Schmitt’te Politik Olanın Öznesi: Partizan Kavramı

HÜMEYRA OKUYAN

“Kendisini düşmana savuran bir yürek

Her halis, riyasız insanın hüznüdür bu

Sonu gelmeyen bir tartışmanın sonrasında

Soğumuş kakaodan bir yudum aldığımda

Onun hafif kekremsi tadında

Duyumsuyorum teröristin derin hüznünü”

Ishikawa Takuboku*[1]

Bazı düşünürler vardır; nasıl yaşadıkları, hangi tarafta oldukları, neye inandıkları, ne ortaya koydukları sorusundan daima daha fazla tartışılır. Ürettiği düşünceler değil; toplum ve tarih tarafından nasıl alımlandığı sorusu o kişiye dair bir gündem yaratır; işte Carl Schmitt o isimlerden birisidir.

Carl Schmitt geçtiğimiz ve içinde bulunduğumuz yüzyılın politika, hukuk ve felsefe alanlarında entelektüel tartışmaların hem öznesi, hem de nesnesi olmuş bir düşünürdür. İçinde yaşadığı çağın şartlarının şahsi yolculuğunu ve hikayesini büyük ölçüde etkilemiş olması, bu anlamda kimi zaman kontrol edemediği bir tarafın nesnesi olarak ortaya çıkması Schmitt’in ve düşüncesinin oldukça tartışmalı bir şekilde alımlanmasına sebep olmuştur. Kendisine yakıştırılan “Nazi”, “muhafazakar”, “demokrasi karşıtı” gibi bir takım imgeler, Schmitt’in düşüncesini yorumlama bağlamında politik biyografi ve entelektüel üretim kavramlarının birbirlerinden ne ölçüde yalıtılabileceği sorusunu da ortaya çıkarmıştır. 19. Yüzyılın genel dehşeti, Birinci Dünya Savaşı, toplama kampları, ailelerini kaybeden milyonlarca insan minvalinde zamana yorgun bir ruh bahşediyordu. Bu yorgunlukların üzerine Schmitt’in Naziliğin ulus devlet olma yolundaki doktrinleşmesine desteği, taraftarı, hatta meşrulaştırıcısı olarak ortaya koyduğu politik tavır, entelektüel kimliğinin de geri plana atılmasına sebep olmuş, nitekim fikirleri uzun süreler boyunca görmezden gelinmiş ve bastırılmış, ancak Soğuk Savaş’ın son demlerinde, doksanların sonlarına doğru tekrar gündeme gelmiştir.

Schmitt’in yasa, politika, savaş ve devlet hakkındaki düşüncelerini ifade ediş tarzı bir anlamda kavgacı, asabi ve aktiftir. Bu anlamda Schmitt’in öznesi ve nesnesi de politik olanın net bir şekilde açıklanmasında ortaya çıkar. Politik olan kavramı Schmitt’e göre en başat şekilde dost/düşman ayrımına dayanır. Politik düşünce ya da politik içgüdü, “dost ile düşmanı ayırt etme becerisi”nden başka bir şey değildir. “Dost-düşman” zıtlığı, politik sistemi başka sistemlerden farklılaştıran herhangi bir ikili koda benzemez, çünkü siyasette herhangi bir sistem “nesnel bir alan” sayılamaz.[2] Schmitt’te politik olan fikrinin en ayırt edici tarafı devlet ve politik olan arasındaki kavramsallaştırma ve savaşın değişen doğasında politik yapının aldığı şekil hakkındadır. Nitekim siyaset ve savaş arasında varoluşsal bir ilişki ortaya koyan ilk filozof da Schmitt değildir. Bu anlamda Carl Von Clausewitz, Mao ve Lenin isimlerinin Schmitt’in politik olanı inşasındaki katkısı yadsınamaz. Schmitt’in politik düşüncesinde “mekan” kavramı siyasetin kurucu motiflerinden birisidir, kamu hukukunun çökmesi ile birlikte siyasetin nötralize/yersizleşmeye uğraması karşısında mekanın tekrar üretimi şarttır. Siyasetin topraksızlaşması neticesinde dünya artık post-devlet siyaseti durumunu yansıtmakta ve savaşlar gittikçe göndereninden bağımsız bir şekle dönüşmekte, adeta devletsizleşmektedir. Yönü değişmiş bir savaş pratiği ortaya yeni savaş biçimlerini ve bu savaş biçimlerine ait yeni özneleri ortaya çıkarmıştır.

Schmitt’te üç tip politik özne açığa çıkar: Asker, terörist ve partizan. Asker; varlık savaşının temsili, terörist; mutlak öteki ve partizan ise gerçek düşmanlık algısına sahip, aktif politik öznedir. Devletin pasif bir yapıya dönüştüğü zamanda bu enkazdan diri bir şekilde çıkan politik bir özne olarak partizan kavramı, post-devlet döneminin siyaset ve savaş biçimlerini de ortaya çıkarmaktadır. Bizim bu metinde ele alacağımız odak nokta politikanın aktif, diri ve modern bir öznesi olarak partizan kavramı olmakla birlikte, partizanın ortaya çıkmasına zemin hazırlayan siyasal ve teorik yapıyı ve Schmitt’in politik olan kavramlarını da ele almak gerekir. Bu noktada bu metinde sırasıyla ele alacağımız üç başlık şu şekildedir:

I. Schmitt’te Politik Olan Kavramı: Dost-Düşman Ayrımı

II. Schmitt’te Politik Olanın Praksisi: Savaş

III. Schmitt’te Politik Olanın Mekansallaşması Kavramı: Nomos

IV. Schmitt’te Politik Olanın Öznesi: Partizan

V. Sonuç Yerine: Kavgayı Diri Tutmak

Schmitt’in düşüncesinde ortaya çıkan fikirsel birliği çözümleyebilmek için politik olanın devletle, devletin toplumla, toplumun bireyle olan hesaplaşmalarının yapılması gerekir. Bu hesaplaşma yalnızca iç içe geçmiş halkaların aydınlatılmasında mümkündür. Bu nedenle “siyasal olan” kavramını anlamak, buradaki başka bir temel problematik olan “dost-düşman ayrımı” sorusundan başlatılacaktır.

I. Schmitt’te Politik Olan Kavramı: Dost-Düşman Ayrımı

Değişen dünya yapısı, ilerlemeci tarih anlayışının ortaya çıkardığı yeni politik yapıların hangi pratikleri ortaya çıkardığı ve hangi teorik çerçeveye yerleştirildiği bakımından önemlidir. Zira yeni biçimlerde ortaya çıkan politik pratikleri anlayabilmek ancak teoride politik olanın kendisine, öznesine ve kavramlarına ilişkin ortaya çıkan yeni sorulara cevap vermekle mümkündür. Schmitt’in en temelde belirttiği gibi, artık klasik devletler zamanı değildir.[3] 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan yeni siyasi düzen yeni soruları ve yeni cevapları da beraberinde getirir.

Politik olana yapılan ilk tanım aynı zamanda bir sınırlandırma ile başlar Schmitt’te: “Politika[4] kavramı devlet kavramından önce gelir.” Politik olan devleti de kapsayan, en dış unsurdur. O halde soru devletin doğası değil; politikaya ilişkin olandır. Schmitt’e göre devlet kavramını ve politik olanın eşit tutulması politikanın bizzat kendisini nötralize etmek ve pasifleştirmektir: “Politika kavramının tanımı ancak özgül kategorilerin keşfi ile saptanması mümkündür. Çünkü siyasal kavramının, insan düşüncesinin ve eyleminin çeşitli ve görece bağımsız alanları karşısında – özellikle ahlaki, estetik, ekonomik alanda- etkili olan kendine özgü ölçütleri vardır. Politik olan kavramı bu nedenle, özgül anlamda her türlü siyasal eyleme kaynaklık eden,  kendi özgü nihai ayrımlarla tanımlanmak zorundadır.”[5] Schmitt’in bu alıntı doğrultusunda aslında hedefi biraz daha aydınlanmaktır: politik olanın kendine ait içeriği, bağlamı, kategorileri ve disiplinlerarası etkileşimden çıkartıldığı zaman en saf halinde politik olanın sınırları belirlenmelidir. Politik olan kavramının üç ayırt edici öznel niteliği vardır; varoluşsaldır, halkın birleşmesi/dağılmasıyla alakalı olarak yoğunluk derecesini gösterir ve diğer alanlar karşısında kökensel bir yapıya sahiptir. Nitekim Schmitt bu sınırlardan mülhem politik olanın neliğini kavramak için iki kavramı işaret eder: “Dost” ve “Düşman” Ayrımı.

“Siyasal eylem ve saikleri açıklamakta kullanılabilecek özgül siyasal ayrım, dost-düşman ayrımıdır. Dost- düşman ayrımı salt kavramsal bir ölçüt sunar, nihai bir tanım olmadığı gibi, içeriğe ilişkin de bir şey söylemez.”[6] Schmitt’in politikaya özgü olan en temel kategori olarak ifade ettiği dost-düşman (Freund und Feind) ayrımı özel şahıslara ait bir ayrımdır. Politik olanın kendisi ise kamusal niteliğe sahiptir. Dost ve düşman kavramları Schmitt’te normatif ya da saf düşünsel karşıtlıklar değildir.[7] “Politik olarak düşman, başka bir kolektivitenin varoluşunu sorgulayan kolektivitedir. Dost-düşman ayrımı bir doğa tanımı değildir; politik ilişki tözsel düzeyde saptanamazdır/belirlenemezdir. Politika oldukça, düşman da olacaktır. Politik-olanın kavramına sahip olmayan bir politika, nesnesiz kavram, maddesiz bir biçim olacaktır.”[8]

Schmitt’e göre siyasal düşman ahlaken kötü, estetik olarak çirkin olmak durumunda değildir. Aksine düşman, özne ile arasında denklik kurulan, gerçek mücadele olasılığını gündeme getiren ve gerektirendir. Bu durumu Schmitt şu şekilde ifade eder: “Düşman sadece, gerçek bir olasılık olarak insanlardan oluşan bir bütün karşısında mücadele eden benzer bir bütündür. İnsanlardan oluşan bir bütünlük, hele ki bir halka dayandırılan bir bütünlük, kendinde kamusal nitelik taşıdığından düşman da sadece kamusal düşmandır. Düşman hostis’tir, geniş anlamda inimicus değil.”[9] Burada Schmitt çok açık bir ayrım yapmaktadır; inimiscus bireyler arası anlaşmazlık ve çatışmayı, hostis Latince kamusal düşmanlığı ve devletlerarası savaşı temsil eder. Yani burada kişisel ve toplumsal bir ayrım ortaya çıkmaktadır. Düşman kamusal anlamda karşıt duran, halkın varlığına karşı tehlike arz edendir, bu sebeple “kamu hukukuna” tabi olarak değerlendirilmelidir, çünkü kolektiviteler arası çatışma unsurudur. Fakat devletlerin, bir tüzel kişi olarak suçlanamaması siyasallığın kamusal iddiasının özel alana iterek onu bir anlamda de-politize edilmesi bir sorun olarak ortaya çıkar. Hobbes’un insanın insana savaşı bireysel durumda bir çatışmayken, Schmitt’te topluluk düzeninde bir çatışma haline çekilmiştir. Ranciere, politik yapıların idare etme mantığına indirgenerek işlevlerini gerçekleştirmelerini “polislik” faaliyeti ile özdeşleştirir. De-politik siyaset, polis siyasetidir.[10]

Carl Schmitt, 08.04.1930, Photo by ullstein bild via Getty Images

II. Schmitt’te Politik Olanın Praksisi: Savaş

Kamusal düzeyde tanımlanmış siyasalın en yoğunlaşmış ifadesi çatışma değil, “savaş”tır. Şahsi varlığa karşı oluşan tehlikede ortaya konulan direniş, ötekinin varoluşsal olumsuzlanmasıdır.[11] Savaş, siyasalın netleştiği bir momente/duruma denk düşer. Burada dost/düşman tarafların ve uç çelişkilerin yoğunluğu politik durumun netliğini ve varlığını kanıtlayan bir durum açığa çıkar. Bu anlamda savaş politik olanın amacı ya da nedeni değildir; sadece düşmanlığın praksis/eylemsel karşılığı, hayata geçirilmesidir. Sadece reel bir ihtimal olarak savaşın varlığı, politik olanın varlığının şartıdır.[12] Savaş, anlamını düşmanlıkta bulur. Çünkü o, siyasetin devamıdır; siyaset de en azından potansiyel olarak bir düşmanlık unsuru içerir ve eğer barış kendi içinde potansiyel savaş barındırırsa –deneyimin standartlarının maalesef doğruladığı bir şey- barış da potansiyel bir düşmanlık momenti taşır.

Schmitt’in savaşa ilişkin düşüncesi her ne kadar politik olan üzerinden inşa edilse de, Hegel ve Clausewitz’in savaş düşüncesinden bağımsız düşünülemez. Schmitt’in savaş tanımlaması da Clausewitz gibi Hegel realizminden etkilenmiştir. Her üç düşünürde de savaş –özellikle Hegel ve Clausewitz için- politik varoluşun gerçekleşmesinin en önemli unsurudur.

Hegel’e göre savaş, bir egemenlik unsuru, iki devletin anlaşamadıkları hususlarda hak tayin edici olarak başvurdukları üçüncü bir haktır. Savaşın anlamı hak tayin edici yetkesindedir. Bu sebeple Hegel de modern politik tavrın önerdiği ebedi barış projelerinden yana, savaşın son kertede gerekliliği üzerine durur. Yanılsamaları ortadan kaldıran, halkların kendilerini olumsuzlayarak yeniden yarattıkları bir zorunluluktur. Hegel’in savaş algısını Clausewitz ve Schmitt’den ayrıştığı nokta tarih fikrine ilişkindir. Nitekim Clausewitz için savaş kendinde bir araç, politik niyet ise amaçtır: “(…) Politik amaç, savaşın asıl nedeni olarak, hem savaş harekatıyla ulaşmak istediğimiz amaç için, hem de harcanması gereken çabalar için ölçü olacaktır. Bir politik amaç, değişik uluslarda ya değişik zamanlarda aynı ulusta tamamen farklı etkiler yaratabilir. O halde politik amacı, yalnız, harekete geçirdiği kitlelerin düşünceleri üzerinde yaptığı etki bakımından bir ölçü olarak kabul edebiliriz; dolayısıyla bu kitlelerin doğasının göz önünde bulundurulması gerekir.”[13]

Clausewitz, Savaş Teorisi (1832) adlı kitabında çift kutuplu bir yapıya sahip olan savaş kurumunu bir düello mantığı ile irdeler. Bu anlamda savaş, düşmana iradeyi kabul ettirmek için uygulanan bir kuvvet kullanma eylemidir. Clausewitz bu diyalektik kutupluluğu savaşın nesnel ve öznel doğası için de ifade eder. Savaşın nesnel doğası savaşı bir olasılıklar hesabı haline getirirken, savaşın sadece matematiksel temellere dayanmadığını; bu anlamda öznel bir doğa da barındırdığını ifade eder.[14] Her savaşı kendine özel kılan çevre, askeri kapasite ve silah gibi unsurlar savaşın öznel doğasını oluştururken, rastlantı, şiddet ve şans gibi unsurlar da savaşın nesnel doğasını tamamlar. Savaşın bu iki kutuplu dünyası birbirini tamamlar. Bütün unsurların bütünleştiği yerde simetrik olarak konumlandırılan taraflar savaşı kazanmak uğruna sahip oldukları kuvveti bütün potansiyeli ile kullanırlar, bu minvalde ulaşılan sonuç “mutlak savaş” durumudur. Mutlak savaş, ancak savaş birdenbire ortaya çıkmış –geçmişten kalma kalıntı tarihsel ve siyasal politik koşullarla ilgili değil-, bir karar mekanizmasının sonucu, her türlü değişken ayrıntıdan soyutlanmış ve kendi kendini yeterli/bütünlüklü bir çözüm getiriyor ise mümkündür.[15] Clausewitz’in temellendirdiği diğer bir durum ise gerçek savaştır, gerçek savaş anlayışında savaşın hiçbir zaman soyutlanmadığı ve bir tek darbeden oluşmadığını ifade ederek dinamik bir yapı kazandırır. Gerçek savaş, hiçbir şeyin kesin olmadığı, aksine her şeyin belirsiz olduğu ve bütün hesapların değişken niceliklere göre yapıldığını ifade eder.[16] En nihayetinde Clausewitz için savaş politik bir fenomendir. Savaş kendinde bir politik amaçsallık taşımaz, onun taşıdığı amaçsallık, politik olanın amacına binaen aldığı kararın iradesindedir. Clausewitz’in meşhur “Savaş politikanın başka araçlarla devamıdır.” sözü bu düşüncesinin bir sonucu niteliğindedir. Savaş, düşman kategorisi ile ilgilidir ve düşmanın tespiti yine politik karara dayanır. Sıfır noktası yahut hareket noktası savaş değil karardır; karar savaşın sonucu değil, başlangıcıdır. Bir politik etkinlik olarak kararı savaş ya da askeri unsurlar belirleyemez. Belirlediği takdirde ortaya mutlak savaş durumu çıkar. Bu anlamda savaşın kimlik ve karakteristiği politik erkin karar mekanizmasında yatmaktadır; bu karar mekanizmasının zayıflaması savaşı politikanın önüne geçirecek ve gerçek savaş, mutlak savaşa dönüşecektir. Clausewitz, daha sonrasında tarihin de bu durumu doğrulayacağı gibi, savaş mantığının politika mantığından bağını kopartmasının tarihsel ve toplumsal felaketleri doğurabileceğini ifade eder. Birinci dünya savaşı, savaşın militer tarafı ile mutlaklaştırıldığı bu durumun en açık ve anlaşılır özetidir: “Clausewitz’in 1827 sonrası gerçek savaş hakkındaki teorileşme kararlılığını yansıtacağı, yani siyasi amaç için yürütülen ve politik amaçlarla şekillenen savaştır. Savaş Üzerine metni sınırlı siyasi hedefler için sınırlı savaşın hem de Napolyon tarzı operasyonların yürütülmesi için mutlak savaşta düşmanı silahsızlandırarak onu savunmasız hale getirecektir.”[17]

Schmitt, Clausewitz’in savaş kuramına ilişkin teorisini, Birinci Dünya Savaşı ekseninde dönemin politik gündemleri ile ilişkilendirerek okuyarak politik görüşünü bu anlamda inşa eder;  ona göre Clausewitz’in mutlak savaş olarak işaret ettiği durum Birinci Dünya Savaşı ile tanıtlanmış, savaşın gerçek amacı olan “düşmanın yok edilmesi” durumu nihai amaç haline getirilmiş ve taraflar “suçlu” olarak nitelendirilmiştir. Savaş, Avrupa Kamu Hukuku sürecine göre anlamını düşman ifadesinde bulur. Düşmanın mutlak hale getirildiği bir savaş anlayışında savaş sonrası hukuksal meşruiyet zemini de belirsiz bir hale gelecektir. Evrenselci, liberal söylemlerin savaş alanını kurgulama iddialarındaki problem de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Haklı savaş söylemi, düşmana haklılığını kaybettirir ve ikili diyalektiğin niteliğini sarsar. Nitekim Avrupa Kamu Hukuku’nun çözülmesi ile ortaya çıkan düzensizlik, Avrupa’nın merkeziliğini yitirmesi bağlamında nomos sorunu Schmitt’i farklı bir çözülme alanına itmiştir. Schmitt’in henüz Partizan Teorisi metnini yazmadan önce ifade ettiği “Weltbürgerkrieg” yani “Dünya İç Savaşı” yahut “Küresel İç Savaş” terimi politik olanın güncel olarak kavranmasına ilişkin bir çabadır. Dünya İç Savaşı ifadesi, iki dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan küresel biçimlere, figürlere karşı bir eleştiri, fakat daha da ötesinde bir tersine çevirme çabası olarak okunabilir.[18] Schmitt dost düşman ayrımının normative değil, varoluşsal olduğunu ifade eder. Clausewitz’e atıfla savaş siyasetin potansiyel ve kudretini açığa çıkaran bir araçtır.  Bu noktada devletin gerçek bir devlet, işleyen bir mekanizma olup olmadığı karar alma mekanizmasında açığa çıkar. Bütün politik üretimlerin temelinde karar alma gücü ve mekanizması yatmaktadır. Politik olan kendisini devletin bu kararı alma, uygulama ve yaptırım gücünde göstermektedir ki Schmitt bu noktada devletin sahip olması gereken kavramın “jus belli” olduğunu ifade eder. Schmitt “jus belli” kavramına iki tür tanım atfeder. Birincisi, verili bir durumda düşmanını kendi belirleme hakkının varlığı ve gerçek bir olasılık olarak onunla mücadele yürütme yet[k]isidir. İkincisi ise daha dolaylı bir tanım olan savaşma olasılığını ve böylelikle insanların yaşamları üzerinde açıkça tasarrufta bulunma yetkisidir. Birinci tanımda ortaya çıkan durum devletin askeri ve iktisadi olarak zayıfladığı koşullarda değil; savaş hakkından vazgeçtiği oranda bağımsızlık ve politik birlik iddiasından da vazgeçmiş olması durumudur. Düşman ilan etme yetkisi birebir devlete aittir. Devlet elbette kamuya ait huzur ve güven alanını sağlamakla yükümlüdür, ancak herhangi bir varoluş tehdidi ve anayasaya saldırı halinde –ki iç savaşta düşmanın tespiti buna bağlıdır- kendi düşmanını belirleme ve gereğini yapma iradesine sahip olmak durumundadır.[19] Kararın toplumsalı etkileyen durumu ise ortak üst-akıl olan devlet olma iradesini bireysel olarak üstlenebilmektir. Bir insanın yaşamı ya da ölümü üzerinde cezai nitelikte bir kararla hükmetme yetkisi, “jus vitae ac necis” kavramsallaştırmasında kendini gösterir.[20]

Liberal ekonomik yönlendirmeler, cemaatler yahut ülkü birliğinden farklı olarak devletin halkından öldürmeyi/ölmeyi isteme yetkisi vardır; hatta bu yetkinin tek meşru temeli varlığına karşı tehdit durumunda düşman olarak saptanana karşı açılan savaşta yani devletin politik birlik iddiasında gösterilebilir. Nitekim Schmitt bu durumun normatif değil, sadece varoluşsal anlam taşıdığının altını çizmektedir. Halkın politik açıdan varoluşu dost-düşman ayrımında ve bu belirleme ışığında uygulayacağı eylemde kendisini gösterir. Bu aynı zamanda onun özgürlük ve bağımsızlık alanının sınırlarını da çizecek olan durumdur:

“Schmitt’e göre varoluşsal bir dost-düşman ayrımı, has politikanın alanını ‘değersiz toplumsal-çağrışımsal’ alandan ayırt etmek için ‘kafi’dir. Heidegger gibi Schmitt de cemaat (Gemeinschaft) ve toplumu (Gesselschaft) birbirinden ayırır. Yalnız cemaatin politik bir enerji ürettiğini söyler. Buna karşın toplum sadece basit bir ‘birliktelik’tir (Assoziation). Bir iradeden, harstan (Innerlichkeit), savaşma kararlılığından, evet, kendinde kararlılıktan yoksundur. Ekonomik düzlemde örgütlenmiş bir toplum rakibini ‘şiddetsiz’ bir biçimde yerle yeksan edebilir gerçi. Ama yine de henüz politik birlik değildir, çünkü hasmı ‘düşman’ değil sadece bir ‘rakip’tir. Schmitt’in düşüncesinde savaş yalnızca politikanın farklı araçlarla devamı değil, bizzat kendisidir”[21]

Karar, politik birliğin kendi kaderini tayinidir. Savaşa, düşman ilanına karşı kınama yapmak; ahlakçı bir tutum ile barış çağrısı yapmak; devlet ve halk arasındaki koruma ve itaat ilişkisini ortadan kaldırmak ne savaşın bizatihi kendisini, ne de “dost-düşman ayrımını” ortadan kaldırabilir. En nihayetinde devlet politik adına saptayan/karar veren, halk ise uygulayandır; bu iradeyi koymaktan kaçınan bir birlikteliğin ya bağımsızlığı elinden alınacaktır, ya varlığı. Haklı savaş (just war) kavramında olduğu gibi siyasetin ahlakileştirilmesi iddiası siyasetin özerklik ve egemenlik sınırlarının dışındadır; bu durum normatif bir değerlendirilmeye tabi tutulamaz.

III. Schmitt’te Politik Olanın Mekansallaşması Kavramı: Nomos

Schmitt politikayı devletten önceleyen bir öneri üzerinde ısrarla durur: mekansallaşma politikada etkin bir kurucu unsurdur. Mekan siyasetin arızi bir unsuru değil; politik motifidir. Schmitt mekan kavramının politik kavrayışa etkisi açısından düzenin gerekliliklerini ifade eder. Politika, Schmitt’te, bir tür düzen ya da o düzene şekil verme arasındaki uzlaşmada ortaya çıkar, yani bir nevi düzene düzen vererek kurma faaliyeti olarak ifade edilebilir. Her siyasal faaliyet düzeni, mutlaka bir mekan üzerinde düzenlenmelidir; burada Schmitt’in önerdiği iki kavram Ordnung ve Ortung kavramlarıdır. Faaliyet düzeni ibaresi Ordnung, mutlak mekan ise Ortung kavramlarında açığa çıkacaktır. Bir halka ait gelenek, kültür ve alışkanlıkların belli bir toprakta, bir coğrafyada mekan kavrayışının tekrar düzenlenmesi ve kurgulanması, yani Ordnung faaliyetidir.[22] Düzen, belirli bir coğrafyanın sınırları içerisinde örf, yasalar ve toplumsal düzendeki ilişkilerin ve bağlantıları tekrar tekrar çözümleyerek ve kurarak inşa etme faaliyetidir. Bu anlamda mekan elzem bir unsurdur.

Schmitt’in siyasetin mekansallaşması bağlamında önerdiği kavram ise nomos kavramıdır. Nomos kavramı Grekçede ilk olarak, bir mekanın paylaşımı, bölüşümü ve dağıtılması ile ilgili durumları ifade etmek için kullanılır.[23] “Bütün temel düzenler mekânsal düzenlerdir. Bir ülkenin ya da kıtanın terkibinden bahsetmek onun temel düzeninden, nomos’undan bahsetmektir. Şimdi, gerçek ve otantik temel düzen, kökeninde mekânsal kısıt ve sınırlara, yeryüzünün bazı boyutlarına ve bazı bölüştürülme biçimlerine dayalıdır. Dolayısıyla da bütün büyük dönemleri başlatan tekil olay, büyük ölçekte bir toprak parçasının zapt edilmesidir.”[24]

Schmitt “nomos” düşüncesini İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa kamu hukukunun (Jus Publicum Europoem) dağılmasının ardından inşa eder. Avrupa’nın sınırlarının dağılması ve politik birliğin çökmesi sonucu yasa karşısında nomos bir öneridir. Bu anlamda depolitizasyon mekansızlaşmayı da beraberinde getirir. Nomos of the Earth (1950) eseri, durum olarak siyasetin depolitize olmuş bir dünyada bir mekan imkanlarını arar. Burada özel olarak nomos kavramının kullanılması mekanın bölüşülmesi olarak politikayı tanımlama arzusudur. Fakat burada mutlak/kolektif bir nomos kurulamaz. Nitekim Schmitt, dünyaya ait farklı nomoslar olduğunu ve bunların ortadan kaldırılamayacağını ifade eder; nitekim politikanın ontolojik temeli de zıt nomosların çekişmelerine dayanır. Nomos, dost ve düşmanlık ilişkisinin gerçek zeminidir. Politik varoluşu mümkün kılan dost/düşman ayrımı da olsa burada nomosun ortaya çıkardığı tözel birlik mevcuttur.[25] En nihayetinde egemen güçler açısından siyasetin mekansızlaşması karşı açıdan, bir başka siyaset kültürünü, mekanı sıfırlayarak icra edilen yeni bir siyaset anlayışını hakim kılmıştır. Siyasetin yersizleşmesi ve de-politizasyonu ise “gerilla”, “terörist”, “partizan” gibi unsurları ortaya çıkaracaktır.

Buraya kadar politik olandan devlete, devletten kamusalın savaş durumuna, devletin kamusal dost ve düşman ayrımından nomosa bir yol izleyerek tümelden tikele doğru giderek Schmitt’in sistemini anlamaya çalıştık. Politik olanın yenilenen mekanizması karşısında uygulayıcı en tekil birim olarak özne de yeni biçimlerde karşımıza çıkmaktadır. Schmitt üç tür politik/savaşçı özneden bahseder: Asker, Terörist ve Partizan.

IV. Schmitt’te Politik Olanın Öznesi: Partizan

İkinci Dünya Savaşı sonrası Schmitt, çalışmalarının büyük bir bölümünü politikanın modern biçiminin çöküşü ve devletin politikanın üzerindeki tekelini yitirmesine ayırmıştır. Schmitt’e göre bu durum savaşı üç yüzyıl boyunca belli sınırlar içerisinde tutmayı başarmış devletlerarası Avrupa hukuku olan Jus Publicum Europeaum’un dağılması ile ilişkilidir. Schmitt devletin siyasal üzerindeki tekelini yitirmesinin, “uluslararası iç savaş” adını verdiği yeni bir siyaset biçimini doğurmasından tedirgindir.[26] Nitekim politik olana ilişkin birtakım unsurların değişimi, politik biçimleri, soruları ve figürleri değiştirmiş, yeni kavramların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Devletin sönümlendiği bir zamanda bu enkazdan diri bir şekilde çıkan “bir siyasal figür olarak partizan” incelemesiyle Schmitt, post-devlet döneminin siyaset ve savaş biçimlerini analiz etmektedir. Schmitt’in Avrupa kamu hukuku modelinden bu yana üç temel muharip figüründen söz edilebilir: Birincisi devletin devletle savaştığı dolayısıyla muharip figürün ordunun askeri olduğu dönemdir. Bu dönemin politik figürü askerdir. Asker figürü, Birinci Dünya Savaşı öncesi, savaşların çok yoğun olduğu dönemlerdeki biricik politik figürdür. Asker figürünün nihai amacı, ordular karşı karşıya geldiğinde, yani meydan savaşlarında, karşı taraftaki düşmana iradeyi kabul ettirmek, onu silahsızlandırmak yahut geri çekilmek zorunda bırakmaktır. Bu figür devletlerin de-politize olduğu, Avrupa kamu hukuku ile sınırların ve kararların belirsizleştiği döneme kadar sürmektedir.[27]

Savaşın mekansızlaşması ve de-politik durum düşman formunu belirsiz bir yapıya dönüştürmüştür. Düşmanın tanım mantığının değişimi ile savaşın mantığının değişimi arasında çok doğrudan bir ilişki vardır; biri değiştikçe diğeri de değişir. Bir savaş “hukukdışı” ilan edildiği anda, düşmanlığın tüm sınırları silinmiş olur ve muhalif, suçlu ve insanlıkdışı ilan edilebilir: düşman “mutlak düşman”a dönüşür.[28] Yeni düşman, mutlak öteki olandır ve mutlak öteki ile ilişkide bütün barış ihtimalleri ortadan kalkar. Ona bakış sadece varlığını yok etmek amacı üzerine kurulmuştur. Bu ilişkinin nesnesi olan figür artık düşman değil, suçlu olarak ifade edilmelidir. Savaşın içeriğinin değişmesinin ifadesi olan düşmanın askerden ve dosttan ayırt edilememesi, yeni bir politik figür olan teröristin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Teröristin ne kendine ait toprağı, ne de somut bir düşmanı vardır. O ne ötekidir, ne de değildir. Onun üzerinde hiçbir mutlak kimlik iddia edilemez. Nitekim terörist kendi toplumuna/halkına bile sorumlu olmayan; varlığını sürdürebilmesi için gizlenmek zorunda olandır. Nitekim terörizmin bu gizlilik ve aniliği post-modern filozof Baudrillard tarafından kitleye/enformasyona/simülasyona karşı isyan bayrağı olarak okunmuştur. Baudrillard’a göre gerçek yaşamda boyun eğilecek, anonim sistemlerin ve iktidarlara karşı anonim bir savaş açan terörizm, sistemin doğurduğu bir tür gerçekliktir. Terörizm; somutlaşarak kendini yadsımak, sınırsız ve belirsiz bir sorumluluğun gereklerini yerine getirmek demektir. Terörizm; çelişkili bir şekilde insanı hem her şeyden sorumlu tutan, hem de tamamen görmezden gelen bir tavıra karşı, yerine getirdiğimiz görevlerimizin salt bir kulluk tutumu olduğunu görmezden gelmemizi isteyen tavırdır.[29]

Siyaset ve savaş arasındaki ilişkilerin modern biçimlerde ortaya çıkmış olması geleneksel devlet, savaş ve düşman anlamlarının tekrar sorgulanmasına neden olmuştur. Savaşın devletlerarası bir anlaşmazlık unsuru olmaktan çıkması, düşmanın mutlaklaşması, düşmanın öznelleşmesi, liberalizmin ve haklı savaş gibi kavramların günyüzüne çıkarak politikayı işlevsiz bir hale getirmesi şu soruyu gündeme getirir: Hakiki anlamda bir politik tavır kim tarafından sürdürülebilir? Bütün bu de-politizasyon karşısında toprağı için savaş mücadelesi veren bu figür “partizan”dır.

Partizan kendi yasasını kendi koyma çabasında olan, otonomik bir karakterdir. “Post devlet siyaseti”nin gayrınizami savaş ve siyaset formlarını inceleyen Schmitt için devletin ölümü yahut devletin zevali siyasetin ölümü anlamına gelmemekte, aksine siyaset devletsel olmayan muhtelif formlarda karşımıza çıkmaktadır. Nitekim Partizan Teorisi (1963) eserinde Schmitt’in alt başlık olarak “siyasal kavramının üzerine bir arasöz” ifadesini kullanmasının çıkış noktası da aynı şeydir: post devlet siyasetinde muhtelif bir form olarak karşımıza çıkan partizan figürünü incelemek. Partizanın sıradan bir politik figürden farkı, post-devlet zemini içerisinde istisnayı politikanın kuralı haline getirmek isteyendir. O yasanın değil; istisnanın figürüdür. Schmitt bu figürün haberini ve hangi tarihsel kırılmalarla ortaya çıktığını şu şekilde ifade etmektedir:

“Savaşın yeni, çağdaş türleri ve araçları düşmanlık olgusunu bilincimize dayatıyor. (…) 1932’de Çin-Japon savaşıyla başlayıp sonrasında İkinci Dünya Savaşı’nda, nihayetinde 1945 sonrasında Hindiçin’de ve diğer ülkelerde gelişen günümüz partizan savaşında aksi istikamette iki oluşum, birbirinden tamamen farklı savaş ve düşman türlerinin birleşmesi söz konusudur: Bir yanda, bir ülke halkının işgalci kuvvetlere karşı yürüttüğü yerel, doğası gereği savunmacı bir direniş, öte yanda ise bu türden bir direnişin, kendi çıkarlarını gözeten, dünya ölçeğinde saldırgan üçüncü ülkeler tarafından desteklenmesi ve yönlendirilmesi. Klasik savaş düzeninde yalnızca bir “başıbozuk”, bir figüran olan partizan, dünya çapındaki devrimci savaş yönetiminin  merkezi değilse bile, kilit karakteri haline gelmiştir.”[30]

Schmitt’e göre politik praksis imkanının yürütücüsü olan partizan figüründe dört ilke bulunmaktadır. Bu ilkeler sırası ile düzensizlik, hareketlilik, yoğun siyasi angajman ve toprağa bağlılıktır.[31] Schmitt’e göre partizanı diğer figürlerden ayıran bu özelliklerin nomosa ve modern politik yapıların eylem öznesi olmasıdır.

a. Düzensizlik

Devletlerin ve kamu hukuku sisteminin krizi çağında partizanın ilk karakteristik özelliği ‘düzensiz’ olmasıdır. Nötralize edici uluslararası hukukun düzenleyiciliği ve “yasallığı” karşısında Schmitt partizanı “düzensiz” ve “meşru” bir figür olarak tanımlamaktadır.[32] Schmitt’in de açıkça ifade ettiği gibi “partizan düzensiz bir şekilde savaşan”[33]dır. Zira devletlerin özne olduğu savaş yapısının ve tarafların netliğinin ortadan kalkması, düzensiz savaş ve düzensiz savaşçıyı açığa çıkarır. Düzensiz savaşçının şahsi özellikleri, üniforması, silahı vs. olması gereken evrensel bir formda değil; düzensizdir. Düzensizlik sadece savaşta değil; hukuki çerçeve içerisinde de kendini gösterir. Schmitt sadece orduyu değil; hukuku ve devleti de bir düzene tabi şekilde ele alır. Nitekim yasalar, bir düzen unsurudur. Partizan evrensel savaşçı figürünün dışında kaldığı gibi, bu yasaların da dışında kalır; hatta bu yasalar tarafından “illegal” addedilir.[34] Partizan, istisna durumunun kural koyucusu ve eylemcisidir. Devletin kurumsal anlamda kolektif bir akıl yürütme ve eyleme geçmede manevra alanı olmadığı zaman bir seferberlik ilanı yaparak egemenlik mücadelesini sürdürmek partizan örgütlenmesinin görevidir. O meşruiyetinin temellerini yalnızca halkın egemenlik mücadelesinden alır, onun politik tavrı istisnada ortaya çıkar. Bu anlamda partizan, “yasadışı” ancak “meşru”dur. Kendisini illegal olarak nitelendiren yaklaşımları “düşman” ilan ederek kendisini meşru bir zemine konumlandırır.

b. Hareketlilik

Partizan figürünün bir diğer kendine has özelliği de hareketli olmasıdır. Post devlet siyaset anlayışı çerçevesinde ortaya çıkan savaşlar mekânsal, zamansal ve toplumsal bir belirlenim çerçevesinde oluşmaz. Savaş yurtsuz ve zamansız bir hale, savaşçı ise sivile dönüşmüştür. Bu noktada partizanın düzenli ve hareketli yapısı onu görünmez kılmakta ve askerden farklı olarak silahını da imzası gibi gizlemesini sağlamaktadır.[35] Schmitt bu nitelendirmeyi asimetrik savaşlarda ortaya çıkan savaşın yeri, ilanı, konumu, tarafı, zamanı gibi belirsiz unsurlardan hareketle yapar. Nitekim savaş aldığı yeni biçim itibarıyla düşmanla karşı cepheden savaşmak yerine, düşmanın hiç ummadığı yer ve zamanda gerillaya özgü vur-kaç taktikleriyle onu yıpratmak ve sürtünme katsayısını artırarak savunma hattını güçlendirmek esastır. Cepheler ortadan kalkmıştır; artık her yer cephe olma potansiyeline sahiptir savaşçının gözünde. Bu savaş biçiminin mantıksal sonucu yersiz yurtsuzlaşmadır.[36]

c. Yoğun Siyasi Angajman

Partizanı diğer savaşçı figürlerinden ayıran ve varlık koşulunu ortaya koyan üçüncü kriter yoğun siyasi angajmandır. Schmitt bu durumu şu şekilde ifade eder: “Partizanın siyasi karakteri çok önemlidir, çünkü kendisini amacı özel mülkiyet olan sıradan hırsız, soyguncu ve suçlulardan ayırması gerekmektedir.”[37] Bu noktada Schmitt korsan örneğini verir. Korsanın karaktere özel çıkar ve soygunu amaçlayan apolitik tavrının karşısında partizan, eyleminin kendisi bizatihi politik olan ve değerini politikliğinden alandır. Nitekim kök anlamı “partei”den (parti) türemiş partizan kelimesi bir tür savaşma, muhaliflik, siyasi olarak aktif bir parti ya da yapı ile ilişki kurmaya işaret eder.[38] Devrimci savaşlarda bu ilişki biçimleri yoğunlaşır. Bu anlamda partizan, eylemlerini bireysel değil/kamusal adına yapan, yola çıkarken öznel çıkarlarını kenara bırakan, tekil değil kolektif bir biçimde hareket eden ve bu özellikleriyle özel hukuka tabii olmayan bir figürdür.

d. Toprağa Bağlılık

Partizanın varlık koşulun en başat özelliklerinden olan dördüncü ilke ise toprağa bağlılık ilkesidir. Toprağa bağlılık, nomosa bağlılıktır, nomosu yurt edinme ve onu savunma mücadelesidir. Schmitt bu kriterin özünde bir savunma nosyonu yattığını ifade eder: “Bu kriter, teknolojik hale gelen ideolojiyle ya da dünya-devriminin mutlak saldırganlığıyla özdeşleştirildiği zaman doğası değişen partizanın –taktiksel hareketliliğine rağmen- özünde savunmacı durumu için önemlidir.”[39] Partizan içinde olduğu, bir aitlik/yurt ilişkisi kurduğu nomosu korumak için savunmaya geçen tiptir. Onun gücü yurttaşı ile kurduğu ülkü birliğinden ileri gelir ki bu durum Clausewitz’in savaş teorisindeki “savunmanın taarruza üstünlüğü” tezini anıştırmaktadır. Zira Clausewitz’in olasılıklar kanununu tezini temellendirirken öne sürdüğü “politik niyet amaç, savaş ise araçtır ve savaş politikanın başka araçlarla devamıdır”[40] tavrı, savaşın toplumsal temellendirmesinde ortak/üst bir politik amaca tabii olmak durumundadır.

Schmitt partizan figürüne ilişkin bu özellikleri ele alırken, yeni oluşan politik anlayış çerçevesinde gerçekleşen partizanca savaşları kapalı bir yapı içinde ele almaz, aksine soykütüğünü kurmaya çalışır ve üç evreden bahseder. Bu anlamda ilk evre, yani 1808-1813 yılları arasında Napolyon karşıtı İspanyol gerillaları ile başlar ve Clausewitz tarafından temsil edilir.[41] İkinci evrede 1917 Ekim Devrimi ile başlar ve Marksizm’in devlet ideolojisi olarak benimsenmesi ile yeni bir biçim alır; Lenin tarafından temsil edilir.[42] Üçüncü ve en güçlü aşama ise Çin Devrimi ve Ulusal Kurtuluş mücadelelerini kapsayan, Mao tarafından şahlandırılan dönemdir.[43] Partizan figürünün kendine has biricikliğini bu tarihsel çerçeve üzerinden giderek diğer savaşçı figürlerden, özellikle ‘devrimci savaşçı’ figüründen ayırt etmemiz gerekir; zira bu iki kavram her ne kadar genel anlamda aynı şey oldukları izlenimini verse de çok temelde bir farklılık bulunur. Partizan ve devrimci savaşçının düşman tanımlaması, düşmanı ve mücadele amacı birbirinden farklıdır, partizan ve devrimci savaşçı ayrımı Clausewitz’den Lenin’e geçişte ortaya çıkar. Birinci evrede ideal isim Clausewitz, ikinci evrenin ideal ismi Lenin’dir. Schmitt, Clausewitz ve Lenin üzerinden giderek iki arasındaki farklılığın altını çizecektir. Schmitt’e göre partizan ve partizan savaşı, ulusal kurtuluş sorununu, düşmana karşı ulusal savunma hattını kurar. Bu açıdan da siyasal birlik yeni bir formda karşımıza çıkar.[44]

Schmitt’e göre partizan, savaşın tarihsel ilerleme fikrine katkısı ve ortaklığı gözden kaçırılmayacak bir unsurdur. Partizan güvenilir bir kılavuzdur çünkü devrimci ilerleme geri yönlendirilerek basmakalıp tarihsel-felsefi şecereden kurtarır. Bu tarihsel ilerlemenin ilk basamağı 20. Yüzyıl başlarında Avrupa devletler hukukunda yaşanan kırılma ile farklı bir yöne evrilmiş; devrimci partizan savaşı ile yer değiştirmiştir. Marx ve Engels’in proleteryanın katılımı ile oluşturdukları parlemento önerisi bir anlamda partizan teorisine yapılmış bir revize idi. Marx ve Engels, sosyalizme giden yolda yeni bir çağın doğduğunun farkındaydı, fakat Marx’ın toplumsal düzen eleştirisine bu mutlakiyetçi, yıkıcı boyutu kazandıran, Rusya’da devrimci bir çatışmanın uygulamaya konmasıydı. Söz konusu mutlakiyetçi ve yıkıcı boyut, başıbozukluğu, devrimci bir ‘parti’yle ciddi bir uzlaşma niteliğindeki siyasallığı, artan hareketliliği, toprağa bağlılığıyla, gerilla savaşının bir özelliğidir ve siyasalı ortadan kaldıran mutlak düşmanlığın kendine has bir biçimde fark edilmesidir.[45]

Buna karşıt olarak Lenin, ideolojik inancın şiddete ve devletin kanlı bir devrimci iç savaşın kaçınılmazlığına dönüştüğü bir figür olarak karşımıza çıkmaktadır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Clausewitz’in Savaş Üzerine metnini okuyarak etkilenen ve aldığı notlar ile kendi devrim savaşı çağının ve modern soğuk savaş yöntemini belirleyen bir formülü temellendirmeye çalışır. Lenin partizanı ulusal ve uluslararası iç savaşın önemli bir figürü olarak algıladı ve merkezi komünist-parti liderliğinin etkili bir aracına dönüştürmeye çalıştı.[46] Lenin Alman işgaline ve işgalcilerine karşı sol romantizmi reddederek yerine partizan savaşı çağrısında bulunur ve “nefes alanı” olarak güçlü bir ordu ile rejimin kendisini silahlandırması için bir fırsat durumu olduğunu ifade eder. Gerilla savaşını savunanlardan biri olan Nikolai Buharin ise Lenin adına bir öncelik tanıyarak bu ortak rejim için ‘yoldaş’ önerisini sunar. Bu anlamda Lenin devrimci savaşı askeri bilimin tüm kurallarına uygun olarak sadece büyük orduların savaşı olarak tanımlamayı seçmiştir.[47] Partizanı da ulusal ve uluslararası iç savaşın önemli bir figürü olarak ele alarak, merkezi komünist-parti liderliğinin etkili bir aracına dönüştürmeye çalışmıştır. Lenin’e göre, sadece devrimci savaş gerçek bir savaştır çünkü mutlak düşmanlıktan doğar. İdeoloji için girişilen her türlü eylem –sonuçları şiddet dolu yahut kanlı da olsa- partizancadır. Bunun dışındaki bütün mücadeleler Lenin’in Igra olarak nitelendirdiği oyundan ibarettir. Nitekim Avrupa uluslararası hukuku çerçevesinde yapılan düşmanlıklar süvariler arasında bir düellodan başka bir şey değilken, mutlak düşmanlıkla komünizmi savunmak adına yapılan mutlak savaş ve düşman esastır. Bu noktada ortaya çıkan soru mutlak düşmanın kim olduğu üzerinedir; ki bu noktada cevap öznelleşir ve Lenin adına cevap sınıf düşmanı, burjuva ve kapitalizmdir: “Onun partizan kavrayışı, modern partizanın düzensiz oluşuna ve bu nedenle mevcut kapitalist düzenin en güçlü olumsuzlaması olması gerçeğine dayanır. Böylece Lenin partizanı, düşmanlığı tam icra etmeyi meslek edinmiş bir figürdür.”[48] Bu anlamda 1917 Ekim Devrimi ile başlayan partizan ruh ve politikanın imkânları II. Dünya Savaşını da kapsayan sürece dek devam etti, hatta savaşın genel gidişatı içerisinde Sovyet Rusya lehinde bir tavır oldu. Stalin, komünist ideolojinin yılmaz ruhu ile ulusal ve yerel direnişin güçlü potansiyeli olan partizan ruhunu bir potada eritmek noktasında sembol haline geldi; nitekim Yugoslavya içerisindeki iç savaşlar gibi unsurlar bu ruh birçok bölgesel ölçekte yalnızca dışarıya değil, içeriye de dönen bir kalkan olduğunu göstermiş oldu. Schmitt partizanın tarihsel durumunu Clausewitz ile temellendirerek, Lenin ve Stalin’e, komünizme getirir, ardından işaret ettiği ikinci durak ise Mao’dur.

Schmitt’e göre Mao, yaşadığı dönem içerisindeki en önemli devrimci savaş teorisyeni ve uygulayıcılarından biri idi. 1938 yılında kaleme aldığı “Japon İstilasına karşı Partizan Savaşı Stratejisi” adlı çalışmaları Mao’nun bu yöndeki tutumu ve Clausewitz’in savaş teorisini tamamlaması açısından büyük önem taşır. Schmitt’e göre Mao’yu partizanlıkla ilişkisinde Lenin’den daha ileriye taşıyan durum partizan karakterinin temellerinden biri olan toprağa bağlılığının daha fazla olmasıdır. Schmitt için Mao, toprağa dayalı siyaset anlayışının sürdürücüsüdür. Mao’nun düşmanı mutlak değil sınırlandırılmış bir düşmandır. İnsanlığın tek bir siyasi birlik altında toplandığı tek dünya anlayışına karşı dünyanın çoğulluğun savunması ve ‘silahlanmış ulus/halk’ konseptine sahip olması yönüyle Schmitt, Mao’yu Lenin’den çok daha fazla önemsemektedir.[49] Ekim 1917’de Lenin önderliğinde devrim yapan partizanlar ile yirmi yıllık bir savaşın ardından 1949’da Çin’de savaşan devrimciler birbirlerinden bir çok yönden farklıdır, bunların en başında da toprak ve halka ilişkin bakışın niteliği yatar. Zira Rus Bolşevikleri arasındaki partizanların büyük çoğunluğu göçmen gruplardan oluşurken Çin komünizmi taraftarları uzun yıllar süren savaşları bırakmamış şehir proleteryalarıdır. Stalin vatanın toprağa bağlı partizanlığını uluslararası komünizmin sınıf düşmanlığı ile birleştirmede başarılı oldu. Mao, savaşın diğer araçlarla siyasetin bir devamı olduğu konusunda Lenin’den çok daha ileri gitmiştir.[50] Mao ayrıca küresel ölçekte partizan tutumun dışında ‘düşmanlığın’ çeşitlenmesi ve mütekabiliyet bakımından önem taşır. Lenin I. Dünya Savaşı, Mao II. Dünya Savaşı dinamikleri açısından partizan düzeni temsil eder.

Schmitt partizan tarihsel sürecinin son evresini kolonyal savaş süreci içerisinde 1946-56 yılları arasında Hindiçin’de savaşan Raoul Salan’da görür. Salan, partizanın aldığı son biçimdir, nitekim Schmitt onu döneminin diğer savaşçı karakterleri olan Jouhaud, Challe yahut Zeller gibi komutanlardan daha yetkin görür ve bu durumu “tamamıyla gerçekleştirilmiş modern devrimci savaşın bir örneği”[51] olarak ifade eder. Salan partizan direnişin küresel ölçekte yayılımının temsilidir. Son ölçekte partizan içerdiği düzensizlik, toprağa bağlılık, hareketlilik ve yoğun siyasi angajman gibi özelliklerin denge ayarı ve içeriği değişerek farklı boyutlarda ve farklı isimler tarafından temsil edilmiştir. Bu durumun son görünümleri Schmitt’e göre Latin Amerikalı devrimciler tarafından temsil edilse de bugün liberal dinamikler içerisinde nereye denk geldiği tekrar düşünülecektir. Bu anlamda partizan, devrimci savaşçının karşısında politik varoluş ve eylemlilik halini sürdüren ve tarihsel ilerleme içerisinde belirli kırılmalarla farklı boyutlara ulaşan bir duruştur.

V. Sonuç Yerine: Kavgayı Diri Tutmak

İki dünya savaşı ardından yorgun düşen büyük insanlık ailesinin önüne iki ortak hikâye/çıkış kapısı kondu; bunlardan birincisi büyük metafizik öğretilerin/anlatıların, ikincisi ise tarihin sonunun geldiğine dairdi. Her iki unsurda da aslolan bir son biçilmesi ve yeni bir başlangıcın haberinin verilmesi oldu. Bu başlangıç savaşlardan çıkmış yorgun bir insanlık için makul bir öneri gibi gözükse de, zaman içerisinde ortaya çıkarttığı sorunlar bağlamında politik filozofların fikirlerinin eylemini oluşturur. Tarihin sonuna ilişkin tezlerin kutsanarak öne sürülmesi ortaya diyalektiklerin, çatışmaların ve paradoksların yitirilerek, nihai amacı ortaklık olan bir yaşam şeklini hedef gösterdi. Evrenselci ideolojilerin en büyük kaybı, Alman düşünür Carl Schmitt’in de ortaya koyduğu gibi apolitik bir siyaset ve devlet anlayışını ortaya çıkarması idi. Schmitt siyasalın kurucu kavramlarına dost ve düşmanlığa dayandırdığı hayat tarzlarının gerilimini devlet mantığına öncel görmektedir. [52] Siyasal olanı devletten öne çekerek hayat tarzıyla ilişkilendiren Schmitt’e göre, kendi hayat tarzını dayatmak pahasına savunan partizan, gerçek bir siyasi aktördür. Mevcut paradigmanın dışına taşma kaygısı, türdeşleştirici neo-liberal ve evrenselci iddialara eleştirel bir tutumla karşı çıkmanın öznesi partizandır. Bu minvalde “partizan teorisi”, tek kutuplu bir şekilde dünyaya dayatılan küresel liberalizmin dost-düşman ayrımını yok etmesi, siyaset alanının de-politize olması ve nomosunu kaybetmiş bir dünya için, bloklar-arası siyasal ve bölgesel bir birlik çağrısıdır. Schmitt’in soykütüklerini Clausewitz, Lenin, Mao ve Salan üzerinden kurduğu, hareketlilik, düzensizlik, yoğun siyasi angajman ve toprağa bağlılık özellikleri ekseninde inşa ettiği partizan figürü bugün politikayı de-aktif bir hale getirmek adına devrimci bir öneri sayılabilir. Nitekim politik özne olarak partizan, bugün her şeyin tek kutuplu bir dünyaya indirgendiği, öznel ve kültürel özelliklerini kaybetmiş ve herkesi bir aynılık etrafında toplayan dünya insanı fikrinin dünyaya yeni bir şey kazandırmadığı üzerine kuruludur. Birbiri ile danışıklı dövüşen, birbiri içinde eritilmeye çalışılan kutuplardan bir şey çıkmaz, üçüncü bir fikir, birinci ve ikincinin çatışmasından ve diyalektiğinden doğar. Çatışma, toplumları ve fikirleri diri tutar. Bu dirilik unsuru ise partizanın yerelliğini, bu yerelliğin verdiği farklılık unsurlarını, yani biricikleşmiş öznelliği önplana çıkarmak ile mümkündür. Olması gereken malumun ilanını, evrenselin tümele tahakkümünü kırarak, tekil bir şekilde ses çıkartmaktır. Aynının tahakkümüne, konforculuğun baskısı karşısında riski üstlenme cesaretidir. Post-modern dinamikler içinde hızın, mekansızlaşmanın, orta sınıf aynılaşmasının, enformasyon kirliliğinin, robotikleşme, politik yahut kültürel hegemonyaların karşısında aktif bir politika, ancak yola yatmayan, yoldan kaçmayan, yolu satmayan (hareketlilik), her zeminde ve koşulda fikirlerinin bedelini ödemek ve onlar adına savaşmak için kamusal bir izin talep etmeyen (düzensizlik), varolma kaygısına binaen kurduğu fikri gündelik/tekil dertlerine yem etmeyen (yoğun siyasi angajman), içinde bulunduğu toprakların gerçeğine yabancılaşarak küreseli yerele öncelemeyen (toprağa bağlılık) özelliklerini bir arada bulunduran o biricik öznede, yani partizanda saklıdır. Mesele, onun şiddetinden ve kavgasından değil; diğerlerinin konformist suskunluğundan kaygı duymaktır: “İnsan için bütün yollar “yürünebilir” yollar ise, o insan artık kaybolmuştur.”


KAYNAKÇA

Baudrillard, Jean. Çaresiz Stratejiler, çev. Oğuz Adanır, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2011.

Bezci, Egemen. Carl Schmitt’in Politik Felsefesi, İstanbul: Paradigma Yayınları, 2006.

Clausewitz, Carl von. Savaş Üzerine, çev. Selma Koçak, Ankara: Doruk Yayınları, 2015.

Colin S. ‘Clausewitz, History, and The Future Strategic World’ (Academic Bulletin), University of Reading, Strategic and Combat Studies Institute Conference, ‘Past Futures’, Royal Military Academy, Sanhurst, 3-4 July, 2003.

Çelebi, Aykut. Devlet, Toprak, Egemenlik: Carl Schmitt’in Düşüncesinde Siyasal Kavramı ve Kurucu İktidar Sorunu, Ankara: İmaj Yayınevi, 2008.

Çelebi, Aykut. “Schmitt ve Geniş Mekanlarda Siyaset”. Siyasal Üzerine Konuşmalar. der. Ahmet Okumuş, Metin Demir, İstanbul: Küre Yayınları, 2016, s.145-147. Gray,

Dotti, Jorge E. “Karl’dan Carl’a: Bir Marx Okuru Olarak Schmitt”, Carl Schmitt’in Meydan Okuması, Derl. Chantal Mouffe, çev. Hivren Demir Atay, Hakan Atay, İstanbul: İletişim Yayınları, 2019, s.158.

Han, Byung-Chul. Şiddetin Topolojisi, çev. Dilek Zaptçıoğlu, İstanbul: Metis Yayınları, 2018.

Etil, Hüseyin. İsmet Özel ve Partizan: Aynı Adamın Öyküsü, İstanbul: Küre Yayınları, 2019.

Kardeş, Ertan. Schmitt’le Birlikte Schmitt’e Karşı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2015.

Kardeş, Ertan. Yönsüzleşmiş Savaşlar, İstanbul: Pinhan Yayınları, 2019.

Kervegan, Jean-François. “Carl Schmitt ve ‘Dünya Birliği’”, Carl Schmitt’in Meydan Okuması, Derl. Chantal Mouffe, çev. Hivren Demir Atay, Hakan Atay, İstanbul: İletişim Yayınları, 2019. 

Kipp, Jacob W. Lenin and Clausewitz: The Militarization of Marxism 1914-1921, Military Affairs, Kansas State University, Ekim 1985.

Mouffe, Chantal. Siyasal Üzerine, çev. Mehmet Ratip, İstanbul: İletişim Yayınları, 2018.

Schmitt, Carl. Partizan Teorisi, çev. Sibel Bekiroğlu, Ankara: Nika Yayınevi, 2017.

Schmitt, Carl. Raum und Grossraum im Völkerrecht, SGN, 1949.

Schmitt, Carl. Siyasal Kavramı, çev. Ece Göztepe, İstanbul: Metis Yayınları, 2016.


[1]* Takuboku Ishikawa (1886-1912), Japon şair ve anarşistti. Japonya kültüründe yaygın olan, Tanka adı verilen kısa, geleneksel, aristokrasiye ait şiir tarzını sosyalist ve anarşist fikirleri ile revize ederek popüler kıldı. 1900’lerin başında, Japonya’da anarşist, sosyalist bir tahayyül yoktu, Takuboku o tahayyülü dolaşıma sokan isimlerden biri oldu. Ama hareket noktası, içinde bulunduğu somut gerçeklik, yani Japonya gerçekliği değildi. Hayal gücünü kullanarak bir sosyalizm-anarşizm tahayyülü kurdu. Anarşizm giderek söndü, sadece edebiyat alanında varlığını sürdürdü. Ishikawa 27 yaşında, çok genç yaşta Japonya’da sosyalizmin en önemli temsilcilerinden biri olarak öldü.

[2] Byung-Chul Han, Şiddetin Topolojisi, çev. Dilek Zaptçıoğlu, İstanbul: Metis Yayınları, 2018, s. 47.

[3] Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, çev. Ece Göztepe, İstanbul: Metis Yayınları, 2016, s. 46.

[4] Çalışmamızda kavramsal bir ortaklık olması ve ikilik oluşmaması bakımından asıl çeviride geçen “siyaset” kelimesi yerine “politika” kavramını tercih ettik.

[5] Schmitt, age., 46.

[6] Schmitt, age., 57.

[7] Schmitt, age., 48.

[8] Ertan Kardeş, Schmitt’le Birlikte Schmitt’e Karşı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2015, s. 48.

[9] Schmitt, age., s. 49.

[10] Aykut Çelebi, Devlet, Toprak, Egemenlik: Carl Schmitt’in Düşüncesinde Siyasal Kavramı ve Kurucu İktidar Sorunu, Ankara: İmaj Yayınevi, 2008, s. 9.

[11] Schmitt, age., s. 53.

[12] Egemen B. Bezci, Carl Schmitt’in Politik Felsefesi, İstanbul: Paradigma Yayınları, 2006, s. 43-44.

[13] Carl von Clausewitz, Savaş Üzerine, İstanbul: Doruk Yayınları, çev. Selma Koçak, 2011, s. 90.

[14] Clausewitz, age., s. 43.

[15] Clausewitz, age., s. 34.

[16] Clausewitz, age., s. 111.

[17] Colin S. Gray, ‘Clausewitz, History, and The Future Strategic World’ (Academic Bulletin), University of Reading, Strategic and Combat Studies Institute Conference, ‘Past Futures’, Royal Military Academy, Sanhurst, 3-4 July, 2003, s. 13.

[18] Ertan Kardeş, Yönsüzleşmiş Savaşlar, İstanbul: Pinhan Yayınları, 2019, s. 136.

[19] Schmitt, age., s. 74-75.

[20] Schmitt, age., s. 77.

[21] Han, age., s. 48-49.

[22] Aykut Çelebi, Schmitt ve Geniş Mekanlarda Siyaset’. Siyasal Üzerine Konuşmalar. (der. Ahmet Okumuş, Metin Demir), İstanbul: Küre Yayınları, s. 150.

[23] Kardeş, Schmitt’le Birlikte, Schmitt’e Karşı, s.181.

[24] Carl Schmitt, Raum und Grossraum im Völkerrecht, SGN, 1949, a. 41. Aktaran Jean-François Kervegan, ‘Carl Schmitt ve ‘Dünya Birliği’’, Carl Schmitt’in Meydan Okuması, Derl. Chantal Mouffe, çev. Hivren Demir Atay, Hakan Atay, İstanbul: İletişim Yayınları, 2019, s. 99. 

[25] Bezci, age., s. 46.

[26] Chantal Mouffe, Siyasal Üzerine, çev. Mehmet Ratip, İstanbul: İletişim Yayınları, 2018, s. 93.

[27] M. Ertan Kardeş, Yönsüzleşmiş Savaşlar, s. 145.

[28] Mouffe, age., s. 93.

[29] Jean Baudrillard, Çaresiz Stratejiler, çev. Oğuz Adanır, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2011, s. 46.

[30] Schmitt, age., 47-48.

[31] Carl Schmitt, Partizan Teorisi, çev. Sibel Bekiroğlu, Ankara: Nika Yayınevi, 2017, s. 52-53. 

[32] Kardeş, age., s. 96.

[33] Schmitt, age., s. 53.

[34] Schmitt, age., s. 55.

[35] Schmitt, age., s. 54.

[36] Hüseyin Etil, İsmet Özel ve Partizan: Aynı Adamın Öyküsü, İstanbul: Küre Yayınları, 2019, s. 74.

[37] Schmitt, age., s. 46.

[38] Schmitt, age., s. 46.

[39] Schmitt, age., s. 51.

[40] Clausewitz, age., s. 29.

[41] Schmitt, age., s. 35

[42] Schmitt, age., s. 78.

[43] Schmitt, age., s. 84.

[44] Çelebi, Devlet, Toprak, Egemenlik: Carl Schmitt’in Düşüncesinde Siyasal Kavramı ve Kurucu İktidar Sorunu, s. 133.

[45] Jorge E. Dotti, “Karl’dan Carl’a: Bir Marx Okuru Olarak Schmitt”, Carl Schmitt’in Meydan Okuması, Derl. Chantal Mouffe, çev. Hivren Demir Atay, Hakan Atay, İstanbul: İletişim Yayınları, 2019, s.158.

[46] Schmitt, Partizan Teorisi, s. 79.

[47] Jacob W. Kipp, Lenin and Clausewitz: The Militarization of Marxism 1914-1921, Military Affairs, Ekim 1985, Kansas State University, s. 188.

[48] Schmitt, age., s. 82.

[49] Etil, age., s. 83.

[50] Schmitt, age., s. 88.

[51] Schmitt, age., s. 95.

[52] Etil, age, s.89

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir