Gramsci’nin Mirası ve Kültür Savaşı
Arkadaşımız Hüseyin Arif’in Gramsci, hegemonya ve kültür savaşı üzerine Halka Dergi’de yazdığı yazıyı sitemize iktibas ediyor, ilgilerinize sunuyoruz;
Marksist gelenek, siyaset sahnesinde kurucu olabilmek için burjuvazi ve proletarya temsillerinde kamplaşmış bir krizi öngörür. Bir diğer deyişle, “işçilerin birliği sermayeyi yenecek” sloganı düşünülen siyaset sahnesinin Marksistler açısından en sade muradını işaret eder. Böylece dünyayı inşa edenler olarak işçilerin birliği, bir avuç artı değer hırsızının rahatını bozar ve üretim ilişkilerini tersine çevirebilecek bir gücü elde edebilir. Marksizm, işçi sınıfının kapitalizmi yıkabilecek esas güç olduğu iddiasıyla sosyalist mücadele içinde hegemonyasını kurmuş, devrimcilerin bu yöntemi pratik olarak ileri taşımasıyla dünyada çeşitli zaferler elde etmiştir.
Basite indirgenmiş haliyle bu yöntem, siyasi temsilleri de iki kampa indirgeme eğilimindedir. Bir tarafta patronların ve sermaye sınıfının temsili, öte yanda işçi sınıfının partisi. Bu iki kampın siyasi temsilleri açık seçik tespit edilirse geriye iki unsur kalmaktadır: işçilerin örgütlenmesi ve mevcut burjuvazinin egemenliğini tesis eden zor aygıtı olan devletin fethi. Strateji tartışmaları, hegemonya, rıza üretimi ve Gramsci’nin mirası meseleye bu noktada dahil olmaktadır. Söz konusu sınıfın örgütlenmesiyle zor aygıtı olarak devletin fethedilmesi ne ölçüde birbirine bağlıdır, hangi dinamiklerle var olur; ikisi birbirine öncelenebilir farklı yöntemleri gerekli kılar mı?
Bunların karşısında burjuva demokrasinin hâkim kılınmaya çalışıldığı çoğu devlet hükümeti ya bir sınıflar barışını öngören ya da kültürel ve ideolojik kamplara bölünen bir siyaset sunmaktadır. Sınıf çatışması bugün birçok batılı demokraside ve bilhassa Türkiye’de büyük kamplaşmaların ana eksenini teşkil etmiyor. Bunun yerine bir kültürel çatışma üzerinden şekillenen, kültürel temsillerin konsolide ettiği kitleleri ve onların temsilini kazanan partileri sözcü olarak izliyoruz. Siyaset sahnesinin aktörlerini ve bizzat sahnenin sınırlarını çizme kabiliyetini tartışmak halihazırda hegemonyayı tartışmanın temel ayakları oluyor. Bu sebeple Gramsci’nin siyaset sahnesine dair çizdiği tablonun çıktılarını ve sosyalist mücadelede bu arka plan ihmal edilerek ortaya konulan kültür savaşı tutumunu bu yazıda açıklamaya çalışacağım.
Hegemonyanın Açılımları ve Gramsci’nin Katkısı
Hegemonya yoğunluklu olarak Gramsci’nin katkılarıyla beraber sosyalist strateji tartışmalarında yer edinse de kavramın kökünü Gramsci’ye dayandırmak yanıltıcı olur. Hapisane Defterleri’inden önce 1917 devrimine kadar Rus devrimciler için önemli sloganlardan biriydi hegemonya. Ancak esas anlamı, dominasyon-hegemonya zıtlığında ve köylülerin sınıf mücadelesine kazanılması bağlamında ortaya çıkmaktaydı. 20. yüzyılın ikinci yarısında ise Gramsci’nin kullandığı şekliyle zor-rıza zıtlığının bir bütünü ve burjuva demokrasilerinin işçi kitleleri üzerindeki gücü bağlamında kullanılmaya başlandı.
Gramsci’nin bu konuya en temel katkısı, burjuvazinin iktidarının devletin zor aygıtına indirgenemeyeceğini işaret etmesiyle başlıyor. Bir başka deyişle devletin sınıfın örgütlenmesine şiddet araçları dışında da müdahil olduğunu, işçi kitlelerinin mevcut sözde demokrasilere razı olduğunu belirtiyor. Bunu ayakta tutabilmek için devlet, rıza üretimi adına çeşitli araçlar geliştirmekte, sürekli bir şekilde kitlelerin düzen siyaseti içerisinde temsil edildiğine dair propaganda yapmakta. Bu haliyle Gramsci’nin çizdiği tablodan şu çıkarım yapılabilir: “işçi sınıfının düzen aleyhine örgütlenmesindeki en temel engel, işçilerin düzene karşı ideolojik kuşatılmasının imkânsızlığıdır”. Fakat onun bu tespiti, faşizmin hüküm sürdüğü yıllarda proletarya lehine devrimci bir strateji teorisi ortaya koyabilmek için öne sürdüğünü unutmamak gerekir. Anderson’un Antinomies of Gramsci adlı denemesinde söylediğine göre, sivil toplum ve rıza üretimi vurgusu bu partiler için reformizmin dayanağı oluyor. Bir diğer deyişle Gramsci devrimci bir siyasal strateji arayışındayken birçok avrupalı komünist parti onun bulgularıyla murad ettiğinin tam zıttında kalan bir reformistleşme tutumu sergiliyor. Çünkü Gramsci’nin çizdiği tabloya yaslanarak işçi sınıfının hareketini üretmeyi, iknaya dayalı parlamentarist bir temsil siyasetine sıkıştırıyorlar.
Gramsci’nin hegemonya ile tarif ettiği “devletin kitleler üzerinde sürekli rıza üretimi”, esasında siyaset sahnesinin ve aktörlerin sınırlarını belirlemek olarak değerlendirilebilir. Bu bağlamda kurduğu hegemonya vasıtasıyla devlet, siyasetin eksenini, yani ideolojik gerilim hattını da belirlemektedir. Resmi tarih ideolojisi ders kitapları, cuma hutbeleri ve vakıf-dernek-cemaat yoluyla; siyasal katılımın sınırları parlamento, yasalar ve sivil toplum faaliyetleriyle; entelektüel üretim ise yine hükümetle enformel ilişkileri olan aydınlar aracılığıyla topluma sunulmaktadır. Bahsi geçen tüm alanlarda siyasal iktidar kitlesel konsolidasyonu mevcut kültürel temsile yaslanarak sağlamaktadır. Resmi ideoloji bir kültür kavgası olarak ortaya çıkmakta ve kitleler sınıf ekseninde değil iktidarın kitleselliğini elde ettiği kültür kavgası ekseninde kamplaşmaktadır. Buna karşın muhalefet, iktidarın beslendiği kitleselliğin dışında, aynı kültür kavgası ekseninde bir başka kültür kampından iktidarla rekabet etmektedir. İşte devletin hegemonyayı inşa ettiği yer burada açığa çıkmaktadır. Mevcut hükümet gelip geçici olsa da burjuva demokrasisi, kültürel temsillerin bir diğerini iktidara getirecek ve fakat üretim ve temsil ilişkilerinin tersine dönüşüne müsaade etmeyecektir; çünkü siyaset sahnesi hükümetin hegemonyası dolayımındaki temsiller aracılığıyla kültür savaşını sürdürmektedir. Bu sebeple Gramsci devletin zor aygıtına indirgenemeyeceğini, savaşın biçimini ise ezici üstünlüğü sağlayan tarafın, yani devletin çizdiğini; yine bu sebeple devrimci strateji için sivil toplumun dönüşümünü (hegemonyayı) önümüze hedef olarak koymamız gerektiğini savunuyordu.
Bu noktada Gramsci’nin çizdiği tabloya yaslanarak devletin kitleler üzerindeki hakimiyetini ve mevcut hükümetlerin rıza üretim süreçlerini kültür savaşı biçiminde sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Fakat kitleleri bu savaş biçimini sürdürerek mevcut temsil ve üretim ilişkilerine razı eden yapıya karşı aynı cihetten bir savaşı kazanmak devrimciler için ne kadar mümkün olabilir? Kültür savaşını siyasal zemin olarak sunan düzene karşı işçi sınıfının temsilini üretebilmek aynı şekilde bir kültürel kamp olarak burjuvazi ve işçiliği karşı karşıya koyabilmeyi gerektiriyor demektir. Verili koşulların ve temsili siyaset sahnesinin içerisinde düşünmeye çalıştığımızda bundan ötesi pek görünmüyor gibi. Nitekim bahsi geçen şekilde bir kültürel ayrımın da şovenizmle sonuçlandığına dair hem Türkiye sınıf mücadelesi hem de dünya tarihi açısından şahitliklerimiz var. O halde devletin dayattığı kültür savaşı ekseninden Marksizmin öngördüğü sınıf savaşı biçimine geçişin imkânları zorlanmalı.
Türkiye’de Kültür Savaşı ve Temsil Krizi
Her ne kadar Gramsci işçi sınıfının örgütlenmesinde ve burjuva demokrasisinin toplum üzerindeki hegemonyasında kültürün rolünü öne çıkarsa da, devletin bir kültür savaşı ekseninde siyaset sahnesini kurmasına karşı işçi sınıfının mücadelesini aynı sahnedeki siyasi temsillerle -muhtemelen- başarıya ulaştıramayacağız. Bu sebeple hegemonya ve temsil siyasetini kaçınılmaz kılan -sınıf yerine- kültür savaşının öncelendiği stratejik tutumları konuşmaya çalışacağım.
Her savaş en nihayetinde özgün kültürel karşılaşmaların yani kültür savaşının bir sonucudur. Fakat nihayeti kültür savaşı ve yerleşmiş temsillerin çatışması olarak tespit etmek başlangıç ile nihayet arasındaki ontolojik ve kategorik farkları göz ardı etmemize sebep olmamalı. Bu bağlamda söz konusu kültürel ayrılıkların -temsil ve kimliklerin- yarattığı zeminin teorik açılımı asıl odağımız olmalı. 80 yenilgisinden beri Türkiye solunun büyük bileşenleri; üretilmiş kültürel kavga, sanki sınıf mücadelesinin teorik zemininin kaçınılmaz bir sonucuymuş gibi tutum alıyorlar. Elbette bunun Kemalizme ilerici bir rol atfetmekten ileri geldiğini söyleyebiliriz. Fakat daha önemlisi, bu kurumlar temel kavgayı ve üretilen siyasi temsili, maddi üretim ilişkilerinin sonucunda açığa çıkan işçi kitlelerine yaslamaktansa “sınıf savaşı” retoriğini üreten sosyalistlerin kültürel zeminine dayandırmaktadır. Bu bağlamda sosyalist siyasete talip olanlar, sınıfın değil sınıf savaşı söylemini üretip kullanan zeminin siyasetini, yani o kültürelliğin siyasetini üretmiş oluyorlar. Laiklik kavgasını sınıf savaşına önceleyen tutum bu iki bağlamdan, yani Kemalizme tanınan ilerici rolden ve kültür savaşına sıkışmaktan kaynaklanıyor. Bir diğer deyişle sosyalist solun krizi, işçi sınıfı içerisinde sosyalist temsilin hegemonya kuramamasıyla görünür oluyor.
Türkiye’de sınıf mücadelesini ileri taşımak isteyen büyük kurumların kültür savaşına kapatılan siyaset sahnesine dair nitelikli bir analiz ve aşma girişiminde olmadıklarını düşünüyorum. Çünkü Gramsciyen bir analize dahi başvurulsa sonuç sosyalist kültürel üretimi arttırmak ve sosyalizmin kültürel temsiline kitleleri ikna etmek olarak vuku buluyor. Fakat devletin geliştirdiği hegemonik alanın dışına, onun kendini besleyen zemininde karşılık vererek çıkamayız. Dahası çoğunluğun tercih ettiği kültürel/siyasi temsiller değişse dahi bu değişim, üretim ve temsil ilişkilerini tersine çevirme kabiliyetine erişemeyebilir. Çünkü kapitalist üretim ilişkileri durmaksızın öğütleyen hegemonik güçle maddi zemine yaslanmayan, yani temsili bir kavga verilmiş demektir.
Öte yandan söz konusu kültürel hegemonya kavgasında gücün kaynağı kitle iletişim araçlarında, fiili savaşta da olduğu gibi teknik üstünlükte açığa çıkıyor. Bu noktada devletin kültür üretim araçlarının alt edilemez bir teknik ile donatıldığını görmemiz gerekiyor. İletişim başkanlığından veri paylaşımında sınır tanımayan sosyal medya mecralarına, TV kanallarından belediye etkinliklerine kadar mevcut düzen siyasetinin propaganda araçları alt edilemez bir kuvvetteler. Bu bağlamda mevcut siyasi/kültürel temsillerin birbirine üstünlüğündense başka bir siyasal hareketlilik ile iktidarın kurduğu oyun alanının dışına çıkmak gerekiyor. Nitekim çok büyük bir teknik kuşansalar dahi İsrail İşgal Ordusunun Gazze’deki başarısızlığı, ABD’nin Vietnam’daki yenilgisi tam da bu “siyaset sahnesi”ndeki manipülasyonlarla mümkün oldu. Güçlü olanın dayattığı savaş biçimi için elimizdeki imkânlar alanı manipüle etmekle, ya da onu dayattığı siyaset sahnesinin dışına taşımakla mümkün.
Dolayısıyla esasta sosyalist temsilin siyaset sahnesinde kurduğu hegemonyayı değil, sınıf savaşının öznelerinin kendi özgün temsilini ürettiği bir sınıf savaşı hegemonyasına ihtiyacımız var. Bunun temel aracı düzenin meşruiyet olarak dayattığı temsillerin dışına çıkabilme kabiliyetimizde yatıyor. Bugün itibarıyla buna fiili meşru mücadele hattı desek de bunun taktik bir tutum mu yoksa esas stratejiyi belirleyen unsur mu olduğunu tartışmak başka bir yazının konusu.
Sonuç
Gramsci’nin hegemonya kavramı ve bu bağlamdan türettiğimiz kültür savaşı kavramı, modern siyasal mücadelelerin ve devletin reflekslerinin karmaşık doğasını anlamak açısından hayati öneme sahiptir. Onun analizleri, devletin yalnızca zor aygıtlarıyla değil, aynı zamanda ideolojik rıza üretimi yoluyla da kitleleri mevcut düzene razı ettiğini gösterir. Türkiye’deki mevcut siyasi ortamda, sınıf mücadelesinin yerini alan kültürel kamplaşmalar, siyasetin sınırlarını belirleyerek devrimci stratejilerin önünü tıkamaktadır.
Bu bağlamda, kültür savaşı sahnesinden çıkabilmenin yolu, fiili meşru mücadele hattını daha da ileri taşımaktan geçer. Mevcut sistemin dayattığı temsillerle sınırlı kalmamak, bu sınırları aşarak fiili eylemsellik odaklı kendi temsiliyetini üreten direnişler inşa etmek gerekmektedir. Gramsci’nin mirası, kültürel ve ideolojik çatışmaların ötesine geçerek, gerçek sınıf mücadelesinin zeminini yeniden inşa etme çağrısıdır. Bu süreçte, düzenin sunduğu mevcut temsillerin ötesine geçerek, kendi özgün temsilini ve mücadele hattını kuran bir sınıf savaşı hegemonyası inşa etme gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Sınıf savaşının hegemonyası, rıza gösterebileceği temsilleri sınıfa dayatmaktansa, sınıfın içinden yine sınıfın kendi temsilini inşa ettiği direniş süreçlerini kurmak ve teşvik etmekle mümkün olacaktır. Bu şekilde, sosyalist hareketlerin, mevcut kültür savaşının tuzaklarından kurtularak, daha radikal ve dönüştürücü bir mücadele hattı oluşturması mümkün olacaktır.