Herkes nerde?

80’lerin başında doğanlardan biriyim. Darbeden az sonra.

Sultan filmini ilk izlemem muhtemeldir ki çok küçüklüğüme rastlar. Küçükken izlediğim tüm filmlerde olduğu gibi anlamadığım yerleri çoktur bu izleyişimde. Çocuklar için filmler, bizatihi mucizevilikleri yanında, normalde bu kadar yakından gözlemleme fırsatı bulamadığınız yetişkinler dünyasına açılan bir penceredir. Filmlerde, gözünüzde büyüttükçe büyüttüğünüz bu dünyanın pek çok gizemine şahit olur ancak tam da idrak edemez, iyice meraklanırsınız. Küçükken izleyip içinizde iz bırakan bu türden filmler artık sizin için yarım yamalak çalışan bir zaman makinası işlevi görür. Her izleyişinizde o ilk izleyişinizde hissettiğiniz duyguların silik bir sureti saklandığı yerden gün yüzüne çıkar.

Filmi muhtemelen bir komedi olarak izlemişimdir, öyle hatırlıyorum. Ancak yıllar sonra kaçıncı izleyişimde olursa olsun Kemal’in uzun soluklu sevgilisi olan Asiye’ye, Sultan’a olan aşkını açtığı sahnenin zihnimde en çok yer eden sahne olduğunu hatırlıyorum. Kemal’in itirafındaki hallerinin, Asiye’nin oturuşunun, hüznünün ve efsane tavsiyesinin detayları hafızama kazınmıştır.

Bir de Kemal’in babasına bağırışı. Başta Sultan olmak üzere Kemal’in evlerinden atılmış tüm dostları, eşyalarını arabalara yüklemiş yanından geçerken Kemal bağırır. Kemal’in ses ile birlikte başa baş ilerleyen kamera da uzaklaşır ve uzaklaşır ta ki babayı ve yanındaki iki kalantoru bulana dek. Ve babanın karşılığı gelir. Bu sahneyi bir komedi unsuru olarak değil – ekşi’de bu yönüne vurgu yapılmış – bir adaletsizliğe karşı, hele de bu kadar yakında olan birinden gelen bir adaletsizliğe karşı bir haykırış olarak garipsemiş ve saygı duymuştum. Kemal’in alttan alta ilerleyen dönüşümünün bir patlama halinde açığa çıkmasıydı bu. Duygu patlamaları önemlidir.

Toplumsal adalet ve haksızlığa başkaldırma duygusunun/arzusunun karşı cinse – hele de Türkan Şoray’a – aşkla kesişmesi ne kadar yoğun duygusal patlamalara gebedir öyle değil mi?

Bu yazıda bahsedilen şahısların duygu seli düğmesi

Çocukluğum ve gençliğim Yeşilçam filmleriyle geçti. Elbette yabancı filmler de izlemedim değil. Westernlerden de başta Rambo serisi olmak üzere 80’leri ve 90’ları kaplayan bilumum aksiyonlardan da etkilendik. Orta sınıf bir ailenin çocuğu olduğumdan, bir ara evde videomuz bile vardı. TRT’de yabancı diziler de eksik olmazdı. Ama sanki bunlar hep çerez gibiydi, pek iz bırakmazdı. En çok, en düzenli ve en iz bırakacak şekilde yerli filmleri seyrettik, hatmettik. Hafızam beni yanıltmıyorsa 90’ların başında yayına başlayan özel televizyonlar, TRT’nin kim bilir hangi devletçi hesapla pek yanaşmadığı Yeşilçam madenini bir keşfettiler pir keşfettiler. Bundan önce Yeşilçam filmlerini video kasetlerle izleyebiliyorduk, ama muhtemelen o cephede de yerli filmler hepimizin bir açlık ve özentiyle yöneldiği yabancı filmler tarafından ikinci plana itilmişlerdi.

Tam bu dönem ailem bir dizi maddi sıkıntı yaşadığı için özel kanallar bizde çıkmıyordu. Sanırım anteni değiştirmek gibi bir şey gerekiyordu. Birkaç ay okulda herkes akşam izlediği, komedi ağırlıklı yerli filmleri konuşurken benim mevzuya fransız kalıp eziklendiğimi hatırlıyorum. Allahtan bizde de sonra çıkmaya başladı. Televizyonda her akşam Kemal Sunal filminin oynadığı” yıllar bu yıllardır. Parlament sinema kulübü”nde Pazar akşamları kalbur üstü Hollywood filmlerini de deli gibi takip ediyor, Cuma Cumartesi geceleri gecenin bir yarısında oynamasını beklediğimiz korku filmlerini de kaçırmıyorduk. Sinema da eksik değildi hayatımızda, örneğin Terminatör 2 yıkıp geçmiş, aylarca hakkında konuşturmuştu.

Ama Yeşilçam bir başkaydı. Kemal Sunal, daha doğrusu onun oynadığı karakter(ler) ve onların masalsı dünyası benim ve kuşağımdan pek çok kişi için büyülü bir evren oldu. Yine bu dönem müptelası haline geldiğimiz, Yeşilçam’ın kalabalık, şenlikli ve – hababam sınıfı gibi birkaç istisna dışında – işçi/emekçi ailesi filmleri hayal dünyamı belirledi. Sadece benim mi? Sanmıyorum. Okulda arkadaşlar arasında da Hababam Sınıfı, Kemal Sunal, kalabalık aile filmleri vs. en çok konuşturan filmlerdi. Özellikle de bir önceki akşam yayınlandıklarında. Üstüne üstlük, Yeşilçam ailede de kuşaklar arası ortak payda ve zevkin adresiydi. Sadece hikayesi, oyuncuları ile değil, müzikleriyle de içimize işlerdi.

Peki tüm bu Yeşilçam evreninde, bazen yüksek sesle bazen alttan alta, ama hemen her zaman verilen mesaj neydi? Bu filmler her zaman iyi, doğru, dürüst insan olmanın erdeminden, güzelliğinden, kıymetinden bahsediyorlardı. Zenginlerin hep biraz zalim ve mutsuz, yoksulların ise hep biraz mutlu ve ahlaklı gösterildiği hikayelerdi bunlar. Zengine karşı yoksulun, patrona karşı işçinin, devlete karşı sıradan vatandaşın ve hatta erkeğe karşı kadının yanında olan bir ahlaki evrendi bu önümüzde akan. Bir siyah beyaz basitliği vardı dersek de haksızlık etmiş oluruz ama. Sunal’ın filmleri bir yönüyle yoksulların sürekli bir kahraman bekleyen acizlik halleriyle kafa bulma geçididir. Yeşilçam filmlerinde, yoksulların hainlikleri, korkaklıkları, birbirlerini satmaları da temsil edilse de onların içinden hem iyiliği hem de mertliği temsil eden birileri mutlaka çıkar gelirdi.

Tüm bu anlattıklarımı küçükken de az çok hissetsem ve etkilensem de örneğin Sultan’ın evlere temizliğe giden emekçiliğinin Sultan’ın hayatının ne kadar merkezinde olduğunu kaçırmışım. Bu yazıyı yazmama vesile olan son izleyişimde fark ettim. İş hayatı sıkıcıdır, kurguda gösterilmez, gösterilse de unutulur. Bende de öyle olmuş. Sultan’da adeta bir belgeselci titizliğinde – belki gerçekte olduğundan sadece bir tık daha şirin ve eğlenceli – gösterilen mahallenin toplumsal panoramasının zenginliğini de elbette çok sonradan fark ettim.

Pek tüm bu külliyatı defalarca beraber izlediğimiz, bayıla bayıla birbirimize anlattığımız, ağladığımız, güldüğümüz, sitelere uzun uzun entry’ler, yorumlar döşendiğimiz herkes nerde?

Niye bu kadar azız işçiden, emekçiden, ezilenden yana olup da bunu göstermek için biraz olsun harekete geçen? Bugün emekçilerden yana faaliyet gösteren tek kurumlar olan sendikalarda, derneklerde, yapılan eylemlerde niye bu kadar azız?

İşten atılan sendikalı işçilerin işyerleri önünde kurdukları çadırlara neden bu ülkenin Kemal Sunal’ı seven milyonları olarak değil de bu işlere sevdalı birkaç yüz, olsun olsun birkaç bin kişi gidiyoruz?

Neden hakkını arayan emekçilerde Münir Özkul’un, Adile Naşit’in, Türkan Şoray’ın, Kemal Sunal’ın, Hülya Koçyiğit’in tanıdık sıcaklığını ve iyiliğini değil de yabancı ve tekinsiz bir sureti görüyoruz?

Ulan keşke hiç büyümeseydik yazmış biri Sultan filminin altına. Bu filmleri izlemiş bulunduğu için hayatını toplumsal adalet mücadelesine göre şekillendiren bizler belki de hiç büyümedik. Büyümediğimiz için böyle olduk.

Belki farkımız ve azlığımız bundandır.

2 Responses

  1. Yavuz Soysal dedi ki:

    Çok şey yazacaktım. Bu güzelim yazının duygusal ağırlığı sadece şunu dedirti:Ellerin dert görmesin.

  2. Turşu dedi ki:

    Birseyi sevmenin harekete geçiriciyanı varmıdır diyince, ahmet kaya ve tarik alanın yarattığı sansasyonel donemi hatırlamak gerekir. Duygu heyecanlandırır, coşturur belki, yada sempati, empati sağlar. Ama h8c biri teorik birikimin yaptığını yapamaz. Yavuz hocayı da yazmaktan alıkoyan o dur. O romantizmin duygusal ağırlığı…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir