40. yılında, 12 Eylül’ün Ruhu Nerede?

12 Eylül her şeyden önce topluma yapılan bir saldırıydı; görece birbiriyle konuşabilen, tepki koyabilen, yer yer devletten ürkmediğini gösterebilen, birçok dönüşüme teşne ve heterodoks karakterli olan toplumun tabir yerindeyse içtimaya alınarak terbiye edilmesi ve tekdüzeleştirilmesi amaçlarına matuf kara bir lekeydi. Maalesef üzerinden 40 yıl geçmiş olan bu karanlık günü hala yaşamak zorunda kalıyoruz, darbenin ismini yargıladık, görünürdeki baş failine bir ceza da kesildi ama darbenin maksadına belki beklenmediği kadar ulaşıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. İktidar artık şiddete neredeyse hiç ihtiyaç duymadan, bedenleri ve zihinleri yönlendirebilecek bir güce erişmiş durumda, Foucault’nun deyimiyle en korkutucu otorite tarafından kuşatılmış durumdayız. Şu durumda darbenin ruhunun izleklerini ve duraklarını anlamak, güncelin siyasetini yaşayan bizler için elzem duruyor. Nitekim her tarafı kuşatmış olan bu siyasi atmosferi etkisizleştirmek zorundayız.

Kendilerine Atatürk’ün devrimci vizyonunu ihya eden ihtilalciler anlamı yükleyen darbeciler, her ne kadar darbeden sonra “Hedef Atatürkçülük” gibi beyanlar vermiş olsalar da toplumun tüm katmanlarına aktarılmak üzere Türk-İslam Sentezi gibi 60’lı ve 70’li yılların sağcı mahfillerinin “olgunlaştırdığı” bir ideolojiye usulca yelken açmışlardı. Bu amaçla daha önce açıktan göstermedikleri cemaatlerle işbirliği yaparak toplumu tasarlama iştigali için vites yükselttiler. Devletle kurdukları mesafeli ilişki nedeniyle taşrada kök salmış cemaatlerden bazılarını temsil eden figürlerin, darbeden sonra darbeyi alkışladıklarını açıktan müşahede ettik. Darbeciler, benimsedikleri Türk-İslam Sentezi garabetini bu dönemde bazı metinlere özenle işlemeye devam ettiler, yer yer kendileriyle saf tutan cemaatleri de topluma nüfuz etmek için kullanarak…

Türk-İslam Sentezi’nin en görünür destekçilerinden biri de kendisini Ortodoks Nurculuktan ayırarak daha Türkçü bir yaklaşıma yelken açan ve darbeyi destekleyen Fethullah Gülen’di. Gülen darbeden hemen sonra yayınlanan ilk Sızıntı dergisinin başyazısını şu ifadelerle bitirmişti: “Ve işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tulûu saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekâsına alâmet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihâlelerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.”[1] “Darbeyi yargılıyoruz” mottosuyla propagandası yapılan 12 Eylül 2010 referandumunda ölüleri bile oy vermeye çağıran da, 2005’te Milliyet’e verdiği bir mülakatta Kenan Evren’i cennetlik ilan eden de yine bu zat idi. Erdoğan ile araları açıldıktan sonra katkı sunduğu bu yargı altyapısının olduğu gibi Erdoğan’a teslim etmek zorunda kaldı. İçinde ironi barındıran dönemeçler ve olaylar yaşansa da darbenin ruhunun taşıyanlar aynı kodları kuşanarak konuşmaya devam ettiler. 15 Temmuz 2016 darbe kalkışmasından sonra gücü temerküz edenler aynı dille ve aynı üretilmiş hukuk altyapısı üzerinde vatanseverlik ahkamı satmaya devam ediyorlar, usulca talan ettikleri vatanı sevdiklerini bağırarak söylerken…

Neyse konuya dönelim, darbeden sonra Türk-İslam Sentezi garabetinin benimsendiğini gösteren çokça metin tedavüle girdi. Ancak darbeden öncesine bakmak, darbe sonrasında maruz kaldığımız atmosferin somut bir tahayyülün ürünü olduğunu görmemize vesile olabilir. Darbe öncesinde karşımıza çıkan bazı kararlar ve uygulamalar, darbeden sonra ülkenin dümen kıracağı politik aksa dair önemli işaretler veriyor.

En ilginç görüntülerden bir tanesi darbeden evvel, Mayıs 1980’de yayınlanan “Milli Konut Politikası” kararnamesidir. Bu kararnamede bu gibi metinlerde daha önce neredeyse hiç karşılaşmadığımız bir terkiple karşılaşırız. Kararnamede “Türk İslam geleneklerine uygun konut tipi geliştirilmesi”nden bahseder.[2] Bu gibi bir terkibin metne giydirilmesi bize devlet yönetiminde etkili olan birilerinin evlerimizin içini tasarlamaya niyetlenmiş olduğunu açıkça anlatıyor. Benzer şekilde 24 Ocak Kararları (24.01.1980) da bize çok fazla şey söyler. Arkasında o dönemde bir bürokrat olan Turgut Özal’ın imzası olan bu kararlar, darbeden sonra tesis edilen yeni siyasetin eko-politik izleğinin genel karakterini yansıtır. Dış ticaretin serbestleştirilmesi, sübvansiyonların azaltılması, günlük döviz kuruna geçilmesi, tarım ürünlerine sağlanan desteklerin sınırlandırılması, ithalatın kademeli olarak liberalize edilmesi ve denetimsizleştirilmesi gibi uygulamalar devreye girer. İlk uygulamalardan biri faiz oranlarının 1 Temmuz itibarı ile serbest bırakılmasıdır. Sonrasında bankalar ve tefeciler mevduat toplamak için yüksek faizler teklif ederek kısa süre içinde bir krize neden olurlar. 1982’de bu şekilde toplanan mevduatlar geri dönmeyince “Bankerler Krizi” patlak verir. Bu vaka “Temmuz Bankacılığı” olarak akıllarda kalır. Yüksek faizlerle tefecilerin kredi vermesine imkan veren bu uygulama uzun vadeli olmaz ama ekonomik finanslaşmanın ve denetimsiz liberalliğin bazı ön denemeleri olarak tarihe geçer, tabi bir dolandırıcılık vakası olarak anılarak…

Kaynak: Kenan Evren, Kenan Evren’in Anıları 2, 2. baskı, Şubat 1991, sf. 495, Milliyet Yayınları.

1980 yılı ne gibi bir politik ve toplumsal görüntünün arzulandığını gösteren çokça veriyi bize sunar. 12 Eylül Darbesi bu arzulanan uygulamalar için manivela işlevi görür. Anlaşılan o ki, ülkeye ve topluma dair hesaplar yapanlar ve bunun için topluma saldırma hakkını kendinde görenler, Mustafa Kemal gibi bir figürü yüceltmek ve kendi besledikleri kaosu dindirmek adına bir harekete girişmezden evvel, benimsedikleri ve denetleyebildikleri dini anlatıya yelken açıp, sermayeyi gözetip, güvencesizliği ve emek sömürüsünü arttırıp, milliyetçilik satan ve her türden yağmacı için cennet olan bir ülke tahayyül etmişlerdir.

Bununla birlikte darbeden memnun olan sermaye çevrelerinin açık mektuplarına, destek beyanlarına, destek ziyaretlerine dair elimizde çokça fotoğraf var. Vehbi Koç’un Kenan Evren’e gönderdiği bol miktarda hürmet barındıran ama uzunca bir yol haritası da çizen mektubu ve darbe sonrası için yaptığı görüşme[3], geçen günlerde vefat eden Suna Kıraç’ın “ordu demokrasiminiz koruyucu meleğidir” gibi açıklamaları[4], Türkiye İşveren Sendikasının 1987’de Kenan Evren’i ziyaret ederek gözümüze soktukları tablo, yükselişte olan ve ayağa kalkınca ülkeyi kilitleyebilen işçi örgütlerinin eylemlerinin yasaklanması ve doğal olarak işçi ücretlerinin düşüşe geçmesi gibi çokça somutluk darbedeki maksadı açıkça gösteriyor. Bu gibi asli amaçların yanında orduda yer alan ve daha toplumcu siyasal tutum alabilen subayların tasfiyesi de 12 Eylül ile birlikte kemale ermişti, artık sosyalist birinin orduda barınması eskisinden çok daha zordu ama Atatürkçü görünen herhangi biri pekala girip örgütlenebilir olmuştu.[5] Bu tektipçilik sadece ordu için değil ülkedeki bütün kilit kurumlara teşmil edilmişti ve buralarda yerini alamayanlar için her türlü sızma ve ele geçirme tedricen zihinlerde meşru bir yer edinmeye başladı.

Görüntüde istenen bu tektipçiliğe rağmen darbecilerin Türklüğe hizmet eden bir İslam ile meseleleri olmadığını yine kendi yazdıkları metinlerden çıkarabiliyoruz. Kenan Evren anılarında İslam’ın salt bir Arap dini olmadığını; Türkçe ibadet, Türkçe ezan gibi uygulamaların pekala bu topraklar için işletilebileceğini, Müslüman olmak için Arap kültürüne mecbur olmadığımızı ayetler delillendirmeye çalışarak anlatır.[6]

“Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Yürütme Komitesi üyeleri 20 Ocak 1987’de Cumhurbaşkanı Kenan Evren’le birlikte.” Kaynak: https://twitter.com/Narodnayavolya2/status/1305173231075291136?s=20

Darbeciler, bir ihtilal yaptıklarını ve yolunu kaybettiğini vurguladıkları demokrasinin ve hukukun fabrika ayarlarına döndürülmesi için bir harekete giriştiklerini söylediler. Yaptıkları müdahalede de kimlik ve siyaset ayrımına gitmeden bütün anarşist unsurları hedef aldıklarını beyan ettiler. Hatta Kenan Evren idam listelerinde de kendilerince solcu-sağcı dengesini gözettiklerini marifetmiş gibi anlatmıştı.[7] Böyle bir tarafsızlığın olmadığını iki görüntüye bakarak rahatlıkla anlayabiliyoruz. Birincisi, devletin gadrine uğrayan sağcıların “biz içerdeyiz ama fikrimiz iktidarda” gibi beyanları, bize yaşananların sağ mahallede nasıl göründüğünü gayet iyi anlatıyor. İkincisi, darbenin neticede ülkedeki toplumsal katmanlar ve sınıflar arasındaki irtibata sahip ve devleti de rahatsız eden en büyük kesim olan sol çevrelerin gücünün kırılmasıyla neticeleniş olduğunu biliyoruz. Öyle ya da böyle devlete karşı toplumu güçlendirmek için aktif gayret içinde olan neredeyse bütün bireyler devlet şiddetine maruz kaldılar, kaçabilenler ise kaçtı, bazıları vatandaşlıktan da çıkarıldılar. Devletçilikle mündemiç sağ siyaset ise darbeden sonra hızla güçlendi ve büyüdü.

28 Aralık 1986 tarihli Nokta Dergisinden bir haber. Bu haber, devletin kritik kurumlarına girme arzusunun ve bu gibi girişimlere bir düzeyde müsamaha gösterdiğinin de ıspatı gibidir. Kaynak ve ilgili haberin tamamı: https://medyascope.tv/2018/12/24/28-aralik-1986-tarihli-nokta-dergisi-haberi-orduya-sizan-dinci-grup-fethullahcilar/

İdamlar, her iki taraftan da kırımlar, bir tarafsızlık anlatısı üretme amacı taşıyordu. Bununla birlikte darbe her ne kadar bazı sağcı sempatizanların ve siyasetlerin yıpranmasına ve hatta bazı faillerin idamına neden olmuşsa da darbenin öncelikli amacı sol anlatının ve kültür teşekkülünün topluma sirayet etmesine dönük rüzgarı kesmekti. Toplumla rabıta kurabilen ve devleti/sermayeyi gözetmeyen her siyasallık iktidar olmanın gereği olarak boğulmalıydı. Darbe, Türkiye’de solun artık neredeyse geri dönülmez şekilde toplumla ve emekçi sınıfla rabıtasının kesilmesine neden oldu. Aradan 40 yıl geçmiş olmasına rağmen durum hala içler acısı…

***

Darbeciler kendileriyle toplum arasında duran engelleri siyasi yasak koyarak, hapsederek, asarak, kovarak etkisizleştirmiş olsa da istediklerine bir anda ulaşamadılar. Bunun bazı nedenleri var, genelde dikkatten kaçan şey ise geç şehirleşme… Darbe sonrası toplumsal dönüşümü anlamak için nüfus dağılım oranlarına da bakmak gerekiyor. TUİK rakamlarına göre 1980’de köyde/kırda yaşayanların oranı %58,19 idi. Bu oran 1990’da % 40,99’a ve 2000’lerde %35,10’a kadar geriledi. Darbe usulca kemale ererken taşra hızla merkeze akıyordu.

Taşra kökenli olmanın olumlu bir katkısı, kolektif ve dayanışmacı yaşam pratiklerini uzun süre muhafaza etmeye dönük reflekstir. Taşranın, genel politik görüntüsü ve refleksleri pek de hayırhah olmamakla birlikte, kolektif yaşama pratikleri bazı olumlu tarafları olan bir muhafazakarlığı da taşır. Maalesef bu kolektiflik ruhunu şehir hayatında Özalizm karşıladı. Diğer bütün ihtimaller devlet tarafından kristalleştirilerek etkisizleşmişti çoktan. Özal taşra arzusunu bir nevi kirleterek –sol siyaset, 80’den önce bu arzuyu devrimci bir kanala aktarmayı az çok beceriyordu nitekim-, orta sınıfı ve sermayeyi de yanında tutarak, işçi sınıfını fakirleştirerek ve alternatif siyasetleri de bastırarak darbenin sürdürülebilirliği için canla başla çalıştı. Ancak bu darbenin kalıcı ve topluma işleyen bir etkiye kavuşmasına yetmemişti. 90’larda ise sürekli bir şekilde tıkanmaya maruz bırakılan parlamentarizmle ve toplumu yoran operasyonlarla geçirdik. Arzu edilen siyasi kültüre ve meşruiyete ancak 2000’lerle birlikte kavuştu darbeciler.

Toplum bu süreçte kotarabildiği kadar maraz çıkarmaya gayret etti. Mesela devleti yönetenlerin tahayyül ettikleri gibi vahşi kapitalizme teşne bir toplum yoktu, bankaları sempatik ve kurtarıcı görme hasleti kesinlikle yaygın değildi, misal kredi kartı kullanımları ancak AKP döneminde yüksek oranlara ulaştı. Toplum her ne kadar devletin zor gücünden korksa da devletçi görünmeye bugün ki kadar açık değildi, vatansever olsa da aptal milliyetçiliklere ha deyince yelken açmazdı. İran İslam İnkılabının yarattığı rüzgar ile 80 öncesi İslamcılık tecrübesinin mirası yeni terkiplere imkan sağlamıştı, Tanıl Bora’nın deyişiyle “sağcılıktan ayrı bir istidadı olan”[8] İslamcılıklar görünürleştiler ve haliyle darbeciler için dizginlenmesi ve terbiye edilmesi gereken semptomlar olarak değerlendirildiler. Devletin oransız şiddeti neticesinde Kürt siyasallığı, darbe öncesinden başka kimlikler, siyaset ve kitlesellikler üretmeye başladı. Alevilik daha görünür bir alana açılmaya başladı ve Aleviler hızla dernekleşerek sosyal hayatın daha görünür bir parçası oldular. Şimdilerde Sünni-Türk olarak genelleştirilen halkın, İslam’ın kitabi olanına kalbi tam anlamıyla ısınmamıştı ve bolca heretik/senkretik görüntü vermeye devam ediyordu, bu durum devletten görece uzak olan taşra kapalılığı ile doğrudan alakalıydı. Ancak tutunma olanağı sağlayan şehir kültürü çoktan Özalizm’e boğulmuştu.

Ayrıca burada bir noktaya da değinmek anlamlı olacaktır, 80lerde ve 90’larda sergilenen sekülerizm/laikçilik görüntülerinin tabir yerindeyse bir denetimli alan gözetimi olduğu kanaatindeyim. Toplumu bir nevi denetimli yönlendirme faaliyeti… Yoksa imtiyazlı kadroların ve sermayenin çıkarlarını gözeten bir dindarlıkla asla problem yaşanmadığı kanaatindeyim. Bu bağlamda 1997’de yaşanan 28 Şubat vakasının da daha çok bir kulak çekmek olduğunu düşünüyorum. Bunu da AKP döneminde muhaliflere verilen cezalarla o dönemde “şeriatçı” denilerek suçlanan insanlara verilen cezaları karşılaştırarak söylüyorum. 28 Şubat’ta topluma yaşatılanlar sadece Gezi’den sonra bu ülkeye yaşatılanların yanında devede kulak kalır. Ülke tarihindeki sol örgütlere reva görülen eziyetleri, 28 Şubat ile eşdüzey değerlendirmek alenen abesle iştigal olur.

***

2000’lerde hayatımıza giren AKP siyaseti ise her alanda iflas etmiş bir ülkede halk için bir umut vaadiyle öne çıktı. Bu moment için bazı tespitler yapabiliriz. Liberal ve denetimsiz ekonomi büyük bir kriz içindeydi, ekonomi sadece bir anayasa kitapçığı fırlatıldığı için devalüasyona yelken açabiliyordu. Alternatif tahayyülleri olan İslamcılıklar hapsedilmiş ve konuşamaz hale gelmişti, haliyle kolayca sağcı kodlarına geri dönebilecek şekilde ıslah edilmişti. Şiddet siyaseti Kürt hareketini yormuştu ve Kürtler kan akmasındansa başka seçeneklerle siyaset yapmaya gayet açıktı. Devletin ısrarla savunduğu güvenlikçi siyasetin işe yaramaz sonuçlar verdiği görülüyordu. Bürokrasi ve mafya iç içe geçmiş ve Susurluk gibi skandallar patlak vermişti. Taşranın merkeze koşuşu hız kesmeden devam ediyordu. Sonra gömlek değiştirdiğini beyan eden, herkese açık olduğunu söyleyerek siyaset sahnesinde öne çıkarken dindar bir görüntü verebilen, dünya devletleriyle ve komşularıyla çok rahat ikili ilişkiler kurabildiğini gösteren bir AKP koalisyonu ile karşılaştık. Ayrıca bu koalisyonun kendilerinden önce ekonomiyi düzeltmeleri için ABD’den gelen bazı bürokratların ortaya koyduğu eko-politik kurguyla meseleleri olmadığını da yaşadık.

Bu koalisyona çok fazla kredi açıldı ancak bu kredilerin eblehçe olduğunun anlaşılması için maalesef uzun süre bekledik. Bu hayal kırıklığı anlarını saymayacağım, herkes az çok biliyor zaten, neticede vardığı nokta 12 Eylül’ün teklif ettiği siyasallığın gayet kitlesel bir görüntüsünden ibaret.

Darbenin üzerinden 40 yıl geçmiş. Darbe ve darbeciler de sözümona yargılandı. Darbecilerin isimleri sokaklardan silinmiş belki ama geldiğimiz nokta darbecilerin hayal bile edemeyeceği bir düzey. Muhtemelen hiçbir darbeci ve sermayedar ülkenin bu denli istedikleri kıvama geleceğini kestirememişti. Kendilerini korumak için yasalar çıkardılar ancak ülkeye vermek istedikleri ruhun bu denli mücessem olacağını bilselerdi belki bu yasalara ihtiyaç duymazlardı. Göstermelik yargılanmaları bir tarafa 12 Eylül ruhu her alanda dört nala saldırıya devam ediyor.

Jingoizm, şovenizm, bağnaz ve garabet bir dindarlık, sürekli pompalanan hamaset, sermayenin her türlüsüyle barışık ekonomik politikalar, hukukun ve demokrasinin ilga edilmesi, anayasa mahkemesinin bile içişleri bakanınca tehdit edilebilmesi, meslek örgütlerine bile tahammül edilememesi gibi çok fazla paralelliği bugün yaşamak durumunda kalıyoruz. Ayrıca başımızda artık sadece İstanbul sermayesi de yok, kamu imtiyazlarıyla inşaat ihaleleri alan türedi taşra zenginleri de halkı sömürmeye devam ediyor. Kürt olmak ülkenin çoğu yerinde linçle öldürülmek için yeterli bir sebep olabiliyor. Diyanet’in megafonluğu ile topluma telkin edilen en çok Türkleri seven bir ilah ve İslam üzerine konuşmak ülkenin normallerinden biri oldu. Mustafa Kemal Paşa’nın mirası 40 yıl önce nasıl tartışılıp konuşulan bir şey değilse bugün de öyle, kutsama veya tahkir dışında kalan anlatımlar gündemin dışında.

***

Bizde efkar-ı umumiyenin gerçekten var olup olmadığı hep tartışılagelmiştir. Kamusal fikriyatın ve tartışma kültürünün bu topraklarda tam anlamıyla oturmadığı çokça söylenir. Misal çokça telaffuz edilen Tanzimat aydınlarının sayısı oldukça azdır. 80’den önce kavga gürültüyle de olsa toplum bir tartışma, anlamaya çalışma ve pratiğe dökme gibi bir takım hasletlerini güçlendirmeye başlamıştı. Herkesin her şeyi az çok bildiği ve bunu da devlet sopasından daha az korkarak telaffuz edebildiği, en azından sığınma ve kaçış alanları bulabildiği bir dönemdi. Ama bu tam olmamış özgürlük hali kalıcılaşmamıştı ve zaten darbeyle birlikte ister istemez sönümlendi.

Toplumla rabıta kurma tekeli darbeyle birlikte görevli astsubaylara tahsis edildi. Darbecilik bugün eskisinden çok daha sivil ve topluma yayılmış durumda. Eğer darbeyle gerçek anlamda hesaplaşmak istiyorsak, darbenin beklentilerini karşılayan siyasallığı hedefimize koymamız gerekiyor. Ve bu siyasallık AKP-MHP iktidarıyla altın günlerini yaşıyor, darbecilik maalesef hegemonik bir anlama kavuşmuş durumda ve topluma saldırmaya programlı karakterini muhafaza ediyor. Şunu rahatlıkla söyleyebilir durumdayız, mevcut iktidarı zayıflatan her hamle tamamlanmamış 12 Eylül hesaplaşmamız için anlam ihtiva ediyor.


[1] 1 Ekim 1980 tarihli Sızıntı Dergisi (Cilt 2, Sayı 21), Son Karakol başlıklı yazı. 15 Temmuz’dan sonra Gülencilerin neşriyatları ve arşivleri neredeyse kül olduğundan yazıya ancak şuradan ulaşabildim: https://odatv4.com/-fethullah-gulen-darbeye-arz-ederim–1408101200.html

[2] İmar ve İskan bakanlığının 8/742 sayılı kararı 06.05.1980 tarihinde 16980 sayılı Resmi Gazete’de “Yurdumuzdaki Hızlı Nüfus Artışı ve Şehirleşmeye Dair Karar” başlığıyla duyurulmuştur. Kararın detayları ise 11.05.1980 tarihinde 16985 sayılı Resmi Gazete’de “Milli Konut Politikasının Uygulanmasına Dair Esaslar” başlığı altında yayınlanmıştır.  8/742 satılı kararda şu ifadeler geçmektedir: “…vatandaşlarımızı konut sahibi yapmayı hedef alan bir Millî Konut Politikasının uygulanması; İmar ve İskân Bakanlığının 28/4/1980 tarihli ve A-02/75 sayılı teklifi üzerine, Bakanlar Kurulunca 1/5/1980 tarihinde kararlaştırılmıştır.”  “Milli Konut Politikasının Uygulanmasına Dair Esaslar”da pratik ve toplumsal ihtiyaçları gözeten bir dizi temel ilkeye yer verilmiştir. Ancak ilkelerdeki 8. madde oldukça dikkat çekmektedir: “Türk – İslâm aile ihtiyaçları gözönünde tutularak millî anane ve örflere uygun konut tipleri geliştirilmesi, her türlü mekân, maliyet ve malzeme standardları gözden geçirilerek tespit edilmesi ve uygulamada buna özellikle itina edilmesi.”

[3] 03 Ekim 1980 tarihli mektup ve ikisinin 12 Ekim 1980’de yaptığı görüşmede aktarılan teklifler bize çok fazla şey anlatıyor. Mesela kıdem tazminatlarının törpülenmesi için bazı adımlar atılmasını öneren 5. madde hala uygulanmak isteniyor ve ne mutlu ki muvaffak olunabilmiş değil ama hala gündemimizi işgal eden bir tartışma… 14. Madde ise darbenin sahiplerinin zihin dünyalarını ve tahayyüllerini çok iyi özetliyor: “Dinsiz millet olmaz. Din işleri, bu defa siyasi partilerin istismar edemeyecekleri şekilde düzene sokulmalıdır.” Burada kastedilen siyasi partilerin, devlet ve sermaye çıkarlarına ters işler siyasi partiler olduğunu ayrıca vurgulamak gerekir. Maddede geçen “bu defa” ifadesi de devleti yönetenlerin bu alanı hiçbir zaman boş geçmediğinin itirafı gibi olmuş. Mektubun ve görüşme sırasında Vehbi Koç’un sunduğu tekliflerin bir derlemesine şuradan ulaşabilirsiniz: https://twitter.com/GunlukArsiv/status/1039829114306347008?s=20

Mektubun ve görüşmenin hikayesi içinse en dikkate değer kaynak Kenan Evren’in kendi aktarımı olacaktır: Kenan Evren, Kenan Evren’in Anıları 2, 2. baskı, Şubat 1991, sf. 115-120, Milliyet Yayınları.

[4] Suna Kıraç, 2018’de yayınlanan, 1990 tarihli bir BBC belgeselinde şöyle demişti: “Her ne kadar son 20 yıl içinde iki darbe yaşanmış olsa da Türkiye demokratik bir ülkedir. Ordunun, Türk demokrasisinin koruyucu meleği olduğunu düşünüyorum. Türkiye demokratik bir ülke ve Avrupa’yla da bütünleşecektir.” BBC’nin 1990’da hazırladığı ‘Türkiye ve Avrupa’ belgeselinin 1. bölümü, (Dk. 13.15-13:32) Video linki:

https://www.youtube.com/watch?v=SNEBaAfPRC4&feature=youtu.be

Ayrıca belgesel AKP siyaseti ile darbecilerin başbakanı Turgut Özal siyasetinin birçok noktada önemli paralellikler sergilediğini oldukça başarılı şekilde bize gösteriyor. Misal, o dönemde Özal’a yapılan eleştiriler ile şimdilerde Erdoğan’a yapılan eleştiriler çok benzer.

[5] Cemal Süreya’nın 1988’de yayınladığı Sıcak Nal isimli kitabında Kısa Türkiye Tarihi V şiiri şöyledir/şu kadardır: “Kahvede subay yok / Bu nasıl iştir”

[6] Detaylar için Kenan Evren, Kenan Evren’in Anıları 1, 4. Baskı, Kasım 1990, Milliyet Yayınları, sf.89-91.

[7] 32. Gün Arşivindeki 12 Eylül 1980 Darbesi Nasıl Yapıldı? | Kenan Evren Anlatıyor başlıklı yayın, Evren’in bu vurguyu yaptığı yer. Yayın, ibretlik bir darbeci profilini görmemiz için de çokça beyanı da barındırıyor: https://www.youtube.com/watch?v=lWsz5Q6OvA4

[8] Tanıl Bora: “İslamcılığın Sağcılıktan Ayrı bir İstidadı Vardı”, Link: https://www.emekveadalet.org/soylesiler/tanil-bora-islamciligin-sagciliktan-ayri-bir-istidadi-vardi/

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir