Ümit Aktaş – Siyasal Krizden Çıkışa ve Arınmaya Dair

Ümit Aktaş köşesinde sitemizdeki müslüman sosyalistler tartışması bağlamında bir değerlendirmede bulundu. Özellikle Müslüman Sosyalistler Gerçekten Müslüman Mı? yazısının kritiği üzerinden İslam’ın çağ, hakikat ve siyasetle ilişkisine temas eden bu kıymetli yazıyı iktibas ediyoruz[1].

 

 

 

Emek Ve Adalet Platformu” sitesinde bir süredir, cari siyasal durum içerisinde sorgulanmakta olan İslamcılıkkapitalizm ve sosyalizm etrafındaki tartışmalar, arınmaya dair arayışlarla birlikte sürdürülmekte.

Dolayısıyla da cemaatçi ve ulusçu içe kapanışlara ya da ırkçılaşmalara karşı eleştirel bir mesafe alınarak, özellikle kapitalizm ve faşizm tehlikeleri karşısında yeni bir tutum alınmaya çalışılmakta.

Zaman zaman benim de dahil olmaya çalıştığım bu tartışmalar, cari durumdan müspet bir biçimde çıkmanın yolları kadar, daha geniş bir çerçevede insanlık onurumuzu nasıl ayakta tutacağımızla da ilgili.


İnsan, evet, “eşref-i mahlûkat.” Ama bu kuşkusuz ki fiili bir veri değil, kuvve halinde, elde edilmesi çabalarımıza ve yönelimimize bağlı bir erek.

Öyle ki bu, yetimin hakkını korumaktan, mülteciye sığınak olmaya, çevre duyarlılığından diri diri gömülen (varlığı hesaba katılmayan) kız çocuğundan sorumluluğa değin genişleyen bir çabayı, dolayısıyla da yaşanmakta olan krizler karşısında şaşırmayacak, cemaatini değiştirse de istikametini değiştirmeyecek bir feraseti gerektirmekte.

Bu konuya dair “Platform” sitesindeki yazısında İsa Ensar şöyle demekte:

Yazacaklarımın tamamı yukarıdaki ayete (‘diri diri gömülen kız çocuğuna sorulduğunda…’) bir tefsir çabası olarak da okunabilir. Böyle okunursa yazı şereflenir. Bu şeref insan eliyle göklere çıkarılmış mushafın kutsallığından ileri gelmiyor. Dünyayı sarıp sarmalamış hakikatin, vahyin bütünleştirici gücünden ileri geliyor. Hâlbuki insan eliyle göklere çıkarılmış, kutsanmış mushaf ayırıcıdır. Hakikati böler, yönetir. Kimlikler inşa eder. 1


Benzeri bir duyarlılıkla, “Ben ayımı yerde gördüm, ne isterim gökyüzünde / Benim yüzüm yerde gerek, bana rahmet yerden yağar” diyen Yunus Emre’den beri bilmekteyiz ki Kur’an’ı gökselleştirmek, yani sözüm ona yüceltmek için ayetleri metafizikleştiren (fizik dünyanın gerçekliklerinden uzaklaştıran) bir bakış açısına karşı, ayetleri/hakikati yere indiren, kâinatın ve hayatın gerçekliği içerisinde okuyan, dahası tabiatta, toplumda dile gelen hakikate dikkat kesilen bir bakış açısı da vardır ve okumaların/yorumların yüceliği açısından bu daha kıymetli ve olumlu bir bakış açısıdır. 


“Hakikat”i temellük iddiası ise, dinlerin yorumlarını, ideolojileri ortaya çıkarır. Bu ise, sözü/vahyi yazıya/edime dönüştürmeyi, vahyi metne indirgemeyi, yerelleştirmeyi ve hatta salt bir zamana, kültüre aitleştirmeyi gerektirir.

Zira vahyin özsel bir yönü yanında, kültürel ve tarihsel yönleri de vardır ve bize düşen okuma ve anlamamızda bu farklılıkları dikkate almaktır.

Vahyin hitabı kitabın zamana ve zemine has yorumuna indirgendikçe, Hakikat de hiziplere/parçalara bölünecek, insanlığın kurtuluşuna dair iddialar ise yerini hiziplerin/siyasetlerin tahkimine dair siyasal gerçekliğe ve buna dair tartışmalara bırakacaktır.

Dünya kadar ahireti de temellüke/mülkleştirmeye yeltenen bir siyasal indirgemeciliğin amentüsü ise daraltılmış ve özelleştirilmiş bir söylemdir; ideolojidir yani.

Hakikat bir taraftadır, ideoloji ve (kimlikleşmiş) din diğer tarafta. Yakın zamanda Arif Karaçam bu konuda verimli bir ayrım yaptı. Dar anlamda İslam’ı, kimlikleşmiş/ideolojileşmiş olanı, geniş anlamda islama, hakikate doğru ‘geriletmeliyiz’ dedi… Ali Şeriati dine karşı dinden bahsederken bu ikisi arasındaki çatışmaya dikkat çekiyordu. Aynı yazıda marksizmin sosyalizme geriletilmesinden bahsedilmesi de tesadüf değildi. Yani Arif’in teklifi peygamberlerin ölümlülüğünü kabule dayanıyordu. Şayet zihinlerimizde ürettiğimiz peygamberlerin ataerkil gözetiminden; poz kesen, eksiğini kabul etmeyen, bağnaz ideolojilerden kurtulursak daha evrensel bir noktada buluşabiliriz.


İdeolojilerden kurtuluş ise ne kadar mümkün? Aslında bu iddia da yeni bir ideolojiden, dinin, inancın yeni bir yorumundan ibaret bir yönelim değil mi?

Elbette ki bu, verili ideolojilerin eleştirisi anlamında oldukça gerekli bir çaba.

Oysa biz kolektif bir çabanın peşinde olmalı, işe bir diğerinin sözünü kesmeyerek, hakikati temellük etmeyerek, mütevazıca koyulmalıyız.


Ne var ki, yorulmuş, tahrif olmuş, posası çıkarılmış söylemi yeni baştan inşa etmek, yeni ve diri bir yorum üretmek, bakış açısını ve kendini yenilemek anlamında olumlu olan bu yönelim de, giderek yeni bir ideoloji üretimi anlamına gelmeyecek mi? 

Ötekilere kapıyı aralamak, farklılıkların farkına varmak ve onlara ellerini uzatmak için tevazunun altını çizen İsa Ensar, bir yandan da İslam’ı siyasetten uzak tutmak gibi oldukça abes bir “laikçi” anlayışa tepki olarak siyasetin anlamını genişletmekte ve dolayısıyla da dinin ideolojileştirilmesine dair hassasiyetini yitirmekte.

Geniş anlamda islam’ın üzerine serilen örtüyü kaldırmaya ne kadar hevesliyse, mücadele o ölçüde siyasidir. Yani siyasi olan islamidir. İslam ve siyaset hakikati örtenlere/kâfirlere karşı mücadelenin iki farklı ismidir de denebilir.


Siyasete gönül indirmek, toplumsal sorunlarla boğuşmak bir vecibe kuşkusuz ve bu, ideoloji üretimini de zorunlu kılmakta.

İdeolojik İslam, yani bir dönemin deyişiyle “İslamcılık” ise, her kuşağın ürettiği yorumlar ve ortaya çıkan kavramsal kargaşa ile boğuşmanın, değerlerin hep yeniden değerlendirilmesinin ve de güncelleştirilmesinin zorunlu bir sonucu.

Çünkü insan kendi vaktinin çocuğu (ibnü’l vakt) ve bu anlamda asgari bir tutum olarak kendi çağının insanı olmak zorunda.

Tabii ki bu çabalar içerisinde daha fazlasını üretme, insanlığı olumlu bir çizgiye (kemâle) doğru çekme çalışmaları kadar, ümmet kavramının kozmopolitizminin cemaatçi veya ulusalcı daralmaları gibi olumsuz sonuçlar da mümkün.

Bu açıdan İslamcılık, ümmetçilik anlamındaki manasıyla siyasi karakterini yitirerek büsbütün bir milliyetçilik, hatta ezen milliyetçiliğine dönüşmüş bulunuyor.


Bu tip sapmalar veya ideolojik kirlenmeler, siyasal alana giren düşünsel tezlerin kaçınılması mümkün olmayan yozlaşmaları.

Belki de yeterince sorgulanmamış, hesaplaşılmamış bir hayatın kaçınılmaz hasılaları. Kuram ile edim arasındaki bu fark, büyük ölçüde siyasal alanda, tarihsel ve yerel planda karşılaşılan sorunların yol açtığı bir durum.

Elbette ki buna karşı direnmeli ve yorumun olumluluğunun imkânı üzerindeki çabayı diri tutmalı. Zira kavramların anlamı, siyasalın güncelliği içerisindeki çatışmalarla belirginleşmekte.

Dahası ise bu bir kuşaklar arası çatışma meselesi de. Zira önceki kuşağın İslamcılığı, büyük ölçüde II. Dünya Savaşı akabinde ortaya çıkan sömürgecilik sonrasının psikolojik ikliminde tezahür etmiş olan ve temelinde güç metafiziğini esas alan bir ideolojiler yumağı. 


Koşullar oldukça değişti oysa ve bu söylem de büyük ölçüde kirlendi. O yılların bağımsızlıkçı (savaşçı), ümmetçi (ulusalcı), güce ve iktidara ulaşmayı amaçlayan bütünlükçü bir ideolojiler kümesinin (güç metafiziğinin) yerini artık daha parçacı, çevreci, barışçı, paylaşımcı, kültürel ve toplumcu yaklaşımlar aldı.

Koşullar ise sömürgecilikten kurtuluştan onun yerini alan kapitalizme direnişe doğru evrildi. Ve hatta bu koşullara karşı direnişin kimi müttefikleri, kapitalizmi içselleştirerek doğrudan sömürücü bir pozisyona yerleşti.

Dolayısıyla da amiyane bir tabirle at izi it izine karıştı. Üstelik bütün bunlar aynı zamanda ideolojinin üretimi sürecinde gerçekleştiğinden, yeni sorunlar ve pozisyon değişimleri yeterince tartışılmaksızın ve hatta anlaşılmaksızın yaşandı ve “İslamcı” bir söylemi yedekleyen bir iktidar hışmı karşısında nasıl bir vaziyet alınacağı meselesi de durumu daha da muğlaklaştırdı.

Hele de 15 Temmuz sonrasında girilen milliyetçi ve bekacı bir söylem ile İslamcılığın ulusalcı bir ideolojiye daraltılması, sorgulamaların dozunu da ister istemez artırdı.

İşte dine karşı din çatışmasının başladığı kritik nokta, tam da burası. Ama hayat böyle; dur durak bilmeksizin sürdürülen siyasal çatışmalar içerisinde sürdürülmekte ideolojik yenilenmeler de ve üstün gelmekte olan sadece sermayenin değil, sözün de gücü. 


İsa Ensar ise gelinen bu noktayı bir ayrışma fırsatı olarak görmekte.

Kısacası, artık dindarlar için kültürel haklarla alakalı bir zulüm sisteminin cari olmadığını göz önünde bulundurarak Müslümancılığın köklü şekilde tasfiyesi gerekiyor. İslamcılık – Müslümancılık arasında ayrıma giden bir tartışma da bu anlamda mevcut. Ancak Müslümancılık bırakıldığında İslamcılığın elinde ne kalıyor…

Doğrusu bütün İslamcıları işaret edebilecek Müslümancılık/ümmetçilik harici bir ideolojik zemin mevcut gözükmüyor. Ama bunun çözümü islam ile siyaset arasına mesafe koymak değildir.

Çünkü kaldırımdaki çöpten siyasal İslam’ı suçlayan kolaycı kibre karşın, yazının başında belirttiğim üzere siyasal olan islamidir. Kendimize bir isim değil bir mücadele zemini aradığımız için de artık hesaplaşılması/başvurulması gereken de İslamcılık değil islam’ın kendisidir.


Arınma sorunu, geçmişle olduğu kadar verili kültürle de hesaplaşan ve ayrışan bir tutum olarak, aslında nebevi geleneğin bir parçası.

Her resul de yaklaşık aynı sorunlarla yüzleşti ve kendilerini hak yolda gören verili toplumun aldanmışlarına, dahası zalimlere karşı yeni bir uyarının diriltici dilini, Tanrı’nın soluğunu üfledi.

Elbette ki sadece sözden ibaret değildi bu edimsel çaba. Kitabın yanında hikmet de vardı; yani stratejik/pratik bir akıl.

Vahyin bütünleştirici ideali ise, hak ile batılı, dolayısıyla da ister istemez toplumu ayrıştırmakla işe başladı.

Hakikatin cari şartlardaki çağrısı, bu verili gerçekliği parçalamakla sonuçlanan bir karşı(t)laşmalar kadar anlaş(ıl)mazlıklarla da maluldür.

Düşmanlık meselesi ise büyük ölçüde bir egemenlik ve iktidar sorunuyla bağlantılıdır kuşkusuz ve müstekbirlerin kibrinin sert duvarında parçalanan bu çaba, özündeki siyasal yön gökselleştirilen bir din dilinin mistifikasyonu içerisinde gizlenerek görmezlikten gelinen bir söylemle de maluldür.

Bu meyanda kendilerini müminler cephesinin söylemiyle tahkim eden şer cephesinin mustazaflara tebelleş olan zulmü/iktidarı, dolayısıyla da bu iktidarın temellük ettiği bir din dili karşısında tevhidi söylemin (vahyin) anlaşılamazlığı, zihinler kadar edimlerin kirlenmişliği ile de ilgilidir.

Öyle ki bu kirlenmişlik, vahiy/resul sonrasında, cari örfün derinlerine nüfuz etmiş bir kıdemlilik/otantiklik edasıyla, sözgelimi milliyetçilikle veya sermayedarlıkla da sarmallanarak hakkı batılla karıştıracak ve zulüm/batıl yeniden hükümferma olacaktır.

Belki “ırmağı geçerken bir avuç suyla yetinen” o azın azı “sabikun” (öncüler, Hakikat’e yönelmiş olanlar) dışında, hiç kimse bu ellerimizde tutamadığımız hayatın ve yitirilenlerin farkına bile varmayacaktır.

Günümüzde ise insanlığın önündeki sorunlar oldukça farklılaştı. Artık doğrudan putperestliğin, sömürgeciliğin veya diktatorya sorununun karşısında değiliz.

Buna karşılık içselleştirilmiş bir fetişizm ve kapitalizm kadar, demokratikleştirilmiş bir zorbalıkla da yüz yüzeyiz.

Kapitalizmin yahut ataerkinin yıkıcılığının, doğayı insanı tahrip etmesinin, piyasa ahlakının karşısında bir dünya hayali; hem politik-dünyevi hem islamidir. İnsanlığın böyle bir canavara karşı hem düşünüş hem eyleyişinin bir birikimini ifade eden sosyalist veya feminist mücadelelerle İslam’ın ortaklaşması, benzer manalara gelebilmesi, birbirlerine indirgenmemesi ama sağlıklı bir bütünleşme sağlaması kadar doğal bir şey olamaz.

Bu iddiaya karşılık ‘Müslümanlık bize yeter’ refleksi hakikat temellük edici/kimlikçi bir tutuma denk düşer. Geniş anlamda islam’ı/müslümanlığı temellük eden, Allah’ın kullarının hikâyesini ortak görmeyen, bir başka açıdan kendi üstünlük iddiası ile tevhidi bozan ve tevhid gereği mücadele edilmesi gereken bir kibirlenme haline işaret eder.


Hakikat, seslenişinin özgünlüğüyle kavranamadığı sürece elbette ki ayrıştırıcıdır. Bu ise sadece bir izansızlık sorunu olmayıp, bir çıkar ve cepheleşme sorunudur da.

Emaneti/sorumluluğu üstlenmeyenlerin bir kısmı cahilse, bir kısmı da zalimdir. (Ahzab 72) Dolayısıyla tevhid, safdil bir bütünlükçülük olmayıp, hayatın özündeki birliği kavramak yanında, bu birliğin toplumsal karşılığını da dikkate alan ve buradaki adaleti ikame eden bir kayıtla/kavramla da bağlı(sınırlı)dır.

Kavramlar ise soyut gerçeklikler olmayıp, her koşulda ve her mücadele biçiminde yenilenmesi, içeriklendirilmesi, önceliklerinin yeniden belirlenmesi gereken anlaşma araçlarıdır.

Tevhid, müslüman için; ataerkiye, devlete yahut kapitalizme karşı mücadelenin güçlü zeminidir. Yani müslümanlık bu açıdan kendi politik zeminini hep arayan, tükenmeyen bir hakikati imliyor. Sosyalistlik ise tarihsel koşullara, zulüm sistemlerine bir çare arayışın; dünyadaki yalnızlığımızdan kurtulmanın; cemaatçi çareler aramanın; dayanışmanın serüveni. Ne çelişikler ne de başka alanların konuları…

İslam ve siyaset gibi müslümanlık ve sosyalistlik de tam olarak aynı şeyi ifade etmeyen ama çokça eşanlamlı şeyler. Bu ikisinin yan yana koyulmasında değil, koyulamamasında problemi aramak gerekiyor…

Ve hakikati temellük etme kibrinden arınmış, insanlığın bir parçası olmuş, ehli kitaplığı ile barışmış bir müslümanlık, yalnızca bu müslümanlıkla sosyalizmi yan yana getirmiyor; aynı zamanda müslüman için bir itikadi temizlenme de öneriyor.


İsa Ensar’ın sözleri burada bitiyor ama sözün, konuşmanın, anla(ş)ma çabasının sonu gelmiyor. Ne iman ne de ideolojiler tahkikten ve eleştiriden vareste.

Kendimizi sürekli sorgulamak, yenilemek, arındırmaya çalışmak, dostlarımızı ve düşmanlarımızı sürekli yenilenen bir tahkikle ayırt etmek, dar anlamda hakikatle ve geniş anlamda kitap ehliyle “bir”leşmekle mükellefiz.

Kendi haline bırakılarak yenilenmeyen, tazelenmeyen tüm düşünceler ve inanışlar kadar cepheler de kirlenmekle maluldür.

Kitapların yol göstericiliği bizim iyi niyetimizle, yönelimimizle, anlama ve arınma çabalarımızla kayıtlıdır. İman kadar insaniyet de, teknolojik veya bilgisel birikimler gibi bir kere kazanılıp da bir kenara konulamamakta.

O nedenle bilgi ve teknoloji açılarından bir ilerleyiş ve birikim söz konusu olsa da, iman, düşünce, estetik, ahlak veya insaniyet açısından, bir kez kazanıldığında güvenceye bağlanan bir evrim veya ilerleme söz konusu değil.

Emanetin/sorumluluğun sürekli bir tahkikle test edilmesi ve hep yeniden kazanılması (temellükü) gibi bir gerçeklik ve yükümlülük ifa edilmiş olsaydı, “yeryüzünde kanlar döküp fesat çıkaran” beşeriyetin emanete ehil bulunmasına şerh düşen meleklerin diliyle zuhur eden bir uyarıya rağmen, “sapandan atom bombasına doğru ilerleyen” beşeriyet, onca kazanımından sonra adeta insanlığından rücu edercesine ve Allah kadar aydınlanmacı filozofları da mahcup bırakırcasına, tarihin en kanlı savaşını geçtiğimiz yüzyılda yapar mıydı? 

 

 

1. İsa Ensar, “Müslüman Sosyalistler Gerçekten Müslüman Mı?”, Emek Ve Adalet Platformu sitesi. 11 Mayıs 2022.
İsa Ensar’ın kullanılan kavramlarla ilgili bir notu da bulunmakta: “Bu yazı boyunca ‘İslam’ kelimelerinin bir kısmının baş harfini büyük bir kısmını küçük yazdım. Bu bilinçli bir tercihti. Baş harfini büyük yazdıklarım daha çok kurumsallaşmış olan dar anlamda İslam’ı işaret ederken küçük harfle başlayanlar ise daha geniş olan islamı çağrıştıranlardır. Bazen iki anlamın birbirinden tam ayrılamadığı yerler oldu, buralarda hangisine yakınsıyorsa onu tercih ettim… Aynı durum ‘Müslümanlık’ kelimesinin baş harfinde de geçerli. Büyük harfle başlayanlar kültürel Müslümanları, küçük harfle başlayanlar ise daha çok hanif manasına yakın anlamıyla müslümanı ifade ediyor.”
  


 

 

 

[1] https://www.independentturkish.com/node/511151/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/siyasal-krizden-%C3%A7%C4%B1k%C4%B1%C5%9Fa-ve-ar%C4%B1nmaya-dair

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir