Burhan Sönmez – İslam’ın İkinci Mesajı için Türkçe Baskıya Önsöz

BURHAN SÖNMEZ

Derler ki, Don Kişot, bu dünyaya layık olmadığı için değil, aksine bu dünya ona layık olmadığı için öldü. Mahmut Muhammed Taha da, bu dünya henüz ona layık olmadığı için son nefesini idam sehpasında verdiğinde huzurluydu, buna kuşku yok. İnsanlığa iletmesi gereken mesajı tamamlamış, görevini hakkıyla yerine getirmişti.

Hayatı, İslam ve sosyalizm kelimeleriyle özetlenebilen Mahmut Taha, hem bir entelektüel hem de barışsever bir dava adamı olarak bir yalnızlığa terk edilmiş gibidir bugün. İslam’ın sadece resmileşmiş ana akımını muhatap alıp, bunun dışındaki yaklaşımları yok sayan gayri-entelektüel yaklaşım, ne kadar derin olursa olsun bu tür farklılıkları görmezden gelir ve bu yolla kendi hakikatinin bir yüzünden de kaçmış olur, bilmeden.

Mahmut Taha’nın öne sürdüğü tezler, içinden geldiği dünya açısından sarsıcıdır, ancak onu güçlü kılan şey politik ve toplumsal önermelerinin yanı sıra, bunları geliştirirken ortaya koyduğu yöntemdir.

Mahmut Taha’nın dikkat çeken ilk özelliği, bütün büyük düşünürler gibi, bağlı olduğu geleneğin ezberleriyle ters düşmekten çekinmemesi ise; ikinci özelliği, hemen hemen hiçbir radikal yenilikçide görülmeyen bir derinlikle, geçmişi reddetmek yerine tümüyle sahiplenmesidir. Muhatap aldığı geleneksel yaklaşımlarla kavga etmez, onları aşağılamaz, aksine onları sınırlı görse de, şefkat gösterir. Yeni bir çağın başlaması, eskinin inkârıyla değil, kabulüyle açığa çıkar Mahmut Taha’da, ancak ondan sonra geçmiş aşılır.

Platon’dan Foucault’ya kadar gelen ve kişinin kendi düşüncesini ölümün ve dışlanmanın dehşetli gölgesi altında bile geliştirmesine bağlanan erdem, Mahmut Taha’nın üçüncü özelliğidir. Taha bu erdemi, “garip olma” kavramıyla ifade eder: “Böylesi bir ihyaya çağrıda bulunanlar, kendi halkları arasında garip hale geleceklerdir. Çünkü böylesi bir çağrı, insanların alıştıklarından uzaklaşmasını içerir. Onlar, hakikatin garip kabul edildiği bir halk arasında hakikate bağlı oldukları için gariptirler.”

Dördüncü nokta, ne söylendiğinin yanı sıra, esasında nasıl ve hangi yöntemle söylendiğidir. Mahmut Taha, dinsel inancına sahip çıkarken ona yeni bir ruhla yaklaşır. Ali Şeriati ile arasındaki farklardan biri burada yatar. İkisi de benzer ülkülere (vahdet düşüncesi ve sosyalizm) sahiptir. Ali Şeriati, içinde bulunduğu Şia geleneğinin “sınıfsal tercihlerini” sorgulayıp hakka dönüş çağrısı yaparken, Mahmut Taha bununla yetinemez, çünkü onun içinde yer aldığı Sünni gelenek, çok farklı bir kurumsallaşmaya sahiptir. Fıkıh, içtihat, tevil, bidat gibi kavramların her an her yandan ortaya çıktığı bir iklimde, Mahmut Taha, mevcut duvara çarpıp geri dönen özlemlerini (eşitlik, mutlak özgürlük) sadece birer politik talep olarak sunamazdı. Geleneksel dinî okumaları aşacak ve aynı zamanda ikna edici şekilde dinin “özüne” sadık kalacak bir yönteme ihtiyacı vardı.

İçine doğan bir “ilhamla” geliştirdiği fikirler, İslam’ın İkinci Mesajı’nın sütunlarını oluşturur. Batı’daki modern felsefe tartışmalarından ayrı bir düzlemde, kendisi İslam’ın yapısını parçalara ayırır ve sonra onu yeniden, farklı bir biçimde inşa eder. Geçmiş, ellerine bulaşan kir değil, üzerinde yükseldiği sağlam zemindir onun için. Gerçek bir ütopyacıdır, ama geçmişi hor gören bir fütürist değildir, bu yüzden, en yeni sözün bile aslında eskiden söylenmiş olduğunun farkındadır. Muradı, o kadim sözlerin üzerindeki tozları silkelemek ve ütopyayı, geçmişin “altın çağı” içinden çekip bugünün ışığına çıkarmaktır.

Bu noktada, bir başka özelliği daha belirir ve Mahmut Taha, hayatın ve toplumun değişiminin “sonsuz” olduğunu özellikle vurgulayarak, sınırsız ve soluksuz ilerleme düşüncesini geliştirir. Hayatın canlı dinamiklerini donduran ortodoks anlayışların hatlarını bu eşikte zorlar. Mahmut Taha’ya göre, bu dünya, “nihai” eşitliğin ve kurtuluşun gerçekleşemeyeceği bir dünyadır ama aynı dünya mücadelenin ve doğruluk arayışının sonsuza kadar süreceği bir yerdir de. Bu paradoksal görüntü, belki de varlığın eski çağ filozoflarından beridir temeli addedilen hareket ve değişimin mutlak yanıdır. İyi ile kötünün, ezen ile ezilenin mücadelesi sürgit devam edecektir. Mahmut Taha burada, ahretteki huzurdan söz ederek gözlerini kapamaz, ona göre nihai zafer, insanın gelişme basamaklarını çıkarak sürekli olarak kendini aşmasıdır. Dinsel tasavvurlar da, farkında olmadan, bunu kabullenir aslında. Kıyamet alametlerini sayanlar da, kötülüğün azgınlığına karşı Mehdi’nin geleceğine inananlar da nihayetinde o son çizgide, mücadelenin hâlâ devam etmekte olduğu gerçeğini ifade ederler. Geçmişin yitik ülkesi olan asr-ı saadet inancı da bu hakikati barındırır. İnsanlığın artık ulaşılmaz sayılan altın çağı olarak idealleştirilen asr-ı saadet devri, aynı zamanda “ilk fitne”nin de açığa çıktığı dönemdir. Bu şekilde iç kavgaların ve savaşların başlangıcı ile nihai saadetin aynı “varlık ortamı” içinde bulunması, aslında bir paradoksa değil, hayatın diyalektiğine işaret eder. Hareket ve değişimin kaderidir bu, varlığın sonsuz suretlerinden biri…

Hakikatin meşalesini taşıyan her fikir süvarisinin yolu ister istemez yoksulların ve ezilenlerin arasından geçer. Herkesin eşit yaşadığı ve “birliğe” erdiği bir şafağın izlerini arar. Bunun için bir düzen tarif ederken, İslam’ın özündeki eşitliğin karşılığı olarak sosyalizme gelinmesi bir tesadüf veya keyfi bir tercih değildir.

İslam’ın kendine özgü bir ekonomik sistemi yoktur, sadece birtakım ekonomik kuralları vardır: Zekât, fitre, sadaka… Bu kurallar, köleci sistemde, feodal sistemde ve kapitalist sistemde çok az farklılıklar göstererek devam etmiştir. Bu sistemlerin özüne dair her tartışma ise ortodoks gelenekler arasında hoşnutsuzlukla karşılanmış, buna teşebbüs edenler meşruiyet alanının dışına itilmiştir. Mesela en büyük ekonomik yasak olan “faiz” bile şer’i muameleden geçirilerek bugün “kâr payı” haline getirilmiştir.

Mahmut Taha’nın İslam anlayışında, ekonomik kurallara değil, düzenin özüne, sistemin kalbine dair bir tartışma yer alır. Bu yüzden kapitalizmi kesin biçimde aşan bir hülyaya sarılır ve Seyyid Kutub gibi âlimlere sirayet eden Keynesci kapitalizm anlayışına yüz vermeden, mutlak eşitliği vazeder. Onun dilinde toplumsal eşitlik ve bireysel özgürlüğün insanlığın nihai hedefi olması, üzerinde yer aldığı toprakta yarılmalara yol açarken, dinin geleneksel sınıf tercihini kökten değiştirir.

İslam’daki (mülkiyet, miras, evlilik, örtünme gibi) bazı kuralların kemikleşip, asli ilkelerin yerini alması tarihin bir cilvesi değil, geçmişte toplumsal şartların zorunlu bir karşılığıydı Mahmut Taha’ya göre. Dinin ilkeleri mesela iyilik yapmak, hak yememek, öldürmemektir. Ama çoğu zaman kurallar, ilkelerin yerini almıştır. Bu noktada Mahmut Taha, yanlış anlayışların basamağına oturup onlarla tartışmaz, bir üst basamağa geçerek onları aşar.

Onun tevhid anlayışı, geleneksel algıların ötesine geçer, yanlışları ve hatta İslam dışındaki olguları da kapsar. Varlığın başlangıcından bu yana gerçekleşen hemen her şey, insanlığın ve varlığın evrimi içinde saygın bir yere konur. İslam toplumlarına hâkim olan yanlış anlayışlar geçmişin koşulları içinde olağan görülürken, İslam dışındaki diğer inançlar, hatta paganizm (putperestlik) bile meşru ve doğal sayılır. Hepsinin, toplumsal evrim içinde bir anlamı vardır ve bunlar dinsel gelişmenin de bir basamağıdır ona göre. Sonunda öyle bir tevhide ulaşır ki, yeryüzünde hiç kimse onun dışında kalmayacak, herkes hoşgörüyle kutsanacaktır. Ama bunun için, yani bütün insanlığın değişip bütünleşmesi için, dinsel anlayışın da değişmesi gerekir. İslam bu yüzden, bugün yabancı görülen başka bir dile bürünmelidir, der. Eşitlik ve özgürlük ilkeleri, kutsallığın ifadesi hatta onun asli özelliği haline gelir.

Değişime ve evrim süreci içinde gelişmeye inanır (bunun tek istisnası olarak ibadeti görür). Demokrasiye bu yüzden tutkuyla bağlanır. Ona göre demokrasi, sosyalizmle birlikte, uygarlığın iki kanadından biridir. Toplum tek kanatla uçamaz. “Diktatörlüğün aksine demokrasi yanlış yapma hakkına dayanır,” diyebilecek kadar özgüvenle konuşur.

Mahmut Taha, insanın özgürlüğünü ve bireyin kendini gerçekleştirmesini nihai hedef haline getirirken, kapitalist modernitenin ve “reel” sosyalizmin bireyi yok eden kâbusuna karşı uzlaşmaz bir tavır alır. Nihai insanileşmeyi bu varlık âlemi içindeki asli amaç haline getirir ve “insan doğası” ile “fıtrat”ı, bu kavramlara başvurmaya gerek görmeden, aynı potada eritir. Tolstoyvari iflah olmaz bir barışseverlik ve insana sevdalı bir idealistlikle yapar bunu.

Mahmut Taha’nın fikirlerini tartışmak anlamlı ve onu eleştirmek mümkündür. Ama ona yönelik eleştiri, yüzeysellikten bir adım öteye geçmeyi gerektirir. Thomas Kuhn, “Yanlış bir önermenin karşıtı doğru bir önermedir, ama derin bir önermenin karşıtı ancak derin bir önerme olabilir” demişti. Mahmut Taha’nın düşünceleri de, “doğru – yanlış” kutbundan öte, “derinlik” gerektiren yaklaşımlarla ele alınabilir ancak. O, aşmaya çalıştığı geleneksel düşünceye öyle yaklaşmış, eleştirdiklerine sonsuz kıymet vermişti.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir