Metin Karadeniz – Türkiye’de “Sağ”-“Sol” Yanılsamasının Aşılması ve “İşçilerin Kendi Partisi” için Mücadele

1. Giriş

3 Kasım seçimleri sonrası birçok sayıda yazar ve araştırmacı sol parti olarak CHP’nin orta sınıf ve zenginlerden oy aldığını, işçilerin ve yoksulların AKP veya genel olarak sağa-İslamcılara oy verdiğine değindi. Gerçekten de CHP Kadıköy’den, Ataköy’den oy alırken, İstanbul’un bütün gecekondu-varoş denen bölgelerinde AKP ve genel olarak da sağ vardı. Biliyoruz ki bu durum sadece 3 Kasım seçimlerine özgü değildi. 1973-1977 döneminde Ecevit önderliğinde ortaya konan “halkçı” politikalar ve klasik Kemalist-sol söylemden farklı dil ile CHP yoksul kesimlerden önemli oranda oy aldıysa da genel olarak bakıldığında Türkiye’de sol, orta-üst sınıf kesimlerinden, sağ ve İslamcı siyasi partiler ise orta-alt sınıf kesimlerinden destek almaktadır. Bu durum Türkiye’de kentleşme, yoksullaşma, ve eşitsizliklerin çok arttığı 1980 döneminden sonra daha da belirginleşmiştir.

Bu yazıda kısaca Türkiye siyasi yaşamındaki bu durumun nedenleri, sağ-sol siyasi kimliklerin tarihsel oluşum süreci ve bu süreçle bağlantılı olarak İslam ve siyaset konusu ele alınacaktır. Yazının bunun ötesindeki konusu ise bütün bu gerçeklik içinde ülkemizde gerçek bir işçi-emekçi siyasetinin nasıl geliştirilebileceğidir.

2. Siyasi Taraflar Nasıl Oluşur?

Modern anlamda siyasi tarafların ve partilerin nasıl oluştuğu ve politik kültürün şekillenme süreci başlı başına geniş akademik bir konudur. Tartışacağımız sorunlarla ilişkisi açısından bu yazıda sadece sosyal bölünmelerle politik gruplaşma ve partilerin ilişkisi ele alınacaktır. Modern siyasi gruplaşmalar ve partiler, imparatorlukların zayıflayıp dağılmaya başladığı, ulus devletlerin oluştuğu dönem ile aynı zaman diliminde gerçekleşen sanayileşme süreci içinde doğdular. Bugün modern politik bilimde genel olarak kabul gören görüş modern siyasi çatışmaların esas olarak iki ana süreçten kaynaklandığı yolundadır. Bunlardan birincisi modern devletin oluşturulma sürecinde ortaya çıkan devlet ile ulus-halk arasındaki ve devletin ideolojisi ile dini felsefe ve kurumlar arasındaki çatışmalar (merkez/çevre ve laik felsefe/din-dinsel kurumlar çatışması), ikincisi ise sanayileşme sürecinden doğan emek-sermaye ve kır/kent çelişkilerini temel alan çatışmalardır.[1] Birinci gruba İspanya’da Bask ve Katalan bölge etnik direnişleri, Türkiye’deki Kürt sorunu gibi örnekler dışında, batıda devlet kilise çatışması ve ülkemizde de laiklik-İslamcılık çatışması örnek olarak verilebilir. Endüstrileşme ve kapitalizmin doğurduğu çatışmaların örnekleri ise çoktur; dünyanın birçok ülkesinde ortaya çıkan muhafazakar-sağ (sermaye) partileri ve sol (işçi) partileri bunun örnekleridir. Genel olarak bugün gelişmiş ülkelerde siyasi çatışmalar daha çok kapitalizmin doğurduğu çıkarlar çatışması ekseninde yürürken; az gelişmiş ülkelerde, kültürel (bölgesel) nitelikli çatışmaların ön planda olduğu söylenebilir. Ama çözülememiş bölgesel ve/veya etnik-dini sorunların gelişmiş ülke politikalarında da önemli oranda yer aldığı bilinmektedir (Örn. Kuzey İrlanda). Öte yandan tüm bu siyasi şekillenmeler bugün uluslararası çelişkilerle birlikte ele alınmak durumundadır. Özellikle emperyalizm-globalizm çağında bu çatışma biçimleri uluslararası çelişkilerden ayrı tutulamaz, tersine ancak bu bağlamda tam olarak anlaşılabilir.

3.Türkiye’de Siyasi Kimliklerin Gelişimi

“Sağ” kim, “Sol” kim?

Genel hatları ile söylersek; Türkiye’de ağırlıklı siyasal kimlikler (sağ-sol), batılı anlamda endüstrileşmenin doğurduğu ekonomik-sosyal çelişkiler temelinde değil, modernleşme sürecindeki devlet politikalarına karşı kitlelerin gelenek ve kültürel kimlikleri ile bölgesel-etnik kimlikler temelindeki tepkileri üstünden şekillendi. Yani ana çatışma ekseni merkez-çevre çelişkisi idi. Ülkemizde modernleştirici devlet ve onun elit – aydın kadroları ile kitleler arasındaki farklılık Tanzimat’tan başlayarak gerek meşruti dönem, gerekse Cumhuriyet dönemi siyasal kimliklerine damgasını vurdu. Yukarıda da değinildiği gibi her ulus devlet oluşumu sürecinde devlet ile toplumun bu tip çelişkileri doğduysa da Türkiye’de bu çok daha belirgindir. Çünkü Türkiye’deki modernleşme süreci batı ülkelerinden farklı olarak aynı zamanda toplumun kültürel kimliğinin çok katı bir şekilde değişime zorlandığı “batılılaştırma” sürecini de içermektedir. Bu nedenle Türkiye’de siyasi kimlikler batıcı-laik, bürokratik-devletçi görüş (merkez) ile geleneksel-Müslüman (çevre) çatışması temelinde şekillendi. Genel olarak Türkiye’deki batıcı-laik kesim “sol”, geleneksel-Müslüman kesim “sağ” olarak adlandırılırsa da, bu gerçekten doğru mudur? 1960’lardaki Türkiye İşçi Partisinin merkez yönetiminde yer almış olan Prof. Dr. İdris Küçükömer bunun tersinin doğru olduğunu söyler. Ona göre “Batıcı Laik” bürokratları temsil eden İttihat ve Terakki ve devamı olan CHP “sağ”, yeniçeri-esnaf-ulema birliğinden gelen doğucu-İslamcı halk cephesine dayanan Hürriyet ve İtilaf-Demokrat Parti-Adalet Partisi geleneği ise “sol”dur.[2] Küçükömer’in 1960’lı yıllardaki bu kasten abartılı çözümlemesinin doğruya daha yakın olduğu düşünülebilir.

“Kemalizm” ve Siyasal İslam

“Kemalizm” sadece Türkiye’de ve Müslüman ülkelerde ortaya çıkan bir anlayış değildir. Nitekim 1930’lu yıllar Meksika’sı ile 1950’li yıllar Arjantin’i benzer rejimlerdir. Genel olarak doğu ülkelerinde, özelde ise Müslüman ülkelerde emperyalist batı güçleri tarafından yenilgiye uğratılan toplumların 19. yüzyıldan beri bu durumdan kurtulmak için geliştirmeye çalıştıkları çarelerden biridir. En gelişkin örneği Türkiye’de uygulanmıştır; ama Mısır, Cezayir, Tunus, Irak gibi birçok Müslüman ülkede de benzer siyasi görüş ve politikalar görülmüştür. “Kemalizm” doğunun-İslam ülkelerinin, batı karşısındaki yenilgisinin suçunu gelenekte-kültürde-dinde görür, ondan kopuşu amaçlar. Siyasi bağımsızlığın kazanılmasından sonra bir yandan modern ulus devlet kurumlarını geliştirirken (siyasal modernite) diğer yandan kültürel alanda toplumsal dönüşüm için seferberliğe girişir (kültürel modernite). Dolayısıyla toplumun gelişmesi, çağdaşlaşması için sadece bilimin, tekniğin alınmasını değil, tümüyle “batılılaşmayı” savunur. Geleneği/dini olabildiği ölçüde bireysel alana hapsedip, kamusal alandan uzak tutmak ister. “…sadece dinin devlet işlerinden ayrılmasını değil, aynı zamanda ve daha da önemli olarak dinsel işlerin kurumsal ve anayasal düzeyde tamamen devlet tarafından kontrol edilmesini…”[3] amaçlar. Fakat bu tutum farklı gelişmelere zemin hazırlar. Kültürel plandaki modernleştirici hareketi geliştiren devlet politikaları halkın bu dönemde büyük toprak sahipleri ve tefeci-tüccar sermaye güçleri tarafından ezildiği sosyoekonomik düzende esaslı hiçbir değişiklik öngörmemektedir. Yoksul halkın maddi yaşam koşullarında önemli hiçbir gerçek ilerlemenin sağlanamadığı ve adaletsizliğin kol gezdiği bir düzende, yukarıdan dayatılan kültürel değişim, ezilen halkın geleneksel kimliğine/inancına sahip çıkması ve yönetenlere karşı muhalefetini bu mana dünyası içinde ifade etmesine yol açar. Sekülerleşmenin (dünyevileşme) maddi koşullarının henüz gelişmediği ve ekonomik-sosyal temelli toplumsal muhalefetin, farklı partilerin, yasadışı sayıldığı bu koşullarda din ve gelenek yegane alternatif haline gelir. Devlet dini bireyin vicdanı ile sınırlamak, olmuyorsa da onu değiştirmek (reforme etmek) ister. Aslında bu tutum devletin kendi eliyle dini ileri derecede siyasallaştırması anlamına gelir. Yani aslında “siyasal İslam”, bir yönüyle de “Kemalizm’in bir ürünü” olarak ortaya çıkar.

Kapitalistleşme süreci geliştikçe ve uluslararası gelişmelerin de etkisi ile “demokrasi” oyunu başlayınca modernleştirici elit asker-sivil bürokratik yönetim (“sol”) karşıtı toplumsal hoşnutsuzluk, gelişen sermaye siyaseti (“sağ”) tarafından geleneğe-dine sahip çıkan bir söylemle dile getirilir. Yönetenlere karşı yönetilenlerin, “devlete” karşı “milletin” muhalefeti, gelişen burjuvazi, yani sermaye tarafından yürütülmektedir artık.

1950; Karşı Devrim mi?

Herhalde dünyanın hiçbir ülkesinde göreceli de olsa “özgür”, çok partili seçimlerin yapıldığı bir ülkede o seçimlerin yapılması ve seçimle oluşan bir hükümet değişikliği “sol” tarafından karşı devrim olarak nitelenmemiştir. Tam tersine örneğin İngiltere’de olduğu gibi çok partili yaşamın başlangıç yıllarında işçilere, mülksüzlere oy hakkı tanınmamış, işçi sınıfının başlıca kavgası da eşit oy hakkını kazanmak uğruna verilmiştir. Bilindiği gibi ülkemizde CHP’ye karşı Demokrat Parti’nin (DP) kazandığı ilk çok partili seçim ve ardından gelen hükümet değişikliği sürecini “karşı devrim” olarak tanımlayan “sosyal demokrat” ve “sosyalist” birçok akım vardır. İçlerinde birçok “sosyalist”in de olduğu Türk seçkinleri için poturluların, şalvarlıların oyları ile hükümetin belirlenmesi akıl almaz bir şeydir. Demokrat Parti’nin çok başarılı “Yeter Söz Milletindir” sloganında da belirginleştiği gibi gerçekte bu dönemde yaşanan şey mevcut adaletsiz rejim-düzen güçlerinin partisi olan CHP’ye karşı halkın, bu rejim tarafından “dışlanmaya çalışılan” Demokrat Parti’yi kendine yakın olarak görmesi ve onu desteklemesidir. (1960 sonrası AP ve şimdi AKP yükselişinde olduğu gibi) Demokrat Parti’nin yeni gelişen sermaye güçlerinin partisi olduğu gerçektir, ama biliyoruz ki siyasette önemli olan bir siyasi partinin gerçekte ne olduğu veya kendini nasıl gördüğü değil, bu partinin kitleler tarafından nasıl algılandığıdır. Gerçekte bu dönemde halk kitleleri CHP’yi düzeni koruyan “sağ”, Demokrat Parti’yi ise toplumsal muhalefetin temsilcisi “sol” olarak algılamıştır. Bazı “solcular” bu değişimi karşı devrim olarak algılasalar da gerçekte bu dönüşüm kitlelerin siyasete demokratik yollarla katılımı için çok önemli bir süreci başlatmıştır. Fakat beklenebileceği gibi halkın bu siyasi hareketliliğin öncülüğünü henüz zayıf olan işçi sınıfı değil de, toprak sahipleri ve yeni gelişen sermaye güçleri çekerek kendi çıkarları yönünde kullanmıştır.

Türkiye’deki ilk “demokratik” çok partili seçimde kitleler tarafından sandığa gömülen CHP ve benzeri görüşlerin ondan sonra da seçim sandıklarıyla arası pek hoş olmamıştır. Hatta bugün bile AKP’nin seçim zaferinden sonra “bu cahil toplumun” verdiği oylarla gelen bu iktidar yerine asker-sivil bürokrat güçlerin “bir gece yarısı gelecek” “laik ve çağdaş” iktidarını özleyen epeyce “solcu” olduğu görülmektedir. Bırakın CHP’yi, “solun efsane ismi” Sadun Aren Hürriyet gazetesi ile 19.01.2004 tarihinde yaptığı söyleşide bakın ne diyor: “AKP kabul edilemez bir oluşumdur, başka konularda istediği kadar başarılı olsun, eğer başa şeriatçılığı getirecekse, ki bunda şüphe yok, mutlaka devrilmesi lazım.” AKP’ yi kim devirecek sorusunun cevabı ise bellidir; 1960, 71, 80 ve 98’de kim yaptıysa! Sağ partiler karşısında sosyal-ekonomik zeminde herhangi bir politikanın sahibi olmayan CHP sürekli batıcı-laik/doğucu-İslamcı çelişkisi ve şeriat korkusu uyandırarak taraf yaratmaya çalışmıştır. İ. Küçükömer 1969’da İsmet İnönü için şunu demekteydi “…asıl ağırlığını, eskiden olduğu gibi, batıcı-laikler, doğucu-İslamcılar arasındaki aldatıcı çatışmasına koymaktadır. Bu biçim bir çatışmanın içine girmekte ve işin garibi bu çatışmayı rejim meselesi (?) saymaktadırlar!” Bunların tek anlamı var: CHP lideri, Cumhuriyet’in başından beri olduğu gibi, üretim ilişkilerinde yani mülkiyetin dağılımı ve elde edilen ürünün bölüşülmesinde esaslı bir değişimin araçlarını düşünmemektedirler. Kendi deyimleri ile CHP o günden beri ortanın solundadır. Türkiye’nin kurtuluşu için üretim ilişkilerinde değişiklik düşünülmediği için mücadele, laikler ve İslamcıların yüzeydeki Türkiye’yi bölücü mücadelesine dönüyor. Bu mücadele emperyalizmin tam istediğidir.”[2] O günden bu yana çok şeyin değişmediği görülüyor. Aslında bu durum sadece Türkiye’de de görülmüyor. Pakistan ve bazı Kuzey Afrika ülkeleri gibi göreceli de olsa “özgür” seçimlerin yapıldığı birçok Müslüman ülkede benzer şeyleri görmekteyiz. Bazı yazarların söylediği gibi bu durum Türkiye’nin bir geçiş toplumu olmasından (sanayileşme açısından) kaynaklanmaz. Birçok Latin Amerika ülkesi, kişi başına düşen ortalama gelir, gelir dağılımı ve sanayileşme düzeyi açısından Türkiye’ye benzemesine rağmen, emekçi-yoksul kitleler çok farklı siyasal tutum göstermektedirler. Yoksullar esas olarak sol veya halkçı politikaların peşindedir. Hatta son 20 yılda görüldüğü gibi ciddi ölçüde yoksul cemaatleri temsil eden kilise fraksiyonları bile sol siyasetleri desteklemektedir. Demek ki Türkiye’de ve bazı İslam ülkelerinde görülen bu durum bu ülkelerin az gelişmiş olmalarından kaynaklanmamaktadır. Sorun bu ülkelerdeki siyasal kimliklerin gelişim sürecinde ve kendine sol diyen siyasi akımların niteliklerinde aranmalıdır.

4. Din/İslamiyet/Siyaset

Din ve Siyaset

“Sol” görüşteki birçok yazar ve siyasetçinin, “Müslümanlık, laik düzenle, demokrasi ve cumhuriyet ile bağdaşmaz” diye yazıp söylediğini görüyoruz. Bir an için bunun doğru olduğunu kabul edelim. Artık varın siz düşünün halimizi ve cumhuriyet için, demokrasi için, sol siyasetin güçlenmesi için ne yapılması gerektiğini! Bu görüşler tümüyle tarih dışı bir anlayışa dayanır. Çok iyi bilinen bir şeydir ki bütün büyük dinlere inanan toplumların gerçek yaşamdaki anlayış ve uygulamaları, o dinlerin kutsal metinlerinde yazılanların belirli bir yaşanılan zamandaki algı ve yorumlanmalarına dayanır. Bu algılama ve yorum ise doğal olarak o çağın, o toplum kesiminin kendi somut gerçekleriyle bağlantılıdır. Şeriat denilen şey ne anlama gelir? Daha doğrusu hangi şeriat? “Şeriatçı” S. Arabistan, İran ya da Bin Ladin’in önerdiği rejimlerin taraftarı mıdır? Gerçekten de “…Şeriat, oluşmuş herhangi bir kuruma, Kilise’ye ya da ruhbana bağımlı değildir. Metinlerde söylenmemiş şeyleri çözüme bağlayan fetvalar her zaman için burada ve şimdi ifade edilir ve bir sonraki otorite tarafından iptal edilebilir. (Şiilerde bile bir müçtehid tarafından verilen fetvalar, ancak bu müçtehidin yaşamı boyunca geçerlidir.)[4]

Gerçekte dini iki yönüyle anlayabiliriz. Bunlardan birisi dinin varoluşsal yönüdür. Bu yön bir varlık olarak insanın nereden gelip nereye gittiği, yaşamın anlamı ve ölüm gerçeği ile ilgilidir. Bu anlamı ile de ölüm var oldukça din de var olacaktır. Dinin öteki yüzü; dünyaya (ekonomi-siyaset alanına) ilişkin yönleri ise tarihseldir, yani her dünyevi gerçeklik gibi değişkendir. Hristiyanlığın, feodal, kapitalist ve hatta Latin Amerika ve Güney Doğu Asya deneyimleri göz önüne alınırsa şimdilerde de “sosyalist dünya işlerine” nasıl uyarlanabildiğini görmekteyiz. Protestanlık nasıl kapitalizme uyarlanmış ve/veya onun ruhu olan Hristiyanlık ise, sadece Latin Amerika’da değil, diğer yoksul Hristiyan toplumlarında da ortaya çıkan “kurtuluş teolojisi” adlı Hristiyan akımı da yoksul halkın gerçeklerine uyarlanmış bir Hristiyanlık bakışıdır. (Brezilya’da gerek kırsal alanda gerekse kentlerde büyük çaplı bütün halk hareketlerinde en etkili güçlerden birisi Hristiyan “taban örgütleri”dir. Bu görüşleri destekleyen kiliseler, kurtuluş teolojisi denilen bir Hristiyanlık bakışa açısına sahiptirler ve eşitlikçi, dayanışmacı, “sosyalist” bir toplum düzeninden yanadır.) Daha da ötesi “kurtuluş teolojisinin” esas olarak çok daha “tutucu” olduğu kabul edilen Katolik kilisesi saflarından çıkması da bu “tarihsellik” gerçeğini ortaya koyar. J. Petras, Latin Amerika’da devrimci köylü muhalefetini anlattığı yazısında şunları söylemektedir: “Yeni köylü hareketleri, kilisenin toplumsal doktrinlerinden derinden etkilenmiştir. Genel oturumların birinde, Brezilyalı Katolik ilahiyatçı Fray Beto, delegelere içlerinden kaçının dini örgütlerden etkilenmiş olduğunu sorduğunda, yüzde 90’ından fazlası ellerini kaldırdı. Halkçı dindarlık, İncil derslerinin kaynaşması ve dini değerler, yeni köylü önderleri kuşağının beslenmesinde Marksizm, geleneksel topluluk değerleri ve modern feminist ve ulusalcı fikirlerin yanı başında doğrudan bir etkiye sahip. Hareketin büyük kısmını aşılayan örgütsel disiplin, kişisel dürüstlük ve manevi bağlılık, militanların pek çoğu, tutucu Kilise hiyerarşisi ve Vatikan’la aralarına mesafe koymuş olmalarına rağmen dini geçmişlerinden geliyor.[5] Bu gerçekler aynı dine inanan kişilerin aynı anda veya zaman içinde çok farklı siyasi-ekonomik görüşleri savunabileceği ve bu savunmayı da dini inanışına bağlayabileceği gerçeğini açıkça ortaya koymaktadır. Ülkemizde de özellikle Fethullah Gülen/AKP çizgisinin diğer İslamcı akımlara göre kapitalizme daha iyi uyarlanmış bir Müslümanlık anlayışını taşıdıkları görülmektedir.

İslam ve Siyaset

“İnsana çabasından (emeğinden) başkası yoktur.” 3.Ali İmran, 21.Kuran

İslam inancı ile siyasi tutum arasındaki ilişkinin de zaman, toplumsal koşullar ve farklı toplum kesimleri için değişiklik gösterdiği gerçektir. İslam medeniyetinin gerek yükseliş, gerek duraklama gerekse gerileme ve yenilgi dönemlerinde İslam adına bir çok çatışmalı siyasal görüş ve tutumların varlığı bilinmektedir. Türkiye’de sağcı ve İslamcı siyasi partiler halkın İslami inancını hep kendi sermaye-kapitalizm yanlısı düşüncelerine dayanak yapmak amacıya ele alsalar da gerçekte İslam inancının savunduğu en temel değer olan “adalet” görüşünün tersine toplumculuğa-sosyalizme zemin hazırladığını söylemek de mümkündür. Örneğin 1400 yıllarında Anadolu’da Hurufiler tek haklı gelirin, emekle kazanılmış gelir olduğunu vaaz ediyorlardı.[6] Nitekim özellikle sosyalizmin umut verici olduğu 1960-70’li yıllarda bunu söyleyenler de çoktur. Ünlü İslamcı önder Seyyid Kutup erken dönemindeki “İslam’da sosyal adalet”, “İslam ve Kapitalizm Çatışması” gibi yapıtlarında ve Mustafa Sibai, “İslam Sosyalizmi” (el-İştirakiyye el-İslamiyye) adlı yapıtında bu görüşleri dile getirmişlerdir. Yine İslamcı düşünce önderlerinden Fazlur Rahman

“Ekonomik adalet (sosyal adaletin) temelidir. Bizim, İslam’ın toplumsal düzeninin en temel ilkesi olarak iktisadi adaletin kurulmasını tekrarlamamızın sebebi, işte budur. İslam, yetenekler, itibariyle insanlar arasındaki büyük farklılıklar bulunduğunu kabul etse bile yine de açıktır ki, onun iktisadi ve toplumsal adaletle ilgili taleplerinin karşılanması için, devletin bütün vatandaşların belli başlı temel ihtiyaçlarını garanti altına alması zorunludur. Bu ihtiyaçlar, yiyecek, giyecek, barınma, sağlık ve eğitimi içermektedir. Kazanç elde etme kabiliyeti sıfıra yakın olsa bile, İslam’a göre hiçbir vatandaş bu haklardan mahrum bırakılamaz.”[7]

der. İran İslam devriminin düşünce önderlerinden biri olan ve Hodaperestan-e Sosyalist (Allahperest Sosyalist) olarak tanımlanan Ali Şeriati‘nin yazıları da ortadadır. Ali Şeriati “İnsana çabasından başkası yoktur.” (3.Ali İmran, 21) ilkesinden yola çıkarak, Hz. Ömer’in arazi sahibi bir kimsenin üç yıl boyunca onu ekmeden elinde bulundurması durumunda başkalarının bu araziyi ekmeye hak kazanacağı şeklinde hükmettiğini örnek göstererek

“…mülkiyet yalnızca iş temelinde gerçekleşir ve yalnızca çalışan insanlar mülkiyete hak kazanırlar. Bu nedenle, esasen, işin hizmete sokulması için sermaye üzerine mülkiyet olmasının bir anlamı yoktur. Mülkiyet bu şekilde, insanın kendi kazandığı üzerindeki hakkı anlamına gelmektedir. Şu halde mülkiyet sahibi işçidir.”[8]

der. Beklenebileceği gibi bütün bu görüşler kapitalist düzen savunucusu “İslamcı”lar tarafından görülmez (gösterilmez) hale getirilir.

Özellikle sosyalizmin revaçta olduğu 1960’lı yıllarda bir çok Müslüman ülkede aralarında İslami Ulemanın da bulunduğu bir çok yazarın İslam’ın sosyalist özelliklerine vurgu yaptığı gerçektir. Fakat öte yandan gerçeğin diğer yüzüne de bakmak gerekmektedir. 1967 Arap-İsrail savaşında Arapların uğradığı yenilgiden sonra aynı yazarların giderek daha İslami bir söyleme kaydıkları, batı karşısındaki temel yenilgi nedeninin İslam’dan uzaklaşmaya bağlı olduğunu, çözümün İslami devletten, ve 1300 yıl önceki uygulamalardan geçtiğini savunduklarını biliyoruz. Müslüman ülkelerde sömürgecilikten kurtuluştan sonra gündeme gelen Milliyetçi ve sol uygulamaların başarısızlığı siyasal İslamcı hareketin önünü açmıştır. Bu hareket ise yoksulların toplumsal taleplerinden çok özellikle İsrail-Filistin gerçekliğinden kalkarak İslam-Yahudilik, İslam-Hristiyanlık karşıtlığı temelinde bir söylem üretmiş ve etkinliğini yaymıştır.

İslam ve siyaset konusunda Türkiye’den bir örnek ise oldukça ilginçtir. “Müslüman Anadolu Sosyalizmi” düşüncesini savunan Nurettin Topçu 1970’lı yıllarda şöyle diyor:

“Bizde İslam kültürüne bağlı zümrenin, İslam’ı daima sathi ve ters tarafından anlamış olması, onu sosyalizme karşı koymaktadır. Hakikat ta bu dava, İslam’ın özünde barınan hak davasıdır. Sosyalizm, çiğnenmesi halinde Allah’ında affetmeyeceğini bildirdiği kul hakkının müdafaasıdır. Sosyalist olarak İslam’ın ta kalbinde yer alacağımızı bilemeyenler, kelimenin yabancı kıyafetine tutuluyorlar. Düşünmüyorlar ki kelime bir kıyafettir, elbisedir; onu biz giydiririz. Allah’ın olan, ruh ve davadır.”

“Yoksullar ve yetimler için, çalışan nasırlı eller için, hakları çiğnenen mazlumlar için hayatlarını fedaya karar verip sosyalizm cihadına atılanlar bu gayret ve fedakarlıklarının sonucunda pek az sonuç elde edebildiler. İşin çok dikkate değer tarafı şu ki, sermaye sahibi zenginler, kendi servet iştahları hesabına davranırlarken; sosyalistler, fakirlerle mazlumların ve çalışanların hakkını kurtarmak için mücadele ile tehlikeye atılıyorlar. Bu farkı görmeyen gözler, kapitalist ile sosyalisti adalet terazisine koyarak muhakeme etme şaşkınlığı içinde hala bocalıyorlar. Yakın istikbale dönerek söylüyorum: Zenginlerin müthiş servetleri ellerindeki yenilmez kuvvettir; şüphesiz servetleri kendileriyle beraberdir, fakirlere gelince, Allah onlarla beraberdir.”[9]

N. Topçu başka bir yazısında ise “Her birinin başkasının lokmasındaki bolluğa bakarak Allah’ına şükrettiği, fertlerinin cemaate hizmet sevdasına kendini bağışladığı sosyalizm, İslam sosyalizmidir. Ancak böylesi bir belde, saadetle fazileti birlikte sunarak, insanları Allah’a yaklaştırabilir. Bu manada sosyalizm devrimizin şeriatıdır.[10] diyor.

Bütün bunlar özünde insanlar arasında eşitlik, adalet ve kardeşliği vaaz eden dini inançların her dönemin siyasal güçleri tarafından kendi çıkarları açısından yorumlanıp sömürü ve baskı düzenine insanların boyun eğmesi için veya bir grubun iktidara yükselebilmesi için kullanıldığını ama öte yandan aynı temeldeki inancın siyasi olarak tam tersinden de yorumlanabileceği gerçeğini ortaya koyar. Örnek olarak İslamiyet’te ilk halifeler seçim-istişare ile belirlenirken, Emeviler döneminde tarihsel nedenlerle mutlakıyet-saltanat ortaya çıkarılmış, İslam istismar edilerek saltanatın emrine hizmet eder hale getirilmiştir. Yöneticiler bir yandan Hz. Muhammed’e inandıklarını söylerken diğer yandan Ebu Süfyan gibi rezil bir yaşam sürmüşler ve buna isyan edenleri de dinden çıkmakla suçlamışlardır. Öte yandan çağdaş bir örnekte ne görüyoruz; yapısı nedeni ile “teokratik” anlayışa çok daha yakın olan Şii İslam dünyasında (İran) bizzat dini önderlikle ortaya çıkan siyasal devrim, “saltanatı” yıkıp yerine “cumhuriyeti” kurmuştur ve başlangıçta teokrasiye çok yakın olan rejim sosyal gelişmelerle hızla demokratik katılıma açık kapı bırakan ikili bir iktidar yapısına evrilmiştir. Eğer bugün Ortadoğu’da krallık-şeyhlik rejimleri hala ayakta duruyorsa bunların bizzat İslam’dan kaynaklanmadığı, tam tersine bu tiranlık rejimlerinin batının “insan hakları, özgürlük, demokrasi, sonsuz adalet politikaları!!!” sözlerinin arkasındaki emperyalist güçler tarafından zamanında oluşturulup ayakta tutulduklarını herkes biliyor. Saddam örneğinde olduğu gibi tam olarak emperyalizmin emrinde iken çok iyi batı müttefiki olup her türlü insanlık dışı silahla donatılırsınız, milyonu aşkın Müslüman askerin öldüğü pis savaşlara sürülürsünüz, ama emperyalist merkezlerin planı değişince de “demokrasi-özgürlük” adına şimdiki duruma düşürülebilirsiniz.

5. Türkiye’de Toplum ve “Sol”

Devlet/Toplum/”Sol”

Türk siyasi yaşamında burjuvazinin asker-sivil bürokrasisinden bağımsızlaşacak kadar güçlü olmadığını, hala bu sürecin yaşandığını biliyoruz. (Fakat son yıllarda gördüğümüz gibi dünya sermayesi ile her ileri bütünleşme bu süreci tamamlamaya hizmet ediyor.) Dolayısıyla emek-sermaye çelişkisinin içinde yürüdüğü toplumsal alana baktığımızda yöneten-yönetilen çelişkisinde halk; batıcı-laik, bürokratik “sol” kesimi, yöneten taraf içinde ve onun bir parçası olarak görür. “O” her şeyi bilendir. Kendisinin cami ile ilişkisi olmasa da halkın nasıl inanacağına, Müslümanlığın nasıl yaşanılacağına karar verir. Çizginin dışına çıkanı hizaya getirir. “O” tarihsel geleneğin diyalektik aşılmasını değil, inkarcı bir kopuşu savunan modernleştirici-batılılaştırıcı elitin parçasıdır. Gramsci’nin tanımı ile asla organik bir aydın değildir. (Nasıl olsun ki; toplumunun binlerce yıllık kültürel birikiminden tümüyle habersizdir, kaynakları okuyacak dilden bile yoksundur. Bir sabah uyanmış, okuduğu yazdığı dilin artık yok olduğu söylenmiş ona.) Toplumsal vücuda eklenmiş, nakledilmiş bir dokuya benzer. “O” yabancıdır. O kadar yabancıdır ki ortalama bir Türkiyeli sosyalist aydın, yoksul bir mahallede, sokakta, kahvede sıradan bir insanla selamlaşacak ortak bir sözcüğe bile sahip değildir. “O” “başkasıdır”. Merkezi askeri-sivil bürokrasi tarafından “ötekileştirilen gövde” onu içine almaz. Türk solu çoğunlukla “Beyaz Türklerin” bir parçasıdır.

“Sol” ve Aleviler/Kürtler

Türkiye’de önce “sosyal demokrasi”, onu takip ederek de “sosyalistler” kentli aydın kesimler dışında önemli bir oranda Alevi toplumundan destek aldılar. 1950 sonrası dönemde çok partili siyasal yaşama geçilmesi ile birlikte Sünni dini grupların sağ partiler içinde etkin olmaları, kamusal alanda dinin (Sünni) görünürlüğünün artışı ve “laiklik uygulamalarından” “taviz” zorlamaları Alevi azınlık tarafından tehdit olarak algılandı ve onları laiklik uygulamalarının daha tavizsiz savunucusu CHP yönüne döndürdü. Rejime karşı olmasa da sağ-Sünni hükümet yönetimlerine karşı potansiyel bir “muhalif” kesim olarak Alevi gençler, özellikle kırsal alanlarda hareket eden devrimci siyasetler için de önemli bir kaynaktı. Hatta bazı devrimci-sosyalist grupların neredeyse tamamen Alevilerden oluştuğu bile görüldü. 12 Eylül sonrasının Türk-İslam (Sünni) sentezi politikaları da bu süreci kışkırttı. Sonraki dönemde birkaç süreç birlikte yaşandı. Kentleşmenin iyice artması, ticarileşme ve sınıfsallaşma Alevi toplumunda ortak siyasal davranış gösterme eğilimini azaltırken, cem evleri ve diğer aktivitelerle Alevi toplumunun kendini din-kültürel planda ifade etme olanakları arttı. Öte yandan yükselen siyasal İslami hareket “sol” siyasetleri neredeyse tamamen “laikliğin korunması” çerçevesine sıkıştırdı ve “sol”-Alevi özdeşliği yukarıda bahsedilen çelişkili bir yapı içinde yeni koşullarda sürekli üretildi.

Kürt hareketinin ciddi derecede yükselişi Türk solunun çok zayıf bir dönemine denk geldi. Yenilgi dönemindeki sol zaten daha önce de çok zayıf olan toplumsal bağlarının tümüne yakınını yitirmiş durumda idi. Türkiye’nin iç politik durumu ve uluslararası dengelere göre tutum belirleyen güçlü Kürt hareketi yanında Türk solu “sosyal bir olgu” bile değildi. Bu durumdaki sol olsa olsa Kürt hareketine destek veren Türk demokrat aydınları konumunu işgal edebilirdi. Bu gerçeklik de zaman zaman birçok sol grubu, hala da süre gittiği şekilde, önemli ölçüde Kürt ulusal hareketine tabi konuma düşürdü. Sosyal bir gerçekliğe dayanmayan solun – isterse en yakın tutumu alsın – Kürt hareketine bir katkı getiremeyeceği de ortadaydı. Zaten süreçte Türk solunun insan hakları bağlamında dayanışma gösterisi dışında Kürt hareketine sosyal-toplumsal düzlemde hiçbir “yarar” sağlayamadığı da görüldü.

Toplumsal gövdenin önemli çoğunluğu ile ciddi hiçbir bağı olmayan “sol”, muhalefet potansiyelleri taşıyabilecek azınlık etnik ve dinsel gruplar içinde kendine yer aradı. Kürt ve Alevi toplum kesimleri verimli alan gibi görünmekteydi. Giderek bu “etnisiteler” ile özdeşleşen sol, toplumun ana gövdesinden iyice koptu. Türkiye solu için Laiklik “Alevilik”le, devrimcilik ise “Kürt ulusal hareketi” ile tanımlanır hale geldi. Bu öylesine belirgindir ki örnek olarak büyük kentlerdeki sol içerikli etkinlik ve gösterilerde kullanılan folklor ve halk müziği öğeleri de genellikle Alevi-Kürt dünyasının dışına çıkamaz. Gebze’de emekçilerin düzenlendiği savaş karşıtı bir gösteride her zamankinden farklı olarak kemençe ve Karadeniz folkloru kullanılınca “klasik” bir sol militanın gösterinin sorumlusuna “Ne oluyor Müslüman mahallesinde salyangoz mu satıyorsunuz?” dediğini aktaran Gebze’deki bir işçi önderinin şahit olduğu olay durumu tam olarak anlatan bir yön taşımakta sanırım. Bu süreç Türk solunun Türk-Sünni toplumsal çoğunluk için “öteki” olma durumunu iyice derinleştirmiştir. Fakat hayat devam eder. Sol’un bu alanlarda edindiği küçük toplumsal bağlar da tümüyle bitmek üzeredir. Etnik-kültürel veya dinsel alanda gerçekleşen hafif bir liberalleşme “sol”un o tabanını da darmadağın eder. Kürtlüğün ve Aleviliğin asıl sahipleri ortadadır artık.

Türkiye’de “Sosyal Demokrasi” ve İşçiler

Türkiye’deki “sosyal demokrasi”nin tarihi oldukça ilginçtir. Cumhuriyetin kuruluşunda kilit rolü oynayan asker-sivil bürokrasi ve yerel güç odaklarına dayanan CHP, çok partili hayata geçildikten sonra yeni gelişen burjuvazinin DP’si karşısında kimlik sorunu yaşadı. Bu 1960 sonrası gelişen dönemde daha da belirginleşti. Özellikle de işçi ve yoksul “ayak takımının” Türkiye İşçi Partisi ile bağımsız bir siyasal güç olma yolunda ilerlemesi ile görev ortaya çıkmıştı. Artık paşalarımız ve bey takımının bir kısmı “solcu” olmaya karar verdi; “ortanın solu” doğmuştu artık. Gerçekten de o zamanki CHP lideri İ. İnönü’nün “biz başlangıçtan beri ortanın solunda idik”, “sosyalist değiliz ve olmayacağız” ve “bizim asıl rakibimiz TİP’tir” dediği bilinir.

Ülkemizde sınıf temeline dayanacak bir siyaseti oluşturmayı düşünenlerin her şeyden önce CHP-DSP-SHP ekolünün sol-sosyal demokrat hareket olmadığını bilerek yola çıkmaları gerektiğini düşünüyorum. Tarihsel olarak batılı sosyal demokrasi her şeyden önce bir “siyasal işçi hareketidir”. Doğal ki başlangıcı ile şimdiki durumu arasında fark vardır, fakat hala birçok ülkede, reformist-kapitalizm içinde de olsa bir işçi eğilimidir. Sonunda kağıt üstünde aynı siyasal programları savunsalar bile siyasal bir işçi hareketinin kendi taleplerini revize etmesi ile ulaşılan bir sosyal demokrat siyaset ile, bir egemen blok partisinin artık sosyal demokrat olmaya karar verdim diyerek oluşturduğu “sosyal demokrasi” arasında çok fark vardır. Bu fark bunların gerçekte uyguladıkları politikalar açısından olmasa da, onların işçi sınıfı kitlesi ile olan yapısal ilişkileri ve kitleler tarafından kavranılışları açısından farktır. Zaten kitlesel olarak politikada esas olan da budur. CHP-DSP-SHP çizgisini sosyal demokrat (bir işçi-emekçi eğilimi) olarak değerlendirip, bizim görevimizi de “onun solunda” “ondan daha devrimci, sosyalist” bir işçi siyaseti yaratmak olarak görmek, emekçi ve yoksul kitlelere bu argümanlarla yaklaşmak baştan Türkiye gerçeğini görmezden gelmek demektir.

Burada özellikle 1974-77 dönemi Ecevit politikalarını ayrıca ele almak gerekiyor. Ecevit sosyoekonomik düzlemdeki “halkçı” söylemi ile (“Ne sömüren ne sömürülen, insanca hakça bir düzen!”, “Toprak İşleyenin, su kullananın!”) geleneksel CHP çizgisinden farklı bir tutum sergilemiş ve bunun karşılığında da yoksul kitlelerden destek almıştır. Ecevit’in farklılığı sadece bu söylem değildir. Ecevit ayrıca geleneksel çizgiden din ve inanışlar konusundaki tutumuyla da ayrılmaktaydı.

6. 3 Kasım Seçimlerinin Bir Kere Daha Gösterdikleri ve “Müslüman Sermaye” Hükümeti

Türkiye’de seçmenlerin sosyoekonomik durumları, kimlikleri ve siyasi tutumları

(Aşağıdaki veriler [11] no’lu kaynaktan aktarıldı.)

Türkiye’de yapılan saha araştırmaları genellikle işçilerin-yoksulların daha çok sağa oy verdiğini ortaya koyar ve yorumcular da Türkiye’de sosyal sınıf ile oy verme davranışı arasında ilişki olmadığını belirtirler. Halbuki 3 Kasım seçimleri işçi-emekçi ve yoksulların anlamlı olarak “sola” değil “sağa” oy verdiğini ortaya koyarak gerçekte sosyal konum ile siyasi davranış arasında anlamlı bir bağlantı olduğunu göstermektedir.

TÜSES Ağustos 2002 araştırmasında sanayi işçileri arasında AKP yüzde 19,2, MHP yüzde 10 ve CHP yüzde 10 iken, “beyaz yakalı” olarak nitelendirilen daha üst sosyoekonomik statüye mensup hizmet sektöründe istihdam edilenler içinde ise CHP yüzde 14 ile birinci sıradadır. TESEV, SAM ve benzeri tüm araştırma kurumlarının yaptığı çalışmalar CHP’nin üst ekonomi ve eğitim statüsü grubuna mensup olanlardan oy alırken, AKP ve diğer sağ partilerin orta ve alt gelir gruplarından destek almakta olduğunu göstermektedir. TESEV araştırmasında düşük statü grubunda yer alanların yüzde 24,7 oranında AKP’ye ve sadece yüzde 6,1 oranında CHP ye yöneldiği görülmüştür. Yüksek statüde olanlar içinde ise CHP yüzde 12,2 ile birinci, AKP yüzde 11,2 ile ikincidir. SAM araştırmasında düşük ve alt orta gelir grubundan olanların AKP oyları içinde payı yüzde 64,6 iken, CHP oyları içindeki payı yüzde 44,1’de kalmaktadır.

28 Eylül-1 Ekim 2002 tarihleri arasında SAM tarafından yapılan bir araştırma da, seçmenlere sunulan çeşitli kimlikler (Müslüman-Türk, vatandaş, milliyetçilik, işçi, dindar, solcu, demokrat, köylü, sağcı, muhafazakar vb.) arasından tercih yapmaları söyleniyor. Çalışma sonunda Müslümanlık seçmenler arasında neredeyse ortak birleştirici kimlik olarak ortaya çıkıyor. Birincil kimlik olarak Müslümanlığı belirtenler AKP’li seçmenler arasında yüzde 72,4, DYP’de yüzde 71, MHP’de yüzde 64,3, ANAP’ta yüzde 60,3, GP’de yüzde 59,9 olurken, CHP’de yüzde 33,4 ve DEHAP’ta ise yüzde 36,5 ile ikinci sırayı almıştır. Benzer şekilde Esmer’in araştırmasında kendilerine gösterilen beş değerden önemli iki değer arasına laikliği koyma oranı AKP’liler arasında yüzde 5 iken, CHP’liler arasında yaklaşık yüzde 80’dir. Başka bir çalışmada kendilerini Sünni olarak tanımlayanların yüzde 39,8’inin, Alevi olarak tanımlayanların ise ancak yüzde 2’sinin AKP’ye oy verdiği görülmektedir.

Prof. Dr. B. Şenatalar bütün bu sonuçları şöyle yorumlamakta, “Solda olması gerektiği düşünülen kesimlerle sol arasında kültürel engeller var. Eğitim, gelir ve statü bakımından ezilen kesimler sağa, üst kesimler ise CHP’ye yöneliyor.” demektedir. Bütün bu veriler Türkiye’de siyasi kimliklerin gelişimi konusunda yukarıda savunulan ve Cumhuriyet öncesi başlayıp hala devam eden kültürel temelli bölünmenin etkisini sürdürdüğünü düşündürmektedir.

Siyasal İslami Hareket ve “Müslüman Patronlar” Hükümeti

Türkiye’deki İslami hareket aynı isimle adlandırılan diğer Müslüman ülkelerde gelişenlerden önemli farklılıklar taşır. Hatta özellikle çoğu ülkelerde İslami hareketin kentli yoksul kitlelerin sosyal-siyasal hareketliliğine dayanması açısından “Türkiye’de ciddi bir İslami hareket var mı?” sorusu bile sorulabilir. Genelde siyasal İslamcı hareketlerin “özerk devrimci/İslamcı aydın/kent yoksulları ve esnaf” birlikteliğine dayandığı görülmektedir. Türkiye’de bunun yerine orta sermaye (pastadan daha fazla pay isteyen) kesimlerinin İslamcı adalet söylemi ile kendine yedeklediği küçük sermaye ve onları oy vererek destekleyen geniş yoksul kitlelerin birlikteliğini görmekteyiz. İslamcı parti (partiler) yoksullardan oy almakta, fakat esasta ortada yoksullara dayanan bir sokak hareketliliği görülmemektedir. Türkiye’deki bu farklılık esas olarak iki nedenden kaynaklanmaktadır. Bunlardan birincisi Türkiye’de kapitalizmin gelişkinlik düzeyi ve her ne kadar kör topal da olsa çok partili seçimlere dayalı “demokratik” siyasal sürecin varlığıdır. Bu durum yoksul kitlelere meşru zeminlerde siyasete katılım duygusu vermekte ve onlar da ellerinden geldiğince bunu kullanmaktadırlar. İkinci neden ise yukarıda da belirtildiği gibi Türkiye’deki İslamcı hareketin yönetici durumunda olan kesimlerin oldukça gelişmiş bu kapitalist düzenden büyük pay alanlar içinde olmalarıdır. Onlar paylarını artırmak için mücadele etmektedirler ama bilmektedirler ki yoksulların sokağa dökülmesi onlar için de tehlike yaratabilir. Türkiye’de MNP-MSP-RP-FP geleneği en güçlü olduğu ve yapabilecekleri sosyal-psikolojik ortam olan dönemlerde bile kitle hareketliliğini kışkırtmadılar. Çünkü onların da diğer patron partileri gibi “birikmiş altınları” ve “Mercedesleri” var ve pekala kargaşa ortamında camlar kırılabilir! Açık olarak ortada ki; Türkiye’de “laikçi-İslamcı” kavgasında yoksulların sosyal taleplerinin de içine katıldığı “ihtilalci” bir zeminden çok, yükselen sermaye kesimleri (bazıları bunlara Sünni burjuvazi diyor) ile suyun başını önceden tutmuş kesimler karşısındaki paylaşım mücadelesi yatmaktadır. Zaten 6 Kasım seçimleri sonrası durum ortada artık ciddi bir çatışmanın da kalmadığını gösterdi.

Gelinen son siyasal tablo şöyle yorumlanabilir. Merkez “sağ” ve “sol” politikaların ve önderliklerinin pespaye hali Türkiye’de ciddi bir siyasal temsil krizine yol açtı, siyaseti parçaladı. Halk nezdinde, özellikle de kent varoşlarındaki yoksullar içinde (asıl oy depoları da buralarıdır) hiçbir etkinlik ve saygınlığı kalmamış, Çiller ve Yılmaz türü yozlaşmış politikacılar, uluslararası ve Türkiye büyük sermayesi için artık hiçbir değer taşımıyordu. Yoksul kitleleri “temsil etmeyen” ve artık onları “çekip çevirecek” yeteneği olmayan siyasi liderler sermayenin ne işine yarayabilirdi ki? İşte bu dönemde İslami hareketin iyice liberalleşmiş yüzü olarak AKP, geniş yoksul kitleleri temsil etme niteliği ile kurulu sosyoekonomik düzene (ulusal ve uluslararası düzeyde) olağanüstü bir siyasal destek anlamına gelmektedir. Temsil ettiği kesimler açısından karşılığında talep ettiği şeyler ise yükselen sermaye kesimlerine pastadan daha fazla pay ve kamusal alanda dinin görünürlüğünün artışıdır. Bu durum ise başını ABD’nin çektiği Ortadoğu bölgesinin yeniden şekillenmesi projesi (Büyük Ortadoğu Projesi) açısından oldukça değerlidir. Bu proje soğuk savaşın bitmesi ile artık ihtiyaç kalmayan ve başı bozukluk nedeni ile tehlikeli hale gelen “radikal İslamcılığın” ve “monarşik” yönetimlerin yerine, Amerika ve emperyalist batı yanlısı “demokratik ılımlı Müslüman ülkelerden” oluşan bir Ortadoğu oluşturmayı hedeflemiştir. Amerika’nın bu projesi açısından F. Gülen/AKP çizgisi sadece Türkiye için değil diğer Müslüman ülkeler için de değerli bulunmaktadır. Çünkü bu eğilim bir yandan kendinden önceki “sağ” siyasal partiler gibi geleneksel Amerikan yanlısı tutumunu sürdürürken diğer yandan İslami kökeni itibari ile de muhalefet potansiyeli en yüksek olan yoksul halk katmanlarını kontrol edebilecek yetenekte görülmektedir.

“Müslüman Patronlar” Hükümeti ve İşçiler/Yoksullar

Bir anlamı ile Müslüman kimliği ile öne çıkan AKP’nin sermaye kesimlerinin eliyle hükümet olması yeni bir dönemi de işaret etmektedir. Çünkü kendisini ezilen kitlelerle aynı “inanç ve felsefi kimlik” içinde tanımlayan ve “adalet” vaaz eden bir parti hem de anayasayı bile tek başına değiştirecek bir çoğunlukla hükümet olmuştur. Şimdi ondan adaleti ortaya koyması bekleniyor. Fakat uluslararası ve ulusal egemen düzen için tek “adalet” yolu piyasa ve sermayenin daha faz kâr güdüsüdür. Mevcut IMF politikaları ile emekçiler ve yoksul kitleler açısından bırakın iyileşmeyi, durumun daha da kötüleşeceği açıktır. Bu durumda kitleler “Müslüman” kimlikle de olsa sermayenin sermaye olduğunu daha iyi göreceklerdir. (Zaten T. Erdoğan sermayenin yeşili beyazı olmaz demiyor mu?) Eğer birilerinin kışkırtmaya çalıştığı gibi bu durumda İslamcı-laikçi ayrışımına dayalı bir yapay bir gerginlik yaratılmaz veya hep sürdürülmek istenecek bu oyunun parçası olunmazsa işçi ve yoksul kitleler açısından yeni bir tarz siyasallaşmanın da koşulları doğabilir. Emekçi sınıfların son haklarına yönelik saldırılar, yoksullaşma ve yanı başımızdaki süre giden savaş ortamı yeni tarz mücadele ve siyasallaşmanın gerekli koşullarını yaratıyor. Ama toplumsal muhalefetin “sol” adına eski tutumları devam ederse bölgemizdeki kargaşa ortamı radikal İslamcılığı da, faşizan milliyetçiliği de yükseltebilir.

7. “İşçilerin Kendi Partisi”ne Doğru

Sendikalar ve Siyaset

Türkiye’de işçi sınıfının kuşaklar boyu yaptığı yegane birikim; var olan sendikalar, onların maddi-manevi imkanları ve işçi sınıfı taraftarı aydınların taşıdığı siyasal-ideolojik zenginliktir. Bugün sendikalar, gerek işçi sınıfının ancak çok küçük bir kesimini temsil etmeleri, gerekse bir çoğunun içinde bulunduğu bürokratik ve ahlaki çürümüşlük halleriyle fazla umut vaat etmiyorlarsa da şu kesindir ki; Türkiye’de gerçekten kitlesel bir işçi partisi olacaksa, bu sendikalarda başlayan ve/veya onların ciddi biçimde içinde yer alacakları bir sendikal-siyasal dönüşüm süreci olmaksızın gerçekleşemeyecektir. En basit olarak bilinmelidir ki “solcu müteahhitlerin” veya orta sınıf sol aydınların finanse ettiği/edeceği gerçek bir işçi partisi mümkün değildir. Bugün esas olarak sendikal bürokratların ve az da olsa sendikalı işçilerin küçük bir kesiminin hizmetinde olan maddi/manevi sendikal imkanlar, bütün işçilerin/işsizlerin hizmetine koşulmalıdır. Bu bütüne hizmet de sadece sendikal alanda kalınarak olmaz. Sendikalar ve sendikalı işçiler, ya var olanı korumaya çalışırken daha da küçülüp çürüyecekler, ya da siyasallaşıp Türkiye işçi sınıfının kendini yeniden örgütlemesinin yolunu açacaklardır.

19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında batı ülkelerinde oluşan kitlesel işçi partilerin esas olarak sendikal örgütlenmelere dayandığını ve bunun birçok ülkede halen sürdüğünü biliyoruz. Az gelişmiş ülkelerde bunun örnekleri ise son yirmi yılda kapitalizmin belirli düzeyde geliştiği başta Latin Amerika ülkeleri olmak üzere başka birçok ülkede ortaya çıktı. Bu ülkelerde işçi siyaset kabaca; başlangıçta Komünist Enternasyonal’in etkisi ile kurulan Komünist Parti’ler dönemini, bu hareketten umudunu kesen devrimciler tarafından 1960-70’lerde oluşturulan gerilla mücadeleleri dönemini ve son olarak da siyasallaşmış sendikal hareketlere bağlı/dayanan kitlesel işçi partileri dönemini yaşamakta. Bu yeni partilerin sosyalist siyasal hareketlerin büyük bir yenilgi dönemi yaşadığı yıllarda ortaya çıkması ve ülke tarihlerinde görülmemiş düzeyde işçi/emekçi ve yoksulu harekete geçirebilmiş olması, esas olarak bizzat sınıf hareketinin içinden çıkmış olmaları ve sınıfın sosyal/kültürel çeşitliliğini taşımaları ile mümkün olmuştur. Son seçimlerde Brezilya’da devlet başkanlığını kazanan Lula’nın İşçi Partisi Brezilya’da 1979-80 döneminde yükselen bir sendikal harekete dayanarak oluştu ve büyüdü. O tarihlerde Brezilya’da güçlü bir Demokrat Parti, tarihsel kökleri olan güçlü bir Komünist Partisi ve yine Türkiye’deki benzerlerinden çok daha güçlü devrimci-sosyalist siyasal grupları vardı. Brezilya İşçi Partisi’nin onlara rağmen ortaya çıkması, işçi sınıfı ve yoksullar ile sol siyaset ilişkileri açısından ilginç bir örnek oluşturur.[12] Sol siyaset ile işçi sınıfı kitlesi arasındaki temsil-katılım sorununun Türkiye gibi modernleşme sürecinde büyük bir kültürel değişim yaşamış ve dolayısıyla aydınların (sol diye anlaşılabilir) kitleler ile büyük bir kültürel yabancılaşma yaşadıkları ve yaşamak zorunda kaldıkları ülkelerde çok daha ciddi olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla her inanış ve kültürden işçileri birleştiren sendikaların kitlesel bir işçi partisinin oluşturulmasındaki rolünün Türkiye’de daha da gerekli olduğu çok açık olarak ortadadır.

“Müslüman sermaye”nin olduğu yerde “Müslüman işçi” de vardır. Doğal olarak “Müslüman sermaye”nin “sermaye” ile bütünleşme süreci “Müslüman işçi”nin de işçi ile bütünleşme sürecine zemin hazırlar, ancak bu otomatik olarak gerçekleşmez. Öncelikle işçi adına ortaya çıkan “siyasal işçi”nin, yani partinin gerçekte var olan işçilerin sosyal-kültürel çeşitlilik ve zenginliğini taşıması gerekir. Bu da kitlesel bir işçi siyaseti yaratmakta sendikal örgütlenmelerin kritik rolünü ortaya koyar.

Sendikal hareketin böylesi bir yeni işçi siyasallaşmasının zemininin oluşturabilmesi ise her şeyden önce varolan sendikal statünün radikal biçimde değişimini içeren bir mücadelenin geliştirilebilmesi ile bağlantılı olacaktır. Türkiye’deki sahte siyasal bölünmenin benzer şekilde sendikal alanda da varolması aşılması gereken engellerin başındadır. Patronların tek sendikası (TİSK) karşısına emekçiler olarak çok sayıda konfederasyon ile çıkmış bulunmaktayız. Kendine “sağcı”, “solcu”, “İslamcı” denilen sendika ve konfederasyonların tabanlarına bakarsak üyelerinin kültürel kimlik ve siyasal tutumları arasında bir fark olmadığını görürüz. O zaman bu bölünmelerin, daha fazla koltuk ve sermaye partilerinin emekçiler tabanındaki alan kavgalarından başka bir anlamı olmadığı daha da belirginleşir.

Küçük bir araştırma sadece belediye işkolunda son on yılda anlamsız “sendikal rekabet” nedeniyle en aşağı 1-1,5 milyon doların noterlere verildiğini ortaya koymaktadır. Bu harcanan para işçi sınıfınındır, sendikacıların değil. Sendikacılarımız bu kavga ile meşgulken özel sektörde sendikalı işçi sayısı 200-250 bine indi, milyonlarca işçi sendikasız, en az 5-6 milyon işçi sigortasız ve milyonlarca “işçi”, işsiz durumda. Şüphesiz ki emekçiler alanındaki yeni bir siyasallaşma dalgası aynı zamanda “tek sendika, tek konfederasyon” talebini de içeren yeni, mücadeleci bir sendikal hareket ile iç içe yürüyecektir.

“Sol”un ve “sağ”ın yeniden tanımlanması ya da ne yapmalı?

Türkiye işçi sınıfının, yoksulların ve ezilenlerin bu günkü siyasal gerçekliğini ortaya koyan şey; bütün işçi sınıfı, emekçiler ve işsizler için hayati önemi olan yeni “İş Kanunu”nun kabul edildiği Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki durumdur. Toplumumuzun ezici çoğunluğunu oluşturan işçileri, emekçileri mecliste “sol” veya “İslamcı” patron partileri safında olan bir iki eski sendika bürokratı temsil (?) etmektedir. İstanbul, İzmit, Zonguldak gibi daha birçok işçi kentini parlamentoda kim temsil ediyor diye bakmak halimizi anlamaya yeter.

Türkiye’de işçilerin ihtiyacı olan şey “en sol” olmak değildir, devletten ve sermayeden bağımsız bir işçi partisi oluşturmaktır. Buradaki en önemli nokta sermayeden ve varolan siyasal yapılardan bağımsız bir hareketin geliştirilmesidir. Siyasi toplumsal taleplerin az veya çok ileri olması veya programın devrimci-reformcu içeriğinden çok daha değerli olan şey, bağımsız, demokratik iç işleyişi olan siyasal bir sınıf hareketinin oluşturulmasıdır. Eğer gerçekten bir toplumsal mücadele oluşturmak istiyorsak bu süreçte işçi sınıfı içindeki sınıf mücadelesinden yana “sağcılar” ile “solcular”ın bir araya gelmesini sağlamak zorundayız. Yapmamız gereken şey siyasal yelpazemizdeki verili sahte “sağ/sol” ayrımını aşarak, yelpazeyi işçiler ve patronlar, yoksullar ve zenginler olarak yeniden bölmektir. Bu da “sol”un ve “sağ”ın yeniden, sahici bir toplumsal mücadele içinde tanımlanması olacaktır.

“Mazluma dini, milliyeti sorulmaz!”

Sermayenin rengi, dini ve ülkesi olmadığını biliyoruz. Daha dün birbirleriyle hırlaşıp emekçileri ve yoksul halkı birbirlerine kırdırmaya çalışan “laikçi” ve “İslamcı” TÜSİAD’cı, MÜSİAD’cı patronlar, türbanlı bir kadın görse “şeriat geliyor” diye çığlık artan medya patronları, paşalar bugün kol kola. Bu durumda sömürü düzenine karşı olan işçilere, işçi önderlerine, sendikacılara düşen görev başta sendikalar ve sendikalı işçiler içinde olmak üzere her yerde işçileri “sağcı”, “solcu”, “İslamcı”, “devrimci”, “milliyetçi” diye bölmeyen, “işçilerin kendi kitlesel birleşik partisi”nin kurulmasına ön ayak olmaktır. AKP’li işçilerin Adalet ve Kalkınma Partisi’nden, CHP’ye oy vermişlerin oradan koparak birleşmekten başka çareleri olmadığını bıkmadan anlatmak zorundayız. O partileri gerçek sahipleri olan “solcu”, “sağcı” veya “İslamcı” patronlara terk ederek ekonomik durumumuzun iyileştirilmesi, demokratik hak ve özgürlükler ve bir işçi-emekçi hükümeti amacıyla siyasal olarak birleşmekten başka bir çıkar yol olmadığını anlatmalı, sendikal imkanların bu mücadele için seferber edilebilmesinin mücadelesini vermeliyiz. Yapmamız gereken şey olabildiği ölçüde en geniş işçi-yoksul kesimi devletten ve sağlı-sollu patron partilerinden bağımsız olarak siyasal alana çıkartacak içerikte bir program etrafında mücadeleyi kurmaya çalışmak olmalıdır.

Okuduğum bir yazıda Almanya’ya işçi olarak giden Türklerin Alman toplumuna uyum sorunları konusunda bir alman yetkilinin “işçilerin gelmesini bekliyorduk, insanlar geldi” gibi bir şey söylediğini anımsıyorum. Fabrikalara ve yoksul mahallelere “proletaryayı” örgütlemeye giderken orada “insanlarla” karşılaşacağımızı unutmayalım derim.

[1] Ali Yaşar Sarıbay. Global Bir Bakışla Politik Sosyoloji. Alfa Yayınları, 2000.

[2] İdris Küçükömer, “Batılılaşma” Düzeninin Yabancılaşması. Bağlam yayınları, 1994.

[3] E. Fuat Keyman. Türkiye’de” Laiklik Sorunu”nu düşünmek: Modernite, Sekülerleşme, Demokratikleşme. Doğu Batı. Yıl: 6 Sayı: 23, s. 114-130

[4] Oliver Roy. Siyasal İslam’ın İflası. Metis Yayınları, s. 25, 26, 1994

[5] J. Petras. Neo-Liberalizme Karşı Köylü Muhalefeti. Latin Amerika:Yeni bir Devrimci Köylülük. Çeviri: Cosmopolit Dergisi.

[6] Ira M. Lapidus. İslam Toplumları Tarihi. İletişim Yayınları. Cilt 1. s. 445, 2002.

[7] Fazlur Rahman. İslam’ın İktisat İlkeleri. İslamiyat V(2002), Sayı 2. s. 139-146

[8] Ali Şeriati, İslam Ekonomisi s. 143-145

[9] Nurettin Topçu, Fikir ve Sanatta Hareket V(1970), sayı 59, s. 4-6 (Sosyalizme Karşı Koyan Kuvvetler. Aktaran; İslamiyat. Cilt 5 Sayı:2, 2002)

[10] Nurettin Topçu. Bahtiyar Belde. Fikir ve Sanatta hareket V(1970), sayı 54, s. 4-6 (Aktaran; İslamiyat. Cilt 5 Sayı:2, 2002)

[11] Tanju Tosun. Siyasette Yeniden Mevzilenmeler. Büke Yayınları. s. 308. 2003

[12] Ergun Aydınoğlu. Brezilya İşçi Partisi Deneyimi. Belge Yayınları. 1991

(17 Haziran 2004)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir