Müslüman-sol Bir Siyaset İçin Kayıp Anahtar Nerede?

Arkadaşımız Bedri Soylu’nun İşçinin Kendi Partisi internet sitesi’nde yayınlanan, yer yer ufuk açıcı bulduğumuz değerli yazısını sitemiz için iktibas ediyoruz.

“Gün gelecek teraziyi bu insanlar tekmeleyecek, biz tanığız keşmekeşe en önden arz edicez.”

 Unutulacak Dünler, Gazapizm

Müslümanlığı yok sayarak ya da etkisizmiş ve anlamsızmış gibi görerek bir siyasi iştigale yeltenmek, bu topraklar için akıntıya karşı kürek çekmek gibidir. Hangi köşeyi dönseniz Müslümanlık mutlaka bir şekilde karşınıza çıkar. Müslüman, Müslümancı ya da İslamcı olmanız veya olmamanız fark etmez. Herhangi bir şeyi gözetiyor olanın sınırı hayli müphem ve geniştir, ister İslam’ı anlamlı bir muharrik ve müşevvik olarak görün ister kendinizi sol siyasetin bir bileşeni olarak görün bu durum değişmeyecektir. Kanaatimce iki tercih arasında bir çelişki bulunmuyor, ancak okuyanların aklına bu ikisi arasında bazı çelişki görüntüleri gelebilir. Yazıda bu çelişki görüntülerini ve kabulleri tartışmayan ve aşmaya çalışan bir izleği gözetmeye çalışacağım.

Ahval

Dinin toplumlar ve halklar için “modasının geçmesiyle” birlikte, modernizmle malul ulus devletlerin teşekkülü aynı dönemlere rastlar. Dini terkiplerle toplumsal tahakkümü ve otoriteyi sağlayan imparatorluklardan çıkış ve geleneksel yönetimlerin tasfiyeleri aynı zamanda dinsel terkiplerin de siyasal alandan uzaklaştırılmasına neden olmuştu. Toplumların kapitalizmin süregiden saldırısına ürettikleri cevap ise modernleşme ve ulus adını verdikleri cemaatlere sığınmak oldu. Ulus sığınağı ile kapitalizmi denge noktasında buluşturan ise ulus devletler mefhumuydu. Bunlar olurken bazı düşünürler 20. yüzyılın başından itibaren dünyanın metafiziğini kaybettiğini ilan etmişlerdi. Dünya günden güne tekdüzeleşiyor ve mekanik olana verilen kıymet artıyordu. Bunun bir mesele olduğunu Bloch gibiler görmüştü, Polanyi’nin toplumların sergiledikleri tepkiye dair tespitleri ise yüzyılın sonuna doğru gözetilmeye başlandı. (Burada Büyük Dönüşüm’ün mütercimi Ayşe Buğra’ya selam göndermek anlamlı olacaktır.) Metafizik terkiplerin modernizme yazılan sol siyasetle ilişkisinin istisnai bir görüntüsü olarak Latin Amerika’daki Kurtuluş Teolojisi ve İran’daki Halkın Mücahitleri gibi teşekküllerin ilk dönem siyasetleri söylenebilir. Ancak bu durumlar burada çizdiğim izleğin dışındaki rotaların neticesi gibi duruyor. Özetle Türkiye dahil dünya sistemiyle konuşan birçok toplumun siyasetinde ulus devlet fikri ve laiklik/sekülerlik yükselirken, din mefhumu kenara itildi. Sol/sosyalist terkipler ise dönemin modasına uygun olarak ulus-içi ve seküler dilleri kuşanır oldular. Dini anlatıların siyasal alanda etkili olarak dahiliyetlerini ise Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra görür olduk ve bilime yenildiği düşünülen dinler, muharrik ve teşvik edici olarak siyasette belirleyici olmaya başladılar. Halbuki bilim ve din hiçbir şekilde birbirlerine ikame olabilecek istidatlara sahip değillerdi. Materyalizm ifadesi ile yeryüzüne dair ve yeryüzü için teklif edilen siyaset ile bir afyon ve halkı uyutma işlevselliği yüklenen dinsel mistisizm için bu gibi bir ikame ilişkisi gözetilebilir belki; ancak din versus bilim karikatürleştirmesi oldukça eksik kalıyor/du.

90lardan sonra din ile siyaseti bir araya getirdiği için “siyasal İslam” denilen ve etkisi toplumsallaşabilen Milli Görüş siyaseti Türkiye özelindeki görüntülerden biridir. Milli Görüş siyaseti devletçi diline ve müesses nizama gönderdiği onca selama rağmen yükselen ve derinleşen neo-liberalizmle pek de uyumlu olmayan bir dinsel siyaset teklif ediyordu. Ekopolitik tahayyülü piyasacı dünya için matah bir görüntü vermiyordu ve kırpılmalıydı. 28 Şubat müdahalesinin ve öcüleştirilen bir dinselliğin resmi olarak Erbakancılık böyle bir durumun neticesiydi. Demirel’in Kuran’daki bazı ayetlerin çağa cevap vermediği için kaldırılması gerektiği yönündeki teklifi de böyle bir döneme denk geliyordu. Yani dinsel olanın gücü sermaye tarafından da fark edilmişti ancak biraz restorasyona ihtiyaç vardı.

Post-Selametçiliğin, Selametçilik dışında kalan ve siyasete göz kırpan İslamcı görüntülerin ve Gülenciliğin ekonomik liberalizmle uyumlu ve dünyayla konuşan bir formda siyasete taşınmasını ise 2000lerin başında AKP siyaseti ile gördük. Din dilini kuşanarak herkese huzur sağlayabilecek demokrasi tahayyülü, kapitalizmi olmazsa olmaz görerek işe koyuldu. Zaman içerisinde kapitalizmin doğası gereği ortaya çıkan krizler ve emek sömürüsü, günden güne AKP siyasetinin ana karakteri olarak da anlam kazandı. “Değerli yalnızlık” dedikleri despotlaşarak faturayı emekçiye ve topluma yıkma siyaseti ise liberal bir kapitalizmden devletçi ve despot bir kapitalizme yelken açılmasına neden oldu. 2008’de başlayan ve muhtemelen gayrı meşru yollarla tedarik edilen dış borçlar ve yağmaların neticesi olan, “kaynağı belirsiz” akar suyunu çekince, yağmacı düzen derinleşen bir despotluğa yelken açtı. Açıkçası artık AKP siyasetini tartışmaktan çok AKP ile birlikte teklif edilen kapitalizme uyumlu Müslümanlık tahayyülünü tartışmamız gerekiyor.

Özetleyelim, AKP siyasetinin demokratikleştirme yalanıyla birlikte Müslüman topluma attığı en büyük kazık, Müslümanlık için kapitalizmi olmazsa olmaz ve normalmiş gibi kabul ettirebilmesidir. AKP öncesinde bu ülkenin dindarları banka reklamı var diye banklara bile oturmaya mesafeli olabiliyordu. AKP ile birlikte faize, banka sistemine ve kredi kartına dibine kadar battık. Zayıf, teorisi tam yapılmamış, bilinç düzeyi pekala tartışılır ama pratik olarak kapitalizmi hazmedemediğini gösteren bir toplumun direnci AKP ile birlikte kırıldı. Sonrasında işçiler için cehenneme dönüşen, taşeron çalışan ve asgari ücretle geçinenler ülkesine dönüştük. (Şimdilerde Babacan siyaseti AKP’nin ilk dönemlerindeki bu sözümona başarı hikayesini sahiplenerek siyaset sahnesine atıldı. Yine demokrasi ve hukuk vaadinin arkasındaki kirli kapitalizmi tahkim niyetini gizleyerek…)

AKP’nin teklif ettiği siyasete Müslümanlığı anlamlı bir olgu olarak görenler tarafından ciddi itirazlar geldi. Bu anlamda erken sayılabilecek örnekleri de biliyoruz. Mesela 2007’de Mehmet Bekaroğlu ve Cem Somel gibi isimlerin öncülüğünü üstlenerek neşrettikleri Doğudan Dergisi zikredilebilir. Dergi cepheden bir karşı çıkış sergilemese de mevcut sükunet ve tartışma ortamında farklı bir tahayyülü teklif etmişti. Ayhan Bilgen ve Mehmet Bekaroğlu gibi isimlerin yine o dönemlerde ortaya attığı Müslüman-Sol bir siyasi parti teklifi de anlamlı bir örnek olarak zikredilmeli. Bu arayışın devamı olarak 2010’da teşekkül eden Has Parti’den de bahsetmek gerekir. 2011’de Zeki Kılıçaslan’ın öne çıkardığı bir fikirle teşekkül eden, hiyerarşik örgütlenme modellerini işletmeden bugüne kadar gelen ve Lüks Otel Önü İftarları ile medyada görünürleşen, Casper ve Ülker işçilerinin direnişinde aktif olarak yer almış olan Emek ve Adalet Platformu girişimi, bu girişimden ilhamla vücut bulan ve İhsan Eliaçık’ın öncülüğüyle büyüyen Anti-Kapitalist Müslümanlar girişimi ve TOKAD gibi yerelden çıkarak 1 Mayısları kutlama cüretkarlığıyla görünürleşen yapılar, AKP’nin teklif ettiği kapitalist ve sağ politikalara alternatif oluşturma amaçlarına matuftu. Geldiğimiz noktada bu gayretlerin akim kaldıklarını ve hala toplumsal siyaset için tecrübe edilmemiş olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Pratik olarak etki kapasiteleri tartışılsa da bu gibi teşekküllerin söylemsel anlamda zaruri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü kapitalizm ve emek sömürüsü, çoğunluğu Müslüman ve Türk olan bu toplumu ezmeye devam ediyor.

Tam düşecekken tutunulan tuğla: Liberalizm

 

“Evet, ilmektir boynumdaki ama ben

kimsenin kölesi değilim

tarantula yazdılar diye göğsümdeki yaftaya

tarantulaymış benim adım diyecek değilim

tam düşecekken tutunduğum tuğlayı

kendime rabb bellemiyeceğim

razı değilim beni tanımayan tarihe

beni sinesine sarmayan

tabiattan rıza dilenmeyeceğim.”

Of Not Being A Jew – İsmet Özel

Vardığımız nokta itibarıyla kapitalizme açıktan mesafe koyan, emek siyasetini gözeten, eşitlik fikrini kuşanan, sosyalist etiketini benimsemekten gocunmayan toplumcu ve halkçı bir Müslümanlık hala tabu gibi görülmeye devam ediyor. Ali Babacan siyasetinin özellikle dindar çevrelerde gördüğü teveccüh de bu anlamda oldukça manidar.

Maalesef Müslümanca ve devlet dışı bir siyaseti teklif edenlerin ekonomik liberalizmi pek de mesele etmediklerini görüyoruz. İslamcı çevreler içinde AKP siyasetine entegre olmayıp müstakil duruş sergileyen insanlar hala mevcut ve bu insanların söyledikleri büyük oranda toplumun genelinin pek de hazmedemeyeceği türden değil. Müslüman kalarak demokrasi, hukuk, insan hakları, adalet gibi vurguları yapmaya devam ediyorlar. Bu vurguların AKP siyasetinin ilk dönemlerindeki söylemlere çok benzediğini elbette görmek gerekir. Bununla birlikte AKP erozyonuna ve deformasyonuna rağmen hukuk taleplerinin hala dillendiriliyor olmasının kıymetini teslim etmek gerekiyor. Ancak liberal tezler içinde kalan söylemleri ortaya koyanların samimiyetlerini sorgulama hakkımız olmasa da liberalizme yaslanan bir söylemin yanlışlığını teslim etmek durumundayız.

Bir somut örnek üzerinden devam edeyim, AKP’den bağımsız bir İslamcılık iddiasını sahiplenen, kapitalizmle meselesi olduğunu birçok kez belirten müstakil aydınların teşekkül ettirdiği Farklı Bakış adlı oluşumun Mutabakat Metni bu anlamda bize çokça veri verecektir. Metin çoğu konuda hakkaniyetli bir söz iddiasında ancak ekonomi modelinde liberal tahayyülün dışında bir söylem ile karşımıza çıkmıyor. Ekonomik perspektifin toplumsal dönüşümdeki anlamını düşündüğümüzde sıralanan sekiz kısa maddenin yeni hiçbir şey teklif etmediğini ve AKP’nin ilk dönemdeki restorasyon vaatlerini hatırlattığını söylemek durumundayız. [1] Bu spesifik örneği bazı yazarlarını ciddiye alarak takip ettiğim bir mecrada bile bir tahayyül sorununun ortaya çıkabildiğini göstermek için verdim. Halihazırda AKP siyasetinden rahatsız olan şehirli İslamcıların çoğunda da ciddi bir Babacan siyaseti sempatisi var ve kapitalizmi somut anlamda mesele etmediklerine dair çokça işaret görüyoruz. Açık konuşmak gerekirse, kanaatimce Müslümanlar, başımıza gelenlerde büyük payı olan ve toplumları dönüştüren ekonomik liberalizmin dışında bir tahayyülü ortaya koymadan müstakil bir zemine kavuşamayacaklar ve AKP siyasetinden koparak hareket alanı bulan bir istidadı kuşanamayacaklar.

Anahtar nerede kayboldu?

Peki Müslümanlar için sol, sosyalizm, emek siyaseti, (bir zamanlar) sendikal örgütlenme ilh. gibi ifadeler ve terkipler neden öcü muamelesi görüyor? Bu soruya verdiğimiz cevap bize teslim olunan liberal sapmadan çıkışın imkanlarını da verecektir. Farklı bir tahayyülü güçlendirebilmek için ister istemez siyasi tarihe başvurmak durumundayız.

1. Bolşevik Devrim’in yalnızlaşması ve yenilgisi

20. yüzyıl başlarında devrimci bir durumun ilk olarak sanayileşmesini tamamlamış ve işçi sınıfı teşekkül etmiş Almanya gibi bir ülkede yaşanacağı düşünülmekteydi. Ancak devrim beklenmedik bir şekilde yarı sanayileşmiş olan Çarlık Rusya’da gerçekleşti. Sonrasında 1918’de Almanya’da aynı anda çok sayıda devrim girişimi oldu. Ancak bu devrimler, acı bir şekilde Lüxemburg ve Liebkneck gibi devrim önderlerinin katledilmesiyle ve hanedan ile burjuvazinin desteklediği, sözüm ona sosyal demokrasiyi savunanlar tarafından Weimar Cumhuriyeti’nin ilan edilmesiyle boğuldu. Almanya’da beklenen devrim gerçekleşmedi, bununla birlikte yeni cumhuriyet faşizmi besleyen ve büyüten bir dönüşüme doğru şekillendi. Sonrasında Hitler faşizmi ile tüm Avrupa’ya kanlı bir tarih armağan etti. Almanya’daki devrimler akim kaldığından, Batı Avrupa karakterli bir komünizm mücessem hale gelemedi ve Rusya’da gerçekleşen Bolşevik Devrim yalnız kaldı. Avro-komünizm ve Bolşevizm arasındaki teorik uyumsuzluklar bir tarafa bu yalnızlaşmanın kendisi çok önemli bir vaka olarak duruyor. Komünizm denilince akla artık sadece Stalin gibilerinin gelmesi bu yalnızlaşmanın neticesi büyük oranda…

Yalnız kalan ve içe kapanması mukadder olan bir SSCB, ister istemez Stalin gibilerinin siyasetinin yükselmesine, devrimin teklif ettiği değerlerin tedricen ortadan kalkmasına ve teşekkül eden yapının da zorbalaşmasına neden oldu. Yalnız ve muzafferliği tescillenmiş bir figür söylemini de besledi. Hala Stalin’in yaptıklarını meşrulaştırmak için akla ilk gelen tespitler, SSCB’nin yalnız bir devlet olarak kalmasına rağmen ayakta kalabilmeyi başarmış olması üzerindendir. Hitler faşizminin ilerlemesinin durdurulmasında da, uzay projesinde ABD’ye büyük fark atılmasında da Stalin siyasetinin etkisi vardır. Ancak bu “başarılar” halka rağmendir ve faturası halklara kesilmiştir. Tarımsal üretimin getirilerinin doğrudan uzay ve silah sanayiine aktarılmasının ekonomik yükü kolhozlara yıkılmıştır. Stalingrad’da ölenler kurşun askermişçesine cepheye ve ölüme sürüklenen halklardır. Bolşevik devrimin içi boşalarak halklar nezdinde etkisi kaybolurken öncelikle görülmesi gerekenler bu yaşananlardır.

Gorbaçov’un son müdahalesi sonrasında SSCB tuz buz olurken, sosyalizme inanan insanlarda buruk bir yenilgi havası ve kapitalizmi benimseyenlerde ise büyük bir keyif hasıl oldu. 90lara, tarihin sonu gibi tezlerin tartışıldığı bir atmosferde, komünist ya da sosyalist tahayyüllerin zorbalıkları konuşulurken girdik. Bu durum sadece Türkiye’de değil dünyanın her tarafında etkiliydi. Farklı bir tahayyülün cesaretlenmesi için küreselleşme karşıtlığıyla ses getiren 1999 Seattle eylemlerini beklemek gerekti. 2008-9da yaşanan kapitalizmin dünya çapındaki krizine karşı dünya halkları 2010ların ilk yarısına kadar sarkan bir isyanlar dalgası ile karşılık verdi. Bu dalganın artçıları ve homurdanmalar hala görünüyor. Her isyanda sosyalizmin teklif ettiği pratikler daha cesurca dile getiriliyor.

2. Türkiye’nin kadim Rusya antipatisi

Özellikle Türkiye’nin tarihi hafızası Rus imparatorluğu ile yapılan savaşlarla doludur. Güneye inmek için karşısındaki en büyük rakibi olan Osmanlıyla neredeyse sürekli savaş içinde olan Rus devleti olgusu, ülkenin doğusundan batısına kadar her tarafta “Rus mezalimi” kanaatini iyice yerleştirdi. Osmanlı devletinin duraklama dönemine girmesi, hasta adam olarak ilan edilmesi, Ermeni meselesi, Ortodoks dünyanın liderliği üzerine yapılan mücadele, Çerkez soykırımı, Bulgarların kopuşu, Kırım’ın kaybedilmesi, Sarıkamış faciası, Orta Asya’daki Türk unsurların katledilmesi ve topraklarının işgal edilmesi gibi toplum hafızasında yer eden ve travmatik olarak kodlanan birçok vakanın sorumlusu olarak Rus siyaseti görülür ve bu gibi kanaatler büyük oranda doğrudur.

Haliyle Türkiye’de, kuzeyden gelen herhangi bir şeye toplumun iktisatlı yaklaşması ve antipati geliştirmesi pek zor olmuyor. Böyle olunca sosyalizm ya da komünizm gibi aslında toplumun selametini gözeten tahayyüller, bir “dış saldırı” gibi görülerek ülkeye giriş yapıyor.

Somut bir örnek olarak aktarmak anlamlı olacaktır. Mustafa Suphi ve arkadaşları Erzurum’a vardıklarında, Ankara Hükümeti’nin de desteklediği birtakım nümayişler düzenlenir. Suphi ve arkadaşlarının Orta Asya’daki Türklerin katledilmesinde pay sahibi oldukları gerekçesiyle protesto edilmelerini sağlamak pek de zor olmamıştır. Sovyetlerin gözleyebildiği Trabzon ve Erzurum’da komünist kimliğine sahip bu insanlara ilişilmez. Ancak Trabzon’dan bindikleri takaya güdümlü çeteler baskın yapar ve 15 kişi denizde savunmasızken katledilir.

3. Modern Cumhuriyet’in kristalizasyonu

Müslümanlar ve dindarlar için sol bir muhayyilenin ve ihtimalin pek tercih edilmeyen bir olgu olmasının nedenlerinden biri de solcuların galatı meşhur haliyle Kemalist olarak kodlanıp topluma mesafeli görünmesidir.

Özellikle halkın gözünde aydınlanmacı ve elitist kabul edilen bir sol kültür dünyası var. Öyle ki Müslümanlık ve sol kavramları yan yana vurgulandığında eklektik etiketinin rahatlıkla kullanılabildiğini gördük/görüyoruz. Bu algı aşılmadan toplumda organik bir ilişkilenme kimse için mümkün görünmüyor. Önyargılardan arınarak konuya eğildiğimizde sistemi sarsabilecek terkiplerin pekala imkan dahilinde olabileceğini göreceğiz. Sorunu aşmak için hikayeyi bize aktarılan tarihten çıkarmak ve baştan kurmak lazım. Kerteriz noktasını daha evvele koymak, mesela önce Osmanlı modernleşmesine bakmak ve tartışmayı işletmek lazım.

Mustafa Kemal Paşa ortaya koyduğu olumlu veya olumsuz tüm pratiklere rağmen bu ülkenin kurucu figürüdür ve attığı her adımın bugünlere kadar değen etkileri olduğunu kabul etmek ve siyasetine soğukkanlılıkla yaklaşmak gerekir. Kutsamak ya da tahkir etmek bize mesafe aldırmayacaktır. Paşa’nın siyasi zekası ve kapasitesi, kendisine rakip olabilecek potansiyel güç birikmelerini ve muhalefet imkanlarını okuma ve müdahale etme noktasında oldukça parlaktı. İktidarını tahkim ederken hem teorik hem pratik açıdan önemli müdahalelerde bulundu. Ülkemiz için henüz kök salamamış olan sol terkipler de bu müdahalelerden nasibini aldı, zira önemli bir potansiyeli taşıyorlardı.

Modern Cumhuriyet projesinin işletilebilmesi için -Bolşevik Devrim’de olduğu gibi- birlikte hareket edebilme istidatları gösteren, İslamcı ve komünist temayüllerin ayrıştırılmaları hayati öneme sahipti. 20. yüzyıl şekillenirken, sosyalist karakterli ve dinle meselesi olmayan bir Türkiye Cumhuriyeti’ni istemeyen –iç ve/veya dış-  unsurların etkisi de oldukça güçlüydü. Cumhuriyet, dini temayülleri o dönemlerde moda olan modernleşmeye mahsuben kenara ve itibarsızlığa iterken, “çağdaş” anlatıların içine kolayca dahil edilen sosyalist temayülleri ve terkipleri de kontrol altında tutabilmeliydi. Bu ayrıştırmanın neticesinde zaman içinde sosyalist temayüller, halk nezdinde Kemalizm’e ve aydınlanmaya yazıldı. Merkez tarafından dışlanan ve “gerici” olarak kodlanan İslam kültürü ise şehir hayatında etkisizleşip daha taşraya mahsus bir karaktere büründü. Ancak İslam kültürü toplumda muharrik bir dip dalga olarak varlığını devam ettirdi. Zamanı geldiğinde (yani kırsalın boşalması ve hızlı şehirleşme) ise sağ siyasetin kitlesel mobilizasyonun bileşenlerinden biri olarak işlenip sol siyasetin karşısına konumlandırıldı. 60lara geldiğimizde, sol değerlerle siyaset yapmak isteyenler artık Paşa’nın adıyla tavsif edilmiş olan Kemalizm’le meseleleri olmadığını izhar etmek zorundaydılar. Yükselen sol muhalefetin etkisini kırmak içinse solcular tarafından dini değerlere saldırıldığı gibi yalan argümanlarla mütemadiyen halk nümayişleri tertiplenir oldu. Müesses nizamın sürebilmesi için Müslümanların ve solcuların bir arada olmamaları gerekiyordu. Ayrıca belirtmek gerekir, sol terkipler ve tahayyüller de Kemalizm’in yarattığı fanusun dışına çıkma kabiliyetini sergileyemedi. İbrahim Kaypakkaya ile görünürleşen gayretler de sistemin müdahaleleriyle akim kaldı.

Burada örnek vakalara ve olaylara detaylı değinmeyeceğim, çünkü özetlense bile apayrı bir yazının içeriği olacak kadar uzun ve tafsilatlı incelenmesi gereken bir mesele. Bu anlamda ayrıştırma mekaniğinin tarihi, verilere ve vakalara bakılarak tekrardan yazılmalı. Bu bahis için özetle şunu söyleyebiliriz, kayıp anahtarı bulmak için 100 yıl öncesinde olan bitenin tetkiki fazlasıyla gerekli. Sonrasında bütün bir Cumhuriyet tarihinin bu bağlamda tekrar okunması gerekiyor.

4. Müslümanların tarihinin yükü

İslam-sol bir muhayyilenin toplum için mesafelenilen bir olgu olmasının bir diğer sebebi de tahrip edilmiş, egemenlerin ağzıyla yazılmış ve unutturulmuş bir tarihin hala güncele dokunan siyasetlerle konuşuyor olmasıdır. Tarih, inşa edici ve harekete geçirici bir bilgi sunarak güncel siyasetle konuşur ve sağ siyaset, yalana dayanan bir tarihi güncelle ilişkilendirmekte oldukça mahir.

İslam’ın yayıldığı toplumların tarihlerine baktığımızda, pekala sol tutuma yazılabilecek çok sayıda isyanın, teşekkülün, kurumun ve fikir insanının parayı ve egemenliği temerküz etme heveslilerine karşı durduğunu görüyoruz. Ancak bu tarih, yazıcıların ve yakıcıların marifetiyle görünmezleştirildi. Bu bağlamda onlarca örnek sayılabilir. Toplumun tarihindense kazananların ve güç sahiplerinin tarihinin yazılması bilindik ve bütün dürüst tarihçilerin mustarip olduğu bir durum. Böyle olunca da toplumlara nüfuz etmenin ve siyasi asabiye kurmanın en anlamlı bileşenlerinden biri olarak tarihle konuşmak, güçlülere hizmet eden sağ siyasetlerin rahatlıkla baskınlık kurabildiği bir şeye dönüşüyor. İstenmeyen tarihi metinlerin egemenler tarafından ortadan kaldırılmasını da bu manzaraya ekleyince mesele daha da çetrefilli bir hal alıyor. Çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelerde durum maalesef böyle.

Netice itibarıyla tarih, olan bitenden rahatsız olan herkes için bir mücadele alanına dönüşüyor. Neyin ana akım olduğu, neyin fitne olduğunu çözümlemek İslami-sol bir terkibin önünü fazlasıyla açacaktır.

Müslümanlık solcu olmaya mani mi?

“Benim için yeryüzünde iyi, doğru ve güzel ne varsa onun adı İslam’dır.”

Aliya İzzetbegoviç

Meseleyi itikadi boyutlar ve ahkam üzerinden tartışmak bizi pek bir yere götürmeyecektir. Zira öne sürdüğünüz argüman ne kadar ikna edici olursa olsun, tercihler ve inanışlar kolayca değişebilecek mefhumlar değil. Din olgusunun mahiyeti ve toplumlardaki tebarüz edişini somutlaştırarak konuşmamız gerekiyor.

Din mefhumu salt fıkıh ve kurallar bütünü ya da salt kurumlardan ibaret değildir. Daha kuşatıcı bir etkiye sahiptir. Toplumun hissiyatı, siyasi tercihleri, tutum alışları, otorite görüntüleri, ritüelleri, asabiyeleri, eşya ile ilişki kurma biçimleri ve daha birçok şey din olgusunun etki alanı içindedir. Bu anlamıyla din her toplum için geçerlidir ve bireysel inanç ve bazı temel metinler ile sınırlanamayacak kadar geniş kapsamlı ve katmanlıdır. Böyle değerlendirdiğimizde toplumsal ve her zaman cari olan bir olgudan bahsetmiş oluyoruz.

Bütün dinler toplumsal ilişkilerin tıkanma yaşadığı ve işlemez olduğu dönemlerde ortaya çıkar ve bir haklı isyanı barındırarak ve kuşanarak kitlesel hale gelir. İslam’dan önce de dini bir toplum vardı ve bu din yaşattığı eşitsizlikler ve adaletsizlikler nedeniyle işlemez hale gelmişti. İslam buna dair bir söz söyleyerek hayat alanı buldu. Meseleyi böyle okuduğumuzda İslam’ın sol ile irtibatını anlamsızlaştırmak için ortaya konulan itikadi ya da tarihi izahlar anlamını kaybedecektir. Samimi ve kompleksiz bir Müslüman olan Aliya İzzetbegoviç’in alıntıladığım cümlesi kanaatimce meseleyi özetlemek için fazlasıyla yeterlidir. Özetle yazının başından beri, temel bir tutuma tahvil ettiğimiz iki kavramın birlikteliği, iyiye ve güzele çağırdıkları müddetçe pekala anlamlıdır ve bu birliktelik kesinlikle eklektik değildir.

Kırık pusula

Müslümanlar için toplumcu bir muhayyile mümkündür. Her ne kadar pusulamız olan tarih bize kırık dökük bilgiler verse de eksik parçaları tamamlayabilecek bir hafızaya ve tecrübeye sahibiz. Her düşüşümüzde tutunmak zorunda kaldığımız liberalizm tuğlasını rab bellemenin sakilliğini ve acı tecrübelerini de son yirmi yılda fazlasıyla yaşadık. AKP siyaseti tükenirken benzer arayışların ve hissiyatların görünürleşmesine şahit oluyoruz. Toplumun ezilenleri olarak bu toplumda maruz kaldığımız eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için toplumu teşekkül ettiren değerlerden kopmadan bir söylem ve pratik geliştirebiliriz. Eğer yaklaşan büyük krizi aşamazsak, sonu AKP’nin bugün vardığı nokta olan başka siyasi aktörlere mecbur kalabiliriz. Mecbur kalmayalım lütfen.


[1] Mutabakat Metni’nde Ekonomi başlığı altında sıralanan maddelerin tam listesine bakmak ne demek istediğimi anlamak için yeterli olacaktır. Link: https://farklibakis.net/mutabakat-metnimiz/farkli-bakis-dunyaya-ve-siyasete-yeni-bir-bakis/

[2] Rab” kelimesinin Arap toplumu için en yaygın anlamı “ilah” anlamından çok “terbiye eden” anlamıdır. “Mürebbiye” kelimesi ile “rab” kelimesi aynı köktedir. Ben de “terbiye eden” anlamında kullandım.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir