Öğretmen ve Mesleği Dolayısıyla İki Soru

KAMİL YILDIZ

Bu yazı güncel eğitim tartışmalarında gözden kaçan (kaçması muhtemel) iki soruyu dile getirmeyi ve bu soruların doğruluğunu soruşturmayı içeriyor.

İnsanın bilgiyle ilişkisi zorunlu olduğu kadar merakın itici gücüyle şekillenir (“Bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler”[i]). Belirli bir kültür ortamında doğarız, toplumsallaşarak varlığımızı korur ve sürdürürüz. Bu toplumsallaşma süreci, içinde birçok zıtlığı, çatışmayı barındırır. Hayat karşısında, nasıl eyleyeceğimizi bilme çabamız, varlığımıza ilişkin temel soruların sürekliliği, korku, umutsuzluk duyguları karşısında birbirimizle olan ilişkimiz bize hayat sunarken, bu temel soruların karşısında güvenli bir zemini de kurar. İnsan, “ölümü-aşmaya-yönelik-hayatla-donanmış-varlık”[ii] tır. Salt yaşamanın, kültürle, bilgiyle, düşünceyle birleşmiş biçimi demek olan hayatın yüksekliği toplum ortamındaki bireylerin eğitim ve yeterlilikleriyle sağlanabilir.

İnsanların belli bir yeterlilik ve güçlülük durumlarında kendilerini gerçekleştirebildiklerini, varlık imkânlarını[iii] ortaya koyabilmelerinin bu şekilde mümkün olduğunu kabul edebiliriz. Demek istediğimiz, insanın kendine ve başkalarına karşı iradesi ne denli güçlüyse o oranda özgürce eyleyebilir. Kişiler arası mesafede kişilik vardır ve bu mesafe kişiliği korur. Kişilik, insanın kendine hükmedebilmesi, toplumsallaşma sürecinde gelişir. Kişinin belirli sınırlara çarpması, onları yıkma ya da daha doğru biçimiyle aşarak yıkması söz konusudur kişiliğin oluşmasında. Bu otoriteye karşı olumsuz duyguları da içerir. Çünkü insan, eğer içgüdüleri yozlaşmamışsa, kendi biricikliğini muhafaza etmeye yönelik bir iştihaya sahiptir. Hayatın farklılıklar üzerinde yükseldiğini, farklılıkların hayatın kaynağı olduğunu kabul ettiğimizde, farklılığı (burada özellikle kişi değerlerini) muhafazadaki gücün, iradenin zayıflamasına yozlaşma diyebiliriz. Yozlaşma kişi imkânlarının azalması, değer yitirmesiyle başlar, toplumun genel güçsüzlüğü, yetersizliği, iş göremezliği ve giderek bağımsız eyleyemez oluşuyla sonuçlanır. Dolayısıyla kişi eğitimi, kişi değerlerinin gözetilmesi, insanlar arası ilişkinin insan değerlerine göre yükseltilmesi birincil hedef ve temel sorumluluklardandır.

Buraya kadar özetle geçtiğimiz temel durum üzerinde, zorunluluklar ve bunları yerine getirmedeki sorumlulukların nasıl gerçekleştirileceği meselesi duruyor. Bu sorumlulukların yerine getirilmesinde şimdilik, asıl konumuza yaklaşmak için aile, toplumsal ilişkiler/çevre ve okul olarak sınırlandırdığımız üç önemli unsurun kişi üzerinde bir yük/ağırlık ve sınır koyucu bir vasfa sahip olduğunu söyleyebiliriz. Zaten tartışma konularından birisi budur. Öyleyse birinci sorumuz şu şekilde dile getirilebilir:

Kişi değerlerini yok saymayan, kişi özgürlüğünü arttıran, çoğaltan ve güçlü bir kişiliğin ortaya çıkabileceği bir eğitim ortamı nasıl kurulabilir?

II

Okulu düşündüğümüzde en önemli iki unsur öğretmen ve öğrencidir. Öğretmenin öğrenciyle ilişkisi konumuz bakımından daha özellikli bir konuma sahip. Burada öncelikle kimi eserlere başvurarak öğretmenin düşünce ve edebiyat dünyasındaki izdüşümüne bakmaya çalışacağız. İlki kendi edebiyatımızdan olacak. Sami Paşazade Sezai Konak[iv] isimli yarım kalmış pek bilinmeyen romanında, mektebi zindana, ilerlemenin önünü zincirlerle kesen bir hapishane benzetiyor. Mektepte, okutanlarla okuyanlar, ne okuduklarını ne de birbirlerini anlıyor. Ahlaka aykırılık bir tarafa, öğrencinin en ufak görgü hatası dayakla cezalandırıldığı için, eğitim ve çevrenin sonucunda talebede ahlak ve intizam bir vicdan olması gerekirken, aksine korku ve yıldırmayla yapılan eğitimin çocuğun doğasında sarsıcı sonuçlar doğurduğundan söz ediyor. Edebi öfkesiyle ve kendine özgü üslubuyla Thomas Bernhard ise, daha da sertleşerek öğretmenleri Eski Ustalar[v] isimli kitabında pek anlayışsız, bilgisiz ve yaşamın, varoluşun tüm canlılığını yok ediciler, engelleyiciler olarak anlatır. Onlar, sanattan anlamaz ve anlamadıkları halde sınıflarıyla müzelere giderler, çocuklardaki tüm merakı gereksiz araya girişleriyle mahvederler, bu her öğrencinin müzeye son gidişidir aynı zamanda. Son olarak, bunlara Soseki Natsume’nin Küçük Bey[vi]ini katabiliriz. Bu defa roman kahramanı bir öğretmendir, onun gözüyle öğretmenden beklenenlerin çokluğu mizahi bir dille anlatılır, ancak işin ciddiyeti içinde bu baştan savmacı tavır, meseleyi kara mizaha çevirmektedir. Henüz göreve yeni başlamış bir öğretmene okul müdürü bir öğretmenin nasıl olması ve nasıl davranması gerektiğini uzun uzun anlatır, müdürün tasvirinde öğretmen; erdemli ve tam bir örnek, yüce şahsiyetli bir kimsedir. Kahramanımız kendisinin böyle bir öğretmen olmadığını, zaten böylesi yüce bir insan olmuş olsaydı bu tenha köye gelip öğretmenlik yapmayacağını düşünür, istifa etmeyi ve geri dönmeyi de düşünür. Ancak yeterli parası olmadığı için, yalancılıktan da nefret ettiği için müdürle konuşmaya karar verir:

“Müdür Bey istediklerinizi yapmam imkânsız. Lütfen bu belgeyi geri alın.” Bunun üzerine müdür apışıp kaldı. Porsuk gözlerini iri iri açarak bana birkaç saniye baktıktan sonra, yalnızca ideal olanı dile getirdiğini, bunları yapmanın herkes için zor olacağını, bu konuda kaygılanmamam gerektiğini söyledi. Sonra da güldü. Madem bunu biliyordu, öyleyse niye beni tehdit edercesine, yapamayacağım şeyleri yapmamı istemişti acaba?

Bizde şairler ve yazarlar, entelektüeller ders kitaplarından okul öğretmenlerine kadar pek çok şeyi beğenmez, yetersiz de görürler. Eğer bir bilginin yanlışlığı gösterilecekse “Sizin o söylediğiniz sadece okullarda anlatılır.” ya da “Siz ders kitaplarına ne bakıyorsunuz.” yollu sözler sarf edilir. Okulu hafife almak, öğretmene güvenmemek uzun zamandır gündelik konuşmalarımızda ve yaşamımızda yer alıyor. Yukarıdaki örnekler, yirminci yüzyıl başları olmalarına rağmen bugünkü durumun benzerini sergilemeleri bakımından ilginçtir. İşin doğasında değişmeyen bir şeyler var ve biz bunu çok iyi değerlendirmeliyiz. Bu karşı çıkışların, olumsuz ele alışların çok kere ya nitelik ya da özgürlük/bireyin yaratıcılığı etrafında temel gerekçelerini haklı olarak ortaya koyduklarını görebiliriz. Fakat sonuçların sebeplerle karıştırılmaması gerekmektedir. Temel eğitim ile yüksek öğrenimin kendine özgü yapılarının da ihmal edilmemesi gerekiyor. Temel eğitim hazırlayıcı ve araçsal olanın bilgisini kazandırır, ancak bu hazırlık ve araçlarla bir iş yaptığınızda bunları, araçlarınızı, hatırlamazsınız bile, onları unutursunuz, çünkü sizde bunlar birer meleke olmuştur ve doğallıkla kullanılabilmektedirler. Araç ne zaman hatırlanır ve can sıkıcı olur? Arızalandığında ve işe yaramadığında.[vii] Demek ki önce temel eğitimin belli koşulları yerine getirmiş olması, bunu sağlayabilmesi için de ciddiyetle ele alınması gerekmektedir. “Okulda öğrendiklerim hiçbir işime yaramadı” sözü, öğrenmeye çalıştığım ve öğretilmeye çalışılan ‘araç’ işlemiyor, arızalı anlamına geliyor çok kere. Eleştirilerin bir kısmı da bundan kaynaklanıyor.

Düşünülmesi gerekenlerden biri şudur: Öğretmenlik nedir? Hangi özelliklere sahiptir? Kutsal bir meslek yahut “kutsal bir terslik” midir? Ve nihayet öğretmen rasyonel bir otorite olarak kabul edilebilir mi? Bunları düşünerek, bazı alışkanlıklarımız ile bugünkü dünyanın kendine özgü yapısını (büyük sermayeci/kapitalist yönünü) ve bunun talep ettiği insan tipini ele almamız gerekiyor. Önce alışkanlıklarımızla başlayalım. Felsefe ve edebiyattan olacak örneklerimiz. Edebiyatımızda eleştirinin istenen sağlamlık ve olgunlukta gelişmemiş olması tartışılmıştır. Elbette bunun birçok sebebi vardır, ancak bizde bu yetersizlik üzerine yapılan yorumlar öğreticidir. Yazarlar, şairler kendileriyle yapılan söyleşilerde sıklıkla eleştirmeni ve bu eleştirme işini küçüksemişler, hafife almışlardır. İyi bir eleştiri sahayı iyi bilmekten, derinlikli düşünmekten ve kavramsallaştırmalardan doğan zor ve zahmetli bir iştir; bunun ortaya çıkması ne kadar güçse, sürekli bir şekilde elinden geleni yapmaya çalışanların ihmali, görmezden gelinmesi ve hafife alınması bizde eleştirinin gelişmesini engellemiştir. Şiirse şiir elbette önemlidir, öyküyse öykü elbette önemlidir, ancak tam da bir sanatçının aynı zamanda filozof da olması gerektiği bir çağda, eleştiriye bakışımızda bir sorun var. Buna ve daha sonra ele alacağımız örneğe de bağlı olarak, bizde değerlendirmelerin ya bir çıkar için ya bir ilişkiyi sürdürme uğruna çok kere yolundan saptığı da bir vakıadır. Kısacası kötü alışkanlıklar, birbirimizi cesaretlendirmemek, birbirimizin karşılıklı olarak özgürlüğünü budamaktır. Eğer çıkar ve ilişki hatırına değerlendirmeler yapılmasını istiyorsak, her alanda kendimizi kandırmanın yolunu tutuyoruz demektir. Diğer kötü alışkanlığımızı Ömer Naci Soykan’ın Bir Anarşistin Seyir Defteri[viii]ini anarak belirteceğiz. Kitapta yazar, haklı ve yerinde olarak birçok kötü alışkanlığımıza değiniyor zaten. Kitabın bir yerinde, anarşist için en uygun ülkenin Almanya olduğundan, bu düzenli ve katı suratlı ülkenin yıkılabilecek birçok otoritesi olduğundan, Kant ve Heidegger gibi filozoflarından söz ediyor, ancak onları yıkmak Türk felsefecisinin işi olmadığı ve bunun bir yarar/tatmin sağlamayacağını belirttikten sonra Türkiye’ye yüzünü çeviriyor; fakat burada, bu ülkede yıkılabilecek, yani sağlam bir otoritenin olmadığını söylüyor. Gayet de doğrudur bu, çünkü kötü alışkanlıklarımızdan biri de budur ve bizde kimse işinde otorite olmak için çabalamaz, başkaları da muhtemelen aynı yolu tutmuştur ve böylelikle eleştirilecek dünya kadar bahis çıkar bize. Aslında tartışıp durduğumuz çoğu meselede işi derinleştirmemenin, doğru düzgün yapmamanın, belki de hiçbir şey yapmamanın ağır yükü vardır ve bu bizi fazlasıyla geveze yapmaktadır. Çok konuşarak vicdanımızdan, özgürlüğümüzden, dolayısıyla sorumluluktan kaçmanın, sürekli kaçmanın yolunu tutuyoruz. Ne yazık ki kısır döngünün dışına çıkacak cesareti de göstermiyoruz.

Şimdi bunlar ve anmadığımız kötü alışkanlıklarımızı hesaba katmadan öğretmen üzerine yürütülen tartışmaları değerlendiremeyiz. Öğretmenlerin yetenek ve yeterliliği toplumdaki genel düşüşle, toplumda hangi değerlerin öne çıkarıldığıyla, nelerin alkışlandığı ve nelerin kargışlandığıyla/yuhalandığıyla doğrudan doğruya bağlantılıdır. Biz bu yazıyı iki temel soruna/soruya hasretmeyi planladığımız için kimi betimlemelerle yetinerek öğretmen ile öğrenci ilişkisine geçmek istiyoruz. Acaba öğretmen rasyonel otorite olarak kabul ediliyor mu ve kabul edilmeli midir? Modern düşünce otorite karşıtıdır, fakat daha çok iktidara duyulan öfkeyi dile getirir bu ve biz bir ayrım yapmak zorundayız: Sermayenin, iş ve ticaret dünyası ile siyaset dünyasının iktidarının yanına ya da daha doğru biçimiyle temeline kültürden, bilgiden doğan otoriteyi koyabiliriz. Çünkü budur toplumun esas dayanak noktasını kuracak ve sürdürecek olan. Bu bağlamda okulu (özellikle konumuz olduğu için) ele aldığımızda öğretmenin yerini bu otoriteye (kültüre, bilgiye) bağlı olarak görmemiz gerektiği anlaşılır.

Öğrencilerin en temel becerilerini anlama (okuduğunu ve dinlediği) ve anlatma (sözlü ve yazılı) oluşturur. Özellikle Türkçe dersleri bu amacı gerçekleştirmeyi üstlenir. Teknolojik ilerleme ne olursa olsun yine okumak, dinlemek üzerinden bilgilerimizi elde ediyoruz. Özellikle dille irtibatın zayıflaması bizi yurtsuzlaştıracağı ve güçsüz kılacağı için en temelde kazandırılması gereken beceriler bunlardır. Yazımızı her derse ait örneklere boğmamak için Türkçe dersiyle yetiniyoruz. Şimdi de içeriği, kazandırılması gereken becerileri bunlar olan bir dersin en iyi hangi koşulda sağlanacağını soruşturalım. Öğretmen ile öğrenci derslik/sınıf dediğimiz ortamda, belirli bir süre için bir araya geliyorlar. Öğrencinin öğrenme işini üstlendiği, ders için hazır bulunuşluk, isteklilik ve yeterlilik gibi özellikleri edinmiş olduğu, önceki öğrenmelerde bu becerilerin kazandırıldığı düşünülüyor. Öğretme işini üstlenen, öğrenme sürecine rehberlik eden öğretmenler, öğrenci algılarının farklılığı dolayısıyla, belli yaş grubunda algının ne sürede uyanık kaldığını da hesaba katarak dersi farklı tekniklerle, öğrenci dikkatlerini de uyanık tutacak biçimde sunuyor/öğrencileri yönlendiriyorlar. Hiçbir sorunun ortaya çıkmadığı bu durumun böylece ortaya konması, sınıf ortamını bu denli kolay görmek bizi fazlasıyla yanıltmaktadır. Ders ne olursa olsun eğer öğretmen ile öğrenci arasında iletişim yoksa/sahih bir konuşma gerçekleşmiyorsa ortada ders yoktur.

Açıkça kabul edilmelidir ki bugün okullarımızın çoğunda öğrenci ile öğretmen konuş(a)mamaktadır. Öğrenci ile öğretmen arasında iyi düzenlenmemiş, iyi başlatılmamış bir süreç işlemektedir. Bu nokta asla gözden kaçırılmamalı, öğretmenlerin beceriksizliğine çabucak bağlanmamalıdır. Mevcut sınıflarda ortaya çıkan sorunların çokluğu ve bunlara ilişkin çözümsüzlük düşünülenden çok daha fazladır. Ders ortamları elbette her ders için farklılaştırılabilir, ders, çoğu vakit görev bilinciyle yapılan bir şey olduğu -en azından öğrenci kimi zaman sevmese de görev bilinciyle öğrenme işini üstlenmelidir- için doğası gereği sıkıcıdır. Üstelik öğretmenler de pek sevimli kişiler değildir öğrencilerin gözünde ve bu gittikçe de artmaktadır çünkü gittikçe okulda daha çok vakit geçirdikleri halde daha az öğreniyorlar. Burada karşılıklı olarak birbirini yıpratan ilişkiler söz konusudur; okul idaresi-öğretmen-öğrenci arasındaki ilişkiden söz ediyoruz. İyi düzenlenmiş ders ortamlarında, öğretmeni sınıfla ve öğrenciyle nitelikli bir şekilde buluşturmayı başarmak gerekiyor. Ancak araya giren ek işleri, bu ilişkinin niteliğini düşürecek görevlendirmelerin neler olduğunu da açıkça konuşmak gerekiyor. Şunu söylemek doğru olur: İyi düzenlenmiş ders ortamında ve mümkün olduğunca dersiyle baş başa bırakıldığında öğretmen daha verimli olacaktır. Eğitim zor ve ciddi bir iştir, dolayısıyla okulun yapacağı -ne kadar iyi ve nitelikli olursa o kadar işe yaracak sosyal etkinlikler, birtakım şenlik ve eğlenceli gösteriler dışında- dersin eğlence olmadığı, görev bilinciyle yerine getirilmesi gerektiği unutulmamalıdır. Okulların bu tür sosyal etkinliklerde zamanlama ve planlamayı yapmakta yetkilendirmeden kaynaklanan sorunları konuşulmalıdır. Okul yönetimlerinin kimi haftalar için kendi takvimlerini oluşturmaları sağlanmalıdır. Özellikle okulların ilk haftası ile bahar dönemleri bu şekilde değerlendirilebilir. İyi bir başlangıç öğrenci üzerinde etkili ve motive edici olacaktır. Fazlaca pratik önerilere dalmadan ikinci sorumuzu, öğrenci öğretmen ilişkisi üzerinden formüle etmeye çalışalım. Öğrenme ihtiyaçları/becerileri bakımından öğrenci merkezli, fakat süreci yönlendirme/yönetme bakımından öğretmenin rasyonel otoritesine tâbi ders ortamını kurmak gerekiyor. Bunu nasıl sağlayabiliriz? Temel çatışma ve tartışmada ortaya çıkan, öğrencinin öğretmen tarafından disiplin altında tutulduğu, bunun aşırıya vardırıldığı yönünde.  Tam da burada, yanlış anlaşılmalara yol açacağını göz önüne alarak şu temel soruyu sormalı:

Öğretmenin öğrenciye katlanmak zorunda kaldığı bir ders ortamında eğitim-öğretim ne düzeyde gerçekleşir?

İfade edilişiyle kulağa pek sert ve uygunsuz “katlanma” sözcüğüne burada olumsuz bir anlam yüklenmemelidir. Çünkü temel eğitim disiplinli (belli bir biçime, düzenli ve planlı) bir yapıya sahiptir. Başlangıçta görev/ödev ağırlıklı, yönlendirmelerin çoğunlukta olduğu bir süreçtir eğitim. Kişi böylelilikle iç disiplini kazanır, iradesini güçlendirir. Ayrıca burada öğretmen ve öğrencinin en iyi koşulda bir araya nasıl getirileceğidir mesele. Gözlemlerimiz ve mevcut durum, sınıf ortamının ve bu ortamdaki sorunların yeterince dikkate alınmadığını gösteriyor. Temel sorunlardan biri öğretmenin bilgiye dayalı otoritesinin gittikçe çözünüyor olmasıdır. Bu nasıl önlenebilir? İlk soruyla da ilişkili bir biçimde kimi öneri ve gözlemlerimizi kısa pasajlar halinde sunuyoruz:

  1. Günümüz toplumunda bireylerin gittikçe daha çok şeyden haberdar olmaları, daha çok şeyi biliyor görünmeleri, onları daha anlayışlı ve kavrayışlı kişiler yapmamaktadır. Küçük sorunlar karşısında bile depresyona düşüşlerin artması; can sıkıntılarının, satın almak, tüketmek ve sahip olmakla gidermek yoluna başvurulması tüm kişisel yaratıcılıkları öldürmekte, insanları belli davranış kalıpları içine hapsetmektedir. Toplum giderek güçsüzleşmektedir, artan hız ve telaş bizi yanıltmamalıdır çünkü bireyler zayıf bir şekilde yetişiyor, güçlü bir irade edinerek değil.
  2. Güçlü ve yaratıcı insanlar, sağlam kurumsal yapılarda; disiplinli ve ciddi ortamlarda yetişebilir. Okulların da güçlü kurumlar olmaları, toplumsal yaşama entelektüel katkıda bulunmaları gerekir.
  3. Her şeyden önce hiçbir kurum aşırı tepkiler[ix] üzerine kurulmaz. Kurumlar telaşla çalışan yapılar da değildir. Telaş, acelecilik ve geçiştirmeye neden olur. Kurumsal saygınlık, nitelikteki artış, ilişkilerdeki mesafe, iyi örgütleniş, küçük düşürücü olmayan görev tanımlamaları ile sağlanabilir. Okullarda en çok dikkat edilmesi gerekenleri sıralıyoruz. Tüm bunlar sorumluluklara koşut yetkilendirmelerle olur.
  4. Öğretmenlerin ilk birkaç yıldan sonra yetkinlik kazanması da bu kurumsallaşmaya bağlıdır, ancak bugün ilk birkaç yıllık dönemden sonra tersine bir süreç işlemekte, öğretmenin mevcut yetenek ve yeterliliği de törpülenmektedir.
  5. Toplumda ebeveyn-çocuk, öğretmen-öğrenci gibi belli rol tanımlarında ihmal edilen “baba” ya da “anne” ile çocuk arasındaki ilişkinin “arkadaşlık” ilişkisi olmadığıdır. Bunun gibi öğretmen de öğrencisinin arkadaşı değildir ve arada süreklice korunması gereken bir mesafe vardır/olmalıdır. Büyüklerin yetişkin olmak istemedikleri, yetişkin sorumluluklarından kaçtığı bir toplumda yukardan aşağı ya da aşağıdan yukarı doğru tüm rol ilişkilerinde yıpratıcı, gelişmenin önünü kesici bir mesafe kaybı yaşanır ve bu da bireyleri daha güçlü yapmaz, aksine daha kayıtsız ve güçsüz kılar.
  6. Eğitim kurumları gündelik yaşamın telaşından, pazarlama ve tüketim ilişkilerinden korunmalıdır. Özellikle temel eğitimin mutlaka bu ilişkilerden korunması gerekmektedir. Kaliteli bir eğitim ortamında standart başarı ve becerilerin ne düzeyde kazandırıldığına, dürüst, ahlaklı ve irade gücüne sahip bireylerin yetişip yetişmediğine bakılmalıdır.

Yazımızda dışta tuttuğumuz meseleler olmakla birlikte, küçük görüldüğü için önemini yeterince kavrayamadığımız temel bazı düzenlemelerin ihmal edilmemesi için yukarıda özgürlük ve otorite ile öğretmen ve öğrenci ilişkisi başta olmak üzere iki soru etrafında düşüncelerimizi sunmak istedik. Tüm bunların; acele etmeden, titizce ve gerçek, sahici temeller üzerinde tartışılması gerektiğini vurgulamak, şimdiki tartışma sürecine öğretmenlerin de katılması gerektiğini belirtmek istiyoruz.

 


[i] Aristoteles, Metafizik, çev. Prof. Dr. Ahmet Arslan, Sosyal Yayınları, İstanbul 1996. (Metafizik’in ünlü açılış cümlesi)

[ii] Ş. Teoman Duralı, Sorun Nedir, Dergâh Yayınları, İstanbul 2011. (Bu yazıda geçen “yaşam” ve “hayat” kavramları büyük oranda bu kitaba ve ayrıca aynı yazarın Dergah yayınlarından çıkan Omurgasızlaştırılmış Türklük isimli kitabına dayanmaktadır.)

[iii] Bu kavram ve yazıda kullandığımız “insan değerleri” “kişi değerleri” gibi kavramlar, meselenin etik yönü özellikle İonna Kuçuradi’nin İnsan ve Değerleri (Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara 1998) ile Etik (Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara 2003) isimli eserlerine dayanmaktadır.

[iv] Sami Paşazade Sezai, Bütün Eserleri 1, Haz. Zeynep Kerman, TDK yayınları, Ankara 2003. Özellikle 83-87. sayfalar arasında.

[v]Thomas Bernhard, Eski Ustalar, s.27 vd., çev. Sezer Duru, YKY, İstanbul 2006.

[vi] Soseki Natsume, Küçük Bey, s.35-36, Türkçesi Mariko Erdoğan – Hüseyin Özkaya, Oğlak yayınları, İstanbul 2003.

[vii] Martin Heidegger’in “araç” hakkındaki söylediklerini hatırlayarak.

[viii] Ömer Naci Soykan, Bir Anarşistin Seyir Defteri, Kaos yayınları, İstanbul 1998.

[ix] “Bir kurum asla ve hiçbir zaman bir aşırı tepki üzerine kurulmaz…” ve “[kurum] itaat ettirmeyi bilen bir vurguya sahip[tir.]” Friedrich Nietzsche, Putların Batışı ya da Çekiçle Nasıl Felsefe Yapılır, çev. Mustafa Tüzel, İthaki yayınları, İstanbul 2005. (Nietzsche “Modernliğin Eleştirisi” başlıklı bölümde evlilik kurumunu değerlendirirken bu ifadeleri kullanıyor biz genelleştirmiş olduk.)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir