Alpkan Birelma: “İnsanlık Yapısal Bir Hesaplaşmanın, Tarihsel Bir Kararın Eşiğinde!”

Arkadaşımız ve Müştereklerimiz Atölyeleri’nde “Sınıf Meselesi: Neden, Ne İçin, Ne Kadar Önemli” başlıklı atölyeyi yöneten değerli Hocamız Alpkan Birelma ile Filiz Gazi Gazete Duvar‘da dikkate değer bir söyleşi gerçekleştirdi. Dünyadaki yükselen krizler ve eylemlilik dalgasından, ülkemizde siyasetin ve emek hareketinin güncel durumuna, açmazlarına ve geleceğine dair önemli değerlendirmeler içeren söyleşiyi ilginize sunuyoruz.

Röportaj: FİLİZ GAZİ

Dünyada sol söylemin güçlendiğine dair emareler olduğu düşünülüyor. Çıkış nedenleri farklı olsa da Hong Kong, Lübnan, Şili, Endonezya… Diğer yandan yoksulluk verileri değişmiyor.

Sokak hareketleri dünyanın gidişatı hakkında ne söylüyor? Müslüman ülkelerdeki kaderci bakış, sınıf bilincinin oluşmasına engel mi? İslam ülkelerinde işçi hareketlerinin geçmişi ve bugünü nasıl?

Son dönem yaşanan intiharların tek nedeni yoksulluk mu? Türkiye’deki entelijansiya işçi sınıfının gündeminden kopuk mu? Bugüne gelinmesinde sendikaların, meslek örgütlerin payı var mı?

Sosyal hareketler, emek hareketi ve İslamcılık konularında çalışan, ‘Ekmek ve Haysiyet Mücadelesi: Günümüz Türkiye’sinde Üç İşçi Hareketinin Etnografisi’ adlı kitabın yazarı, Özyeğin Üniversitesi’nden Alpkan Birelma ile konuştuk.

Türkiye’de refah seviyesi yüksek olmayan insanlar hep çoğunlukta değil miydi? Ya da son bir kaç yılın yoksulluk verileri bize ne söylüyor?

Toplumun çoğunluğu şüphesiz, geçim sıkıntısı çekiyor evet. Bu kapitalizmin doğası gibi bir şey. AK Parti döneminde aslında başlangıçta göreli olarak yoksullukta azalma söz konusu oldu. Pek çok araştırmada yazıldı. 2008’de olan dünya krizi bize bir yıl sonra geldi. Krizden sonra yoksulluk verilerinde daha inişli çıkışlı bir gidişat başladı. Verilere baktığımızda, büyüme miktarı azaldı, işsizlik fırladı. Enflasyon zaten ortada. Bu üç veri özellikle son 3-4 yılın emekçiler açısından çok kötü geçtiğini söylüyor.

Ağustos 2019, TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) verileri diplomalı işsizlerin de arttığını söylüyor. Her 100 işsizden 21’i üniversite mezunu. Yoksul mahallelerde, hayatta kalma mücadelesi için yöntemler geliştirilir. Derde çare arayan bir kafa işlemek zorundadır oralarda. Bir dayanma sınırı olduğu bile söylenebilir. Toplumun geneline yayılan bir yoksulluktan, diğer toplumsal katmanların bu vaziyete psikolojik olarak hazırlıksız olma ihtimalinden bahsedebilir miyiz?

Kurduğunuz mantık bana da anlamlı geldi ama elimde veri yok. Fakat şu var. Son iki yılda çok sert şekilde bir şeyler değişiyor. Üniversite mezunu emekçilerin, 2001 krizinden sonra uzun süre iş bulamama sebebiyle göreli bir yoksullaşmaya maruz kaldığını biliyoruz. Sonra bir toparlanma yaşandı. 2009 krizinden bugüneyse okumuş işçi sınıfının durumunun da ya yerinde saydığını ya da geriye düştüğünü söyleyebiliriz. Bu kesimin borçluluğundaki artışla ilgili çalışmalardan biliyoruz. Üniversite mezunu sayısındaki müthiş artış da çok önemli elbette. Bir tür prestij kaybı yaşandı. Kol emekçisi diyebileceğimiz insanlarda daha aşina olduğumuz zorlu geçim sıkıntısı hikayelerinin bir versiyonunun okumuş emekçilerde yaygınlaştığını varsayabiliriz. Benzer şekilde memurların ücretlerinde de AK Parti’nin ilk yıllarında bir artış olmuştu ama son yıllarda bir patinaj, hatta geriye düşme var.

‘ÇOK NADİR GÖRDÜĞÜMÜZ EYLEMLERDİ. 2018’DE EN AZ 50 VAKA BULDUK’

İşçi ve memur eylemi olan bütün haberleri inceliyoruz. 2018’de geçim derdinden intihar girişimi ya da insanın kendisine fiziksel saldırısı şeklinde olaylar seri halde gerçekleşti. 2018’de böyle en az 50 vaka bulduk. Son dönemde konuşulan toplu intiharların arka planında 2018’e uzanan böyle genel bir intihar girişimleri dalgamız var.

Son dönem yaşanan intiharların tek nedeni sizce yoksulluk mu?

Tek nedeni yoksulluk değildir elbette. Ama yoksulluğun temel sebeplerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Bu meseleye dair şöyle bir katkı sunabilirim. Aynı zamanda “Emek Çalışmaları Topluluğu” diye bir grubun parçasıyım. 2015’ten beri işçi eylemleri ile ilgili haber taramaları yapıyoruz ve bu eylemleri raporlaştırıyoruz. İşçi ve memur eylemi olan bütün haberleri inceliyoruz. 2018’de geçim derdinden intihar girişimi ya da insanın kendisine fiziksel saldırısı şeklinde olaylar seri halde gerçekleşti. 2018’de böyle en az 50 vaka bulduk. Bu vakalar kamusal yerlerde yapılan, biraz eylem gibi de bir yanı olan intihar girişimi ağırlıklı hadiseler. İnsanların evinde yaptığı intihar girişimleri değil. Meclis önünde, belediye önünde, kent meydanında kendini yakma girişimi gibi. Bir binanın tepesine çıkıp intihar tehdidiyle iş istemek gibi… (Alpkan Bey, bilgisayarından ilgili raporun sayfasını açıyor) 2018 raporumuzun 53. Sayfasından okuyabilirler. 2016, 2017’de böylesi olaylar dikkatimizi bu kadar çekmemişti. Çok nadir gördüğümüz tipte eylemlerdi. 2018’de üst üste görünce buna ayrı bir kategori açalım dedik. Son dönemde konuşulan toplu intiharların arka planında 2018’e uzanan böyle genel bir intihar girişimleri dalgamız var.

Makas ne zaman açıldı?

Çok net bir şey söyleyemem. 2018 Şubat ayında 10’a yakın vaka var. Şubat ayında başlamış gibi duruyor. Sonra devam etmiş. Bu işler hafif hafif artar. Bir anda artmaz.

Bu rapora göre işçi eylemlerinde gözle görülür veri değişikliği var mı?

2015 Haziran ve Kasım seçimlerinden sonra işçi eylemlerinde düşüş olduğunu gördük. Sonra 2016’dan 2018’e az çok sabit sayıda sürdü. 2018’de, 429 tane iş yeri temelli işçi eylemi oldu. Bir grup emekçinin işyerindeki meselelerle ilgili gerçekleştirdiği eylemler bunlar. İşyerinin önünde, içinde ya da kamusal bir alanda yapılan eylemler. İşçi sınıfının genel meseleleriyle ilgili yapılan eylemler, mitingler filan bu sayıya dahil değil. Yine 2018’de yani çok ciddi otoriterleşmenin olduğu bir senede, 429 işyeri temelli eylem olmuş, toplamda 83 bin işçi hakları için eylem yapmış. Bu ciddi bir sayı.

‘HDP PARLAMENTOYA SOSYALİSTLERİN GİRMESİNE VESİLE OLDU’

Sol siyaset içinde sıklıkla kimlik siyaseti ile sınıf siyaseti karşı karşıya gelir. Ortak bir mücadelede buluşulamadığı aşikar. Türkiye’de sınıf bilincinin hep aynı eşikte kalmasının hatta olmayışının nedeni bu başarısızlıktan kaynaklanıyor olabilir mi?

Güzel ve büyük bir soru. Önce etrafını konuşalım. “Türkiye’de sınıf bilinci olmayışı” dediniz. Anlıyorum burada ne kast ettiğinizi fakat bu ülkede mütevazi de olsa bir sınıf mücadelesi var. Evvela onu hiçleştirmeyelim. İrili ufaklı kazanımlar da var, yok değil. 2015’te metal işçileri çok büyük bir grev yaptılar. Onu çok çabuk unuttuk. 10 binlerce işçi yasadışı diye tabir edilen son derece riskli ve cüretkar bir grev yaptı. Örneğin Birleşik Metal-İş tüm baskılara rağmen aktif canlılığını koruyan bir sendika. Somalı maden işçileri bağımsız bir sendikanın öncülüğünde içinde bulunduğumuz şu zorlu ortamda bir yürüyüş örgütleyerek verilmeyen haklarını aldılar. Tümtis diye Türk-İş’e bağlı bir sendika var. Son yıllarda üst üste kargo şirketlerinde başarılı bir şekilde örgütleniyor. Daha yeni devasa bir şirketi, Aras Kargo’yu örgütledi. Yine gözümüzün önünde cereyan eden, tam adını koymadığımız bir zafere şahit olduk. Kamu taşeronu işçileri, ciddi bir mücadele sayesinde kamu taşeronluğundan çıkıp tüm eksiklerine rağmen devlet işçisi oldu. Sadece ülkemizde değil tüm dünyada sınıf mücadelesinin gerilemesi hatta marjinalleşmesi söz konusu. Bunlar küresel olgular. 70’lerin sonundan günümüze kadar ciddi bir mevzi kaybı oldu. 2008 dünya krizinden sonra ise hafif de olsa tersi yönde bir kıpırdanma var. 2010’larda küresel bir isyan dalgası izledik, yaşadık. Şimdi Şili, Lübnan, Endonezya’da yaşananları izliyoruz.

Bu ülkede mütevazi de olsa bir sınıf mücadelesi var. Evvela onu hiçleştirmeyelim. 2015’te metal işçileri çok büyük bir grev yaptılar. Onu çok çabuk unuttuk. 10 binlerce işçi yasadışı diye tabir edilen son derece riskli ve cüretkar bir grev yaptı.

O konuya gelmeden… Ekonomik krizleri ülkeler farklı yaşıyor. Sorumun içinde bu da var. Niye?

2001’de de böyle mukayeseler yapılmıştı. Arjantin’de de kriz var. Bizde de oluyor. Orada eylemler varken bizde niye olmuyor gibi… Bunun sebebi Kürt meselesi mi? Kimlik hareketleri mi? Etkisi var, doğru. Ama bir yandan dünyanın pek çok ülkesinde bu şekil gerilimler var. Bu da salt bizde olan bir gerilim değil. Mesela Bolivya’da darbe oldu. Sosyalist ama bir yandan da Bolivya yerlilerini bir araya getiren bir hareket iktidara yürümüştü. O anlamda iyi bir örnek. Yani hem sınıf meselesini hem kimlik meselesini bir arada kucaklayan bir partiydi diyebiliriz. Bizde tam böyle olmuyor. Sorunuzda ne kast ettiğinizi anlıyorum ama tersini de düşünebiliriz. Her şeye rağmen HDP parlamentoya sosyalistlerin girmesine vesile oluyor. Bardağın dolu tarafından bakacak olursak böyle bir durum da var. Orada bir ittifak olduğunu söyleyebiliriz ama bu ittifak “Türkiye’deki sınıf bilincine bir ivme katıyor mu?” Evet, diyemiyoruz ne yazık ki…

Nasıl olmalı, olmalıydı?

Önümüzdeki dönemde toplumsal cinsiyet, sınıf ve etnisite, bu üç meseleyi kavrayan, sentezleyebilen hareketler muhtemelen güçlenecekler. Bunlardan sadece birine bağlı kalanlar muhtemelen güçlenemeyecekler. Genel kanınıza katılıyorum. Burası için hem sınıf meselesini hem Kürt meselesini hem cinsiyet meselesini bir arada üstlenebilen bir hareketin üzerinde yükselebilen bir siyasal partimiz yok.

Genel olarak muhalefet arasında emek meselesi arkaik gözüküyor. Aslında merkez muhalefeti de boşluğa düşüren bir şey bu. Bugün işçi sınıfının en azından bir bölümünün desteğini almayan bir muhalefetin AK Parti’ye karşı etkide bulunması zaten mümkün değil.

‘MUHALEFET ARASINDA EMEK MESELESİ ARKAİK GÖZÜKÜYOR’

Türkiye’deki entelijansiya işçi sınıfının gündeminden kopuk mu sizce?

Evet, bu söylenebilir. Bir hatırlayalım. Soma katliamının şoke ediciliği karşısında emek meselesine biraz duyarlı hale gelinmişti ama bu hızlıca geçti. Genel olarak muhalefet arasında emek meselesi arkaik gözüküyor. Aslında merkez muhalefeti de boşluğa düşüren bir şey bu. Bugün işçi sınıfının en azından bir bölümünün desteğini almayan bir muhalefetin AK Parti’ye karşı etkide bulunması zaten mümkün değil. Buna rağmen yani muhtaç olmalarına rağmen muhalefetin işçi sınıfına yönelik hususi faaliyetler içerisine girmemesi bir basiretsizlik şüphesiz ama ideolojik de bir şey. Bu mesele öldü, artık işçi sınıfı mücadelesi bitti diye hakim olan bir ideolojik eğilim var. Diğer taraftan sınıf meselesine duyarlı solcu ve sosyalistlerin sayısı da azaldı. İşçi hareketi esse, gürlese şüphesiz daha duyarlı olunur. Kendine hayran bırakır. Bizde böyle şeyler de henüz anlık oluyor. 2015’teki binlerce metal işçisinin grevini hatırlatmıştım. Ağırlıklı olarak milliyetçi, muhafazakar diyebileceğimiz bir işçi profili bu eylemi yapmıştı. Bu insanların ciddi bir sınıf bilinçli eylem yaptığını gördük. O günlerde bir ilgi hasıl oldu ama yine hızlıca geçti gitti.

Önümüzdeki dönemde toplumsal cinsiyet, sınıf ve etnisite, bu üç meseleyi kavrayan, sentezleyebilen hareketler muhtemelen güçlenecekler. Ülkede hem sınıf meselesini hem Kürt meselesini hem cinsiyet meselesini bir arada üstlenebilen bir siyasal partimiz yok.

‘SINIF MESELESİ ANA AKIMDA YOKSULLUK OLARAK KODLANIR’

İslam ülkelerindeki işçi eylemlerini, yoksulluğun sokağa nasıl yansıdığını soracağım ama ona gelmeden emek, sınıf meselesi niçin arkaik bulunuyor? Gazeteci, madenci, memur (…) hepimiz hak talep ettiğimiz yerde ortaklaşıyoruz.

Hepimiz, büyük çoğunluğumuz işçiyiz esasında. Hepimizin hak aramaya ihtiyacı var. En son Hürriyet’teki seri halinde işten atılmaların ardında bir sendikalaşma hikayesi olduğunu gördük. Bilgi Üniversitesi’nde hocalar, asistanlar, kol emekçileri birlikte sendikalaştılar, yetkiyi aldılar mesela. Hepimiz işçi sınıfının parçasıyız. Hepimiz ortada ciddi bir sorun olduğunun az çok farkındayız. Sınıf meselesi ana akımda genelde yoksulluk meselesi olarak kodlanır, ele alınır. Oysa sınıf meselesi kendini sürekli hatırlatıyor. Soma katliamında olduğu gibi. Havaalanı işçilerinin yaptığı tarzda büyük eylemlerde olduğu gibi. Şu an konuştuğumuz intiharlarda olduğu gibi. Fakat meseleye süreklilik arz eden bir ilgiyi canlı tutamıyoruz. Bu meseleye odaklı insanların, bizlerin de başarısızlığı olabilir. Kendi kurumlarımızı, örgütlerimizi oluşturamadık. Sınıf meselesiyle ilgilenen insanlarını sayısını artıramadık. Daha genel neden ise ideolojik bir hegemonyanın varlığı. Tüm dünyada kapitalizm çok egemen. Kapitalizmin meşruluğu, insanların kapitalizmden başka bir alternatifi düşünmelerine imkan tanımıyor. Bu kırılamıyor.

Hepimiz işçi sınıfının parçasıyız. Hepimiz ortada ciddi bir sorun olduğunun az çok farkındayız. Sınıf meselesi ana akımda genelde yoksulluk meselesi olarak kodlanır, ele alınır. Oysa sınıf meselesi kendini sürekli hatırlatıyor.

‘KOLAY DEĞİL, BİRLEŞİK METAL- İŞ’İN EN BASİT YÜRÜYÜŞÜNE POLİS ÇOK ŞİDDETLİ BİR ŞEKİLDE MÜDAHALE ETTİ’

Bugüne gelinmesinde sendikaların, meslek örgütlerin payı var mı?

Elbette var, vaziyet ortada zaten. Bugün sağlam, örgütlenen sendika kaç tane var diye sorsanız çok fazla sayamam. TMMOB (Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği) gibi meslek örgütlerinin fena olmadığını izliyoruz. Diğer yandan Türkiye’deki sendikalara karşı hep çok ciddi bir baskı oldu. Devam ediyor. Kolay değil. DİSK’in en büyük ikinci sendikası olan Birleşik Metal-İş’in basit bir yürüyüşüne polis birkaç hafta önce, Eskişehir’de çok şiddetli bir şekilde müdahale etti. Diğer bir neden sendikalar kanunumuz çok kötü. “İş kolu barajı” diye bir şey var mesela. Bir sektörde kayıtlı olan işçilerin %1’ini sendika olarak üye yapmanız lazım. Bu sayıya ulaşmadan işverenle toplu sözleşme imzalayamıyorsunuz. Yani pratik olarak sendikacılık yapamıyorsunuz. %1 küçük bir oran gibi gözükebilir ama öyle değil. Türkiye’de işçiler arasında sendikalaşma zaten yüzde 8’lerde. Ben kendim de denedim, bağımsız bir sendikanın kuruluş sürecinde yer aldım, 2,5 yılı aşkın süre örgütlenme faaliyetinin içinde bulundum, oradan biliyorum. Yüzde 1 barajını aşmak çok zor.

Bu neye sebep oluyor?

Alternatif, mücadeleci, bağımsız sendikaların kurulup faaliyet göstermesine daha baştan devasa bir set çekilmiş oluyor. Böyle olunca çoğu sisteme entegre, hak aramaktan ziyade daha bireysel menfaatlerin peşinde olan “sendikacılık” pek çok sektörde alternatifsiz kalıyor. Bu sendikacılığa tabandan bir meydan okuma gelişemiyor.

Türkiye’de sendikalar kanunumuz çok kötü. “İş kolu barajı” diye bir şey var mesela. Bir sektörde kayıtlı olan işçilerin %1’ini sendika olarak üye yapmanız lazım. Bu sayıya ulaşmadan işverenle toplu sözleşme imzalayamıyorsunuz. %1 küçük bir oran gibi gözükebilir ama öyle değil. Türkiye’de işçiler arasında sendikalaşma zaten yüzde 8’lerde.

‘MÜSLÜMAN İŞÇİLERİN HRİSTİYAN YA DA ATEİST İŞÇİLER KADAR MÜCADELECİ OLABİLDİKLERİNE DAİR ELİMİZDE BÜYÜK BİR ENVANTER VAR’

Buraya özgü, “Başa gelen çekilir” diye bir şey de var. 2014, Soma katliamından sonra dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan “Bu işin fıtratında var” demişti. Bu bakışın toplumda karşılığı var. Kadercilik, örgütlenmeyi, hak talep etmeyi engelliyor olabilir mi? Kısaca, İslam ülkelerine bakıldığında işçi hareketleri için neler söyleyebiliriz?

Pek çok iktidar dini kullanır. Sınıf iktidarı da buna dahil. Bu da evrensel bir şey. “Müslüman ülkelerde daha fazla kadercilik var, bu yüzden sınıf bilinci daha zor gelişir” demek çok büyük bir genelleme olur. Türkiye’de 70’li yıllarda dünya tarihi ölçeğinde sayılabilecek bir işçi hareketimiz oldu. İran’da yine aynı dönemde ciddi bir işçi hareketi vardı. Endonezya’da 1960’larda dünyadaki en kitlesel komünist hareketlerden biri ortaya çıkmıştı yine işçi hareketinin öncülüğünde. 2011’de Mısır’da askeri rejimi deviren devrimde işçi sınıfının, işçi hareketinin çok önemli bir payı vardı. Tunus’ta mesela sendikalar çok güçlüdür. Devrimden sonra, iç savaş gerçekleşmeden o süreci aştıkları için Nobel Barış Ödülü verilen kurumların arasında en büyük sendika konfederasyonu da vardı. Müslüman işçilerin Hristiyan ya da ateist işçiler kadar mücadeleci olabildiklerine dair elimizde büyük bir envanter var. İçimiz rahat olsun. Ancak Müslüman kimlikle sınıf bilinci arasındaki bir gerilimden bahsedebiliriz. Bizdeki sol hareketler genelde dindarlığa karşı biraz sert ve yabancılar. Bu söylediğim, az evvel konuştuğumuz problemler listesinin ön sıralarına girmez belki ama böyle bir sorunumuz da var ve önemsiz değil. Dine mesafenin ve yabancılığın Türkiye’deki solda çok yaygın ve çok içkin olduğunu biliyoruz. Sınıf bilincini sahiplenen ve yaygınlaştırmaya çalışan en baskın politik kimlik de sol olduğu için diyaloğu, etkileşimi sınırlandıran bir şey var burada. Bu konuda en baskın tersine örnek Güney Amerika. Orada sosyalist solun önemli bir bölümü, Hristiyan inancıyla daha içli dışlıdır. Önemser, ciddiye alır. Pek çok sosyalist dindardır. Rahmetli Chavez’i bir hatırlamak bile bu konuda bir fikir verir.

Müslüman işçilerin Hristiyan ya da ateist işçiler kadar mücadeleci olabildiklerine dair elimizde büyük bir envanter var. İçimiz rahat olsun.

‘BUGÜN BU YAPI AYAKTAYSA ZATEN ALTTAKİ İNSANLARI İKNA EDEBİLDİĞİ İÇİN’

Bir önceki sorunun tekrarı gibi aslında ama başka yere çıkacağını düşündüğüm için soruyorum. Geçim sıkıntısına, bu derece hayatta kalma mücadelesine öfke duymuyor insanlar. “Bunu yaşamak zorunda değilim” tepkisinin olmayışı neden?

Kapitalizm gibi ufak bir azınlığın üretilen değerin çok büyük bir bölümüne el koyduğu, geri kalan çoğunluğun debelenip durduğu ekstrem bir piramidin olduğu hiçbir toplumsal yapı alttakilerin önemli bir bölümünü ikna etmeden zaten ayakta kalamaz. Bugün bu yapı ayaktaysa zaten alttaki insanları ikna edebildiği için. Bu işin ABC’si bu. Tekil bazı örneklere bakınca, “Böyle bir şey nasıl olabilir, bu insan bu durumdayken nasıl isyan etmez” diyerek dehşete düşebiliriz, ama bu işin bu şekil sürdürülebildiğini her zaman hatırlamamız lazım. İsveç’ten Hindistan’a Japonya’ya kadar bu böyle. Toplumun emekçi sınıflarının önemli bir bölümünde şu ya da bu düzeyde bir “bu bizim kaderimiz” düşüncesi zaten var. Ancak elbette böyle düşünmeyen bir azınlık da var ve onlar şu ya da bu şekilde bir mücadeleyi sürdürüyor.

‘UFKUMUZ EN İYİ İHTİMALLE SOSYAL DEMOKRASİYLE SINIRLI’

Faruk Eren’in “Kayıp Bir Devrimin Hikâyesi” kitabında ve o dönemleri anlatan pek çok kitapta solcuların ya da devrimcilerin yoksul mahallelere yiyecek dağıttığı, bir şekil bu mahallerle temas kurduğu anlatılır. Şimdi durum nedir?

Örgütlü solcu sayısının azaldığını biliyoruz. 1 Mayıs’lar falan bile iyi kötü bir fikir veriyor. Birçok mahallede düzenli dayanışma faaliyeti içerisinde olan pek çok solcu, sosyalist var. Hiç yok değil. İşçi hareketi içinde örgütlenme faaliyeti yürüten insanlar var. Yukarıda saydığım Tümtis gibi sıkı sendikalarda faaliyet yürüten insanlar var. Soma’daki madencileri örgütleyen arkadaşlar mesela. Az evvel andığım ideolojik hegemonya içinde “devrimci” tabiri yıprandı. Devrimci bir anlamda sosyal adalet için örgütlü, özverili, sürekli faaliyet yürüten insan anlamına gelir. Ama elbette daha spesifik olarak devrim yapmak isteyen kişiyi kast eder. Devrime olan inanç azaldığı için devrimci kelimesi eski büyüsünü kaybetti. Şu an var olan sistem bütün tahayyülümüzü belirlediği için ufkumuz en iyi ihtimalle sosyal demokrasiyle sınırlı. Sosyal demokrasi ise en sosyalizm kadar yıpranmış bir kurgu aslında. Dahası çok daha az heyecan verici. Umutsuz olmayalım ama çok gol yedik. Fakat belki de bu durumun kökünden değişeceği bir yeni konjonktürün şafağındayız.

‘20. YÜZYIL BAŞLARINA BENZER BİR DEVRİMCİ DURUMLAR SİLSİLESİ YAŞANIYOR’

Bu iyimser sonuca varmanızı sağlayan şeyler neler?

Emek Çalışma Grubu olarak yaptığımız eylem raporlaması çalışmasını yaparken feyz aldığımız Beverly Silver isimli bir sosyal bilimci var. Silver son çalışmasında, hem de Türkiyeli bir arkadaşla birlikte, Savaş Karataşlı ile birlikte kabaca son 150 yıldır dünyadaki sosyal protestoları inceliyor. Eylem sayıları, eylemlerin gücü, rejimi sarsan büyük eylem silsileleri gibi… Şunu diyorlar: 2008’deki dünya krizinden günümüze çok farkında değiliz belki ama 20. yüzyılın başındakine benzer bir devrimci durumlar silsilesi yaşanıyor. 20. yüzyılın başı derken kastedilen malum: Sovyet devrimi, Alman devrimi… En büyük devrimlerin yaşandığı 20. yüzyılın başını andıran bir zaman dilimindeyiz. Biri bitiyor, biri başlıyor. Mısır devrimi, Tunus devrimi, Occupy Hareketi, Gezi… Birkaç yıllık bir göreli sakinliğin ardından şimdi yeni bir dalga yaşanıyor. Şili, Lübnan vs…

‘İNSANLIK YAPISAL BİR HESAPLAŞMANIN, TARİHSEL BİR KARARIN EŞİĞİNDE’

Buradan ne çıkabilir?

Buradan çok berbat bir şey de çıkabilir. Kapitalizm krizde, ama sağ popülizm dedikleri faşizm güçleniyor. Bununla paralel sosyalist sol da tomurcuklanıyor. Yunanistan bu anlamda kötü bir örnek oldu. Krizin ardından sosyalist bir parti iktidara geldi, fakat berbat bir performans gösterince hayırdan çok zarar vermiş oldu. Kapitalizm herkesin zihnini kilitlediği için “sistem yürümüyor, başka bir şey konuşmamız lazım” fikri de bir anda o kadar parlamıyor. Dünyadaki ekoloji hareketleri de büyüyecek. Amerika’da yıllardan sonra ilk kez sınıf meselesine odaklı bir sosyalizm yeşermeye başladı. En somut örnek, Hillary Clinton’a karşı kendisine sosyalist diyen Bernie Sanders’ın Demokrat Parti’nin başkan adaylığı yarışı vermesiydi. ABD’de gençler ve entellektüeller arasında sosyalizme yönelik ciddi şekilde artan bir ilgi var. Bunlara paralel işçi hareketinde, özellikle öğretmenler arasında ciddi bir mobilizasyon ve büyük grevler var. İngiltere İşçi Partisi’nin başına yıllardan sonra bir sosyalist, Corbyn geldi. Aralık ayındaki seçimlerde işi zor olsa da o koltuğa oturabilmesi bir şeylerin göstergesi ve özellikle gençlik arasında ciddi bir desteği var. Hindistan, Çin’in ardından gelen iktisadi olarak ikinci büyük yükselen ülke. Otoriter, faşizan bir sağcılık iktidarda belki ama sosyalist hareketlerin de yaygınlaştığına dair pek çok emare var. Bunların hepsi havanın dönebileceği kritik bir momentte olduğumuza işaret. Bence muhayyel bir işçiyi sürekli “niye isyan etmiyor” diye suçlamak yerine, “ben kendi üzerime düşeni ne kadar yapıyorum ki” diye sormamız lazım. İnsanlık yapısal bir hesaplaşmanın, tarihsel bir kararın eşiğinde gibi geliyor bana. Her birimizin ne yapıp ne yapmadığı bu kollektif kararı etkileyecek.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir