrasyon içerisinde ama başörtüsü sorunu hala sorun olarak ortada. Yasal yönden başörtüsü serbestisi için hala hiçbir güvence yok. Bankaların içini boşaltanlar ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlar. Başbakanla omuz omuza, yanak yanağa tower açılışları yapılıyor. İstanbul Dükalığı durumdan şikayetçi değil, hatta çok memnun. Hatta en büyükleri diyor ki: bizim büyümemiz Türkiye büyümesinin iki katı oldu son on yıl içerisinde. Bu cümleyi tersinden okursak önemli bir kesim de büyümenin gerisinde kaldı. İşte reel siyaset ve reel sonuçlar.

2003 yılında Saadet Partisi GİK’e seçildim. Rahmetli Hoca Ankara’da kal dedi ama bakıyorsun GİK’tekilerin hepsi milletvekili emeklisi yaşını başını almış insanlar. Ben daha emekli olamamışım, çalışmam lazımdı, o yüzden Ankara’da kalamadım. 2002 seçim kampanyasından sonra tekrar mesleğime döndüm.  Sağlık Bakanlığı’ndaki eskiden birlikte çalıştığımız arkadaşlarımız aradılar çağırdılar, İstanbul Haydapaşa Numune Hastanesi Ortopedi Kliniği’nde şef oldum. Şef olunca da, 657’ye tabi memursunuz, siyasal partiye üye olamıyorsunuz. Üniversite gibi değil. Üniversitelerin kapısı ise bize hala kapalıydı. Mesela Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ndeki kadroma dönmek istemiştim ancak dönemin rektörü Yücel Aşkın bunu kabul etmedi. Tamamen keyfi bir karar. Dikkat ediniz İstanbul, Ankara, hatta Kayseri’den bahsetmiyorum. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi bahsettiğim.

Saadet Partisi kurucusu olduğum için çevremdekiler bana o dönem hep “yanlış ata oynadın” diyorlardı. Ben yanlış ata oynadığımı hiç düşünmedim; çünkü olayı oynamak olarak düşünmedim. Biz yanlış ata oynamadık, o şartlar altında olmamız gereken yerde olduk ama kaybettik. Tabii Saadet partisi gibi bir yapıyı değiştirmek kolay değil, orada da ciddi bir takım sorunlar vardı; hala var. İnşallah düzeleceğini umuyorum.

Ben İslamcılığı üç dönem olarak düşünüyorum. Birinci dönem “Çığlık Dönemi”; Müslümanların yaşadığı topraklara yönelik işgal hareketlerine ve yıkımlarına karşı isyanın sesini yükseltme dönemiydi.  Efganiler, Abduhlar bu dönemin önemli simalarındandır. Müslümanların kolayca ve sorunsuz şekilde öldürülebildiği bir coğrafyada, bir dönemde, “Müslümanlar var” dediler, “biz de varız” dediler.

İkinci dönem, bir tür asabiyet dönemi Müslümanların tekrar örgütlenme, direnme ve bir araya gelme dönemiydi.  Türkiye’de aşağı yukarı Milli Görüş’e tekabül eden, Orta Doğuda ise “İhvan-ı Müslimin”de karşılık bulan bir hareketti. Mevdudilerin, Seyyid Kutubların dönemiydi, bir tür ‘Müslümancılık’ hareketi gibiydi. Müslüman milliyetçisi demek istemiyorum ama o kavrama biraz yakındı. Müslümanların diğerlerine göre çok daha aşağı görüldüğü bir dünyada Müslümanların kendilerini diğer Milletlerle eşitleme gayretiydi.

Üçüncü dönem İslamcılığını “sadece Müslümanlar için ve sadece Müslümanlar yararına bir hareket” olarak görmüyorum. O zaman herhangi bir ideolojiden farkı kalmaz. İslamcılık terimine de bu şekilde, kucaklayıcı özelliğiyle kabul ediyor ve sahip çıkıyorum. “Bütün mazlumların, madunların sorununu beraberce sırtlama, inisiyatif alma” meselesidir İslamcılık. Bütün insanlığı kapsayan bir çağrıdır ve bu İslamcılığın içerisinde Müslüman olmayanlara da yer vardır. Kısaca insanlığın sorunlarına çözüm üretme çabasıdır. Ben bu bağlamda İslamcılığın en önemli ahlaki ilkesinin bu dünyada Allah’tan başka bir irade tanımamak, günümüz ortamında tıpkı kadim geleneğimizde olduğu gibi “kula kulluk etmemek”, “kimseden kulluk talep etmemek” ve “kendine yani nefsine de kul olmamak” gibi anlıyorum.

Her nübüvvet içinde bulunduğu düzene bir itirazla başlamıştır; itirazdan, eleştiriden korkmamamız lazım. Eleştirel ortam, düşüncenin yaygınlaşması, içgörümüzün artması ve inisiyatif almak bizi geliştirecektir. Hem Türkiye’nin hem de İslam Dünyası’nın buna ihtiyacı var.

Kuran’da “peygamberleri ve insanlar arasında adaletle hükmedenleri öldürenler” diye bir ibare var. Bu ikisini yani peygamberliği ve adil yönetimi birlikte anar İslam. Bunun üzerine düşünmemiz lazım. Bir daha peygamber gelmeyeceğine göre adalet bizim temel meselemiz. Bunun pratiği üzerinde çalışmamız gerekiyor. Artık sloganlardan ziyade neyin adalet olduğunu ve nasıl uygulanabileceğini göstermemiz gerekiyor. Hatta ben adaleti bir Müslümanın sınır durumu olarak görüyorum. Bundan daha geriye çekilemeyeceği bir tutum olarak değerlendiriyorum. Adalet kazındığında altından merhamet çıkmalı. Müslümanın içini dolduran şey merhamet olmalı; bugün dünyadan defedilmeye çalışılan merhamet. Adalet, merhametin takiyyesi olmalı.

Erbakan’ın başbakan olduğu dönemde yaptığı iki önemli şey vardı ki, siyaseten şimşekleri üzerine çekti. O zaman büyük sermayenin bir kısmı, önemli bir kesimi devletten kredi alıyorlardı, sonra bunu yurt dışındaki bazı bankalar üzerinden yine devlete çok daha yüksek faizle borç veriyorlardı. Sonuçta hiçbir sermaye koymadan ve risk almadan faiz gelirinden oluşan aradaki farkı ceplerine indiriyorlardı. Hoca devlette havuz sistemini kurdu ve bu haksız kazanca yani hortumlamaya bir son verdi. Rahmetli Hoca böylece finans sektöründen, yatırıma ve üretime doğru bir geçiş, sağladı, belki kapitalizmle kökten bir hesaplaşma değildi ama gerçekten önemli bir adımdı. Havadan birilerinin cebine giden parayı üretime yönlendirmişti. Bir de D-8’ler olayı var. Biraz uçuk gelebilir ama önemliydi, çok ciddi bir potansiyel, çok ciddi bir projeydi. Uluslararası güçlerden icazet alınmamış bir şeydi. Sonuçta oluşacak Asya-Afrika işbirliği Batı’nın buralarla yaptığı ticaretin neredeyse dörtte üçünü Batı’nın altından çekecekti. Bunlar yüzünden indirildi Rahmetli Erbakan.

Doç.Dr.Hakan Olgun’un Protestanlık kitabını çok iyi bir çalışma olarak buldum, tavsiye ederim. Bugünkü halimizi ve gidişatımızı anlamak açısından önemsiyorum. Belki klasik olacak ama Aliya’nın (Ali İzzetbegoviç) “Doğu ve Batı Arasında İslam” kitabına dikkatinizi çekmek istiyorum. Emek ve Adalet platformundaki arkadaşlarla ileriki bir tarihte bu kitapları birlikte konuşmak isterim.

Muhafazakârlık, İslamcılık ile arasına mesafe koyan ve özellikle dışarıya ‘uyumlu’ mesajlar veren bir terim. Türkiye’deki ortalama insan muhafazakârlık ile Müslümanlık arasındaki farkı doğrudan anlamaz. Anlamayabilir. Muhafazakârlık gerçekten altı boş bir kavram ama bana nasıl tanımlarsın diye sorarsanız: “Muhafazakâr, evinin temel taşlarını sökerek üst katta hamam taşı, şömine taşı olarak muhafaza eden adamdır” derim.

HAS parti sürecine dair de şunu söylemek isterim; Numan Bey ile yaşadıklarımıza dair çok laf duyduk çevremizden. Kazık yediniz, aldatıldınız, yanlış yatırım yaptınız vs. Ama ben şöyle düşünüyorum, bir ilişkide “aldatmak” kaçınılmazsa aldatan olmamak “mutlak” anlamda iyidir. Medine’ye bir bakalım, ideal şehir mi? Kavgalar da var. İnsanın hangi sıkıntısı varsa orada da var. Ama çeki düzen verme eğiliminde olan % 15, % 20’lik bir Müslüman kesim de var, hem de bilinçli bir kesim, Kurani bir eğitim almış bir kesim. Melekler Şehri gibi değil, insana ait ne kadar problem varsa orada da var. Medine bir “insanlar şehri.” Bu tür olaylar insanın olduğu her yerde oldu ve olacaktır. Bizi düşündüğümüzden ve yolumuzdan alıkoyacak da değildir. Rahmetli Üstad İzzetbegoviç’in dediği gibi “insan varsa dram da var.” Bunu kabul etmek bizi reel siyasete değil ama “Reel İslamcılığa” götürecek.

Ancak bu döneme has şöyle bir zorluk var. İktidarın hegemonyası çok artmış durumda; nereye, hangi işe el uzatsanız hemen iktidar da oraya el atıyor ve olayı domine ediyor. Kurnazca. Döneme has bir başka sıkıntı ise zamanında Müslümanların karşısında durmaya çalıştıkları şeyleri, şimdi onlara kendi elleriyle yaptırıyorlar. Neo-liberalizmin Türkiye’deki inşası gibi.

Sağlık sisteminde AKP döneminde yaşananlara dair de bir iki şey söyleyeyim. Bir kere gerçekten önceki dönemde hastanelerde gördüğümüz kuyruklar kalktı, inanılmaz kuyruklar vardı, bu çok önemli bir gelişme. Hiçbir şekilde küçümsemiyorum ve olumlu buluyorum. Ama ben AKP döneminde yapılanlarda üç önemli sıkıntı görüyorum:

1. Vatandaşın sağlık için cebinden çıkan para ne kadar? Yani bu para önceki döneme göre azaldı mı yoksa çoğaldı mı? Bunu tam bilemiyoruz, bakanlık verileri tam olarak vermiyor. Ben ve birçok meslektaşım artmış olmasının yüksek ihtimal olduğunu düşünüyorum.

2. Sağlık çalışanlarının emeğinden yontulan para, büyük sermayeye gidiyor.

3. Bugün büyük ölçüde özel sektöre havale edilerek verilen sağlık hizmetleri kamusallık korunarak, kurumsallaşarak ve kar gözetmeksizin daha az maliyetle sağlanamaz mıydı? Bir de bu soru var.

Artık zihniyet değişti. Hasta geldiğinde hastalığa odaklanan bir bakış vardı, şimdi bu tedavinin ne kadar getirisi olur ve ne kadar risklidir gibi bir bakış ağır basıyor. En azından bu kaygılar da gündemine girdi hekimlerin. Zor ve para kazandırmayan hastalar ortada kalabiliyor. Sağlığın piyasalaşması dediğimiz süreç vahim. Müşteri lafı geldi yerleşti sağlık sektörüne. Yine de iyi şeyler yapıldı yapılmadı değil, ama bu eleştiri noktalarımız da çok önemli.

Aslında bu söylediğim minvaldeki eleştiriler hemen hemen bütün sektörlerde geçerli. Küçüklerden kurtulup sektörleri birkaç büyük şirkete teslim ediyorlar. Bunlar da işi taşeron şirketlere daha ucuza yaptırıyorlar. Türedi muhafazakâr dolar milyarderleri ve milyonerleri çıktı ortaya. Kemalist burjuvaziye karşı muhafazakâr burjuvazimiz oldu on yıl içerisinde. Hepsi devlet çiftliğinde yetiştirilmiş, ortak yönleri bu. Neo-liberal politikalar ülkemize eski İslamcılardan oluşan bir parti, AKP tarafından yerleştiriliyor. AKP adeta neo-Kemalist bir parti durumuna evrildi. Medya iktidar korosuna dönüşmüş vaziyette. Düşünen, araştıran, yazan-çizen neredeyse kalmadı. Rehavet yaygın. Ben AKP’li değilim, hiç olmadım ama “bu işi Müslümanlar mı yapacaktı” sorusuna her an muhatabım. Herkes başkanlık sistemine odaklanmış durumda. İktidar ve İslam özellikle gençlerin zihninde özdeşleştiğinden iktidara muhalefet İslam karşıtı bir eğilimi de besliyor. Rol model olamadığı gibi rol model olabilecek alternatiflerini de yaşatmıyor AKP.

Bunun vebali büyüktür ve ahiret hepimiz için sandığımızdan da yakındır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir