Kuran’dan Notlar – Kuran’da Epistemolojinin Temelleri (III)

Tarihselcilik


Medeniyetimizin evrensel bilgiye katkı yaptığı dönemlerdeki düşünürlerin hayatına baktığımızda pek çoğunun daha çocuk yaşta Kuran’ı ezberlediğini görürüz. Kuran, Orta Çağ İslam müfredatının temel metniydi.

Daha sonra bu düşünürler bir yandan Kuran edebiyatında uzmanlaşırlar, bir yandan da başka medeniyetlerin hikmet birikimine açılırlardı. Ve muhatabı oldukları medeniyetin birikimini İslam’a mal ederlerdi.

Örneğin Hallac, Hint medeniyetine açılmış ve Hint medeniyetinin “Ene’l Hakk” düşüncesini İslam’a mal etmiş, kendi çağının Hanbelî ve Selefîlerine “Ene’l Hakk” düşüncesinin Kuranîliğini ikna edici biçimde anlatmıştı. Yerleşik iktidarın onu tehdit olarak görmesi bu yüzdendi. Daha önce bu köşede Kuran’a göre insanın Allah’a kulluğunun bilgi ve eylemle tanrısallaşmak olduğunu bir seri halinde dile getirmiştim. Muhtemelen Hallac da Kuran’ın böylesi gizemlerini keşfediyor ve Hintlilerin benlik-Brahma özdeşliğinin Kuran’ın derinindeki hikmetinde yer bulduğunu görebiliyordu.

Sühreverdi de böyledir. Onun da ilk eğitimi Kuran’ı ezberlemek olmuştur. Bu sefer o Hallac gibi Hint medeniyetine değil, Allah’ı En’am suresinin ilk ayetindeki gibi ‘göklerin ve yerin ışığı’ olarak kavrayan Zerdüşt bilgeliğine açılım yapmıştı ve Zahirî alimlere Kuran’ın derin mesajının Zerdüşt bilgeliğini de kuşattığını anlatabiliyordu. Onun için de onu anlayan Zahirî alimler onu seviyor, zahireperest fukaha ise ondan hazzetmiyordu.

Mevlana da kendi Mesnevi’si için “Kuran’ın özünü aldık, kışrını zahir ulemasına havale ettik” diyordu. Mesnevi’deki hikayeler büyük ölçüde Hint geleneğinden geliyordu. Fakat Mesnevi’deki felsefe Kuran’ın derin hikmetinin bir tezahürüydü. (Ben kendi Beyaz Kale adlı kitabımda Mesnevi’nin temel felsefesine ait cümlelerin Kuran’ın hangi ayetlerinde süzüldüğünü bir parça göstermeye çalışmıştım.)

Fakat aradan geçen asırlar içinde Kuran’ın derinlikleriyle İslam dışı medeniyetlerin hakikatleri arasında bağ kurma yeteneğini kaybettik. Bunu yeniden kazanmamız gerekiyor.

Peki 604 sayfalık, topu topu 600-700 kök kelime kullanan, 6000 ayetten oluşan ve son derece basit bir gramere sahip Kuran bunu nasıl başarıyor?

Burada Yeni Edebiyat Düşüncesinin münşii T. S. Eliot’tan öğrendiğim bir cümleyi zikretmek istiyorum: “Çağları aşan klasik eserler son derece sade bir dil kullanırlar. Klasikler dile getirecekleri fikirleri teknik kelimelere boğmazlar. Fakat o sade kelimelere öylesine yoğun anlamlar sıkıştırırlar ki asırlar sonra bile taptaze okunabilirler.”

Kuran’dan Notlar köşesinde bir süre Kuran’da epistemoloji üzerinde duracağımızı söylemiştik. Yani Kuran’ın çağımızın epistemolojik bilincine de hitap ettiğini… İddiam odur ki Kuran’ın bu son derece sade dilinin arkasındaki yoğunluğu edebiyat analizi yoluyla keşfettiğmizde aynı Hallac ve Sühreverdi gibi çağımızın hikmet birikimini İslam’a mal edebiliyoruz.

Daha önce Kuran’da fenomenolojiye işaret eden bir ayeti zikretmiştim. Bu yazıda bu düşünceyi tarihselci epistemolojiye genişletmek istiyorum.

(Bu yazı biraz uzun ve teknik olacak. Dikkat buyurmanızı rica ediyorum.)

Aşağıdaki pasaja bakın: 

“And olsun biz, Nûh’u kavmine gönderdik. ‘Ey kavmim dedi, Allah’a kulluk edin. O’ndan başka tanrınız yoktur. Hâlâ sakınmaz mısınız?’ Bunun üzerine, kavminin içinden kâfir kodaman topluluğu ‘Bu, tıpkı sizin gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki bir melek gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık.’ dediler.”  Mu’minun suresi, 23 -24. ayetler

Bu pasaj ‘epistemoloji suresi’ olarak da anabileceğimiz Muminun Suresinde geçiyor. Bu surede Kuran önce (1) bazı evrensel ahlaki değerleri anlatıyor. Sonra (2) insanın ana rahmindeki gelişimini anlatıyor. Sonra (3) tüm evrenin nasıl insana hizmet ettiğini anlatıyor. Sonra da üç peygamberin kıssasını anlatıyor: (1) Nuh, (2) adını vermediği başka bir peygamber ve (3) Musa. Bu üçlemelerle ele alınan sorunların tartışması sure boyunca devam ediyor. Ve 84-89. ayetlerde kafirlere sorulan üç metafizik soruyla zirveye çıkıyor. Haliyle insan bu üçlemelerin bağrında bir gizem taşıdığını düşünmek zorunda kalıyor. Benim iddiam o ki, bu üçlemeler üç farklı düşünce biçimini ifşa etmek ve bu düşünce biçimlerine Allah’ın dinini anlatmak üzere tasarlanmış.

Göstermeye çalışayım.

Yukarıda zikrettiğim pasaj üç peygamberden ilki olan Nuh’un kavmiyle mücadelesini anlatıyor. Nuh kavmine hak dini anlattığında kavmi ona şöyle itiraz ediyor: “Biz atalarımızdan böyle bir şey duymadık.” Haliyle anlıyoruz ki bu kavim bilgiyi atalarından intikal edenle sınırlı tutan gelenekçi tarihselci bir kavim.

Gelenekçi ve tarihselci zira bu kavim Nuh’a itiraz ederken Nuh’u “kendilerine üstün gelmek isteyen bir adam” olarak kavrıyor.

Tarihselcilik ile bir insanı “üstün gelme çabasıyla” tanımlamak arasındaki ilişki ne?

Bunu bir kıyasla anlatayım: Örneğin Marxist materyalizmde insanlar birbirine eşit olarak kodlanır. Hepsi aynı bedene sahiptir çünkü. Tarihselci ve gelenekçi bir toplumda ise toplumda hiyerarşi yaratılır. Zira geleneksel hikmet mirasını hakkıyla kavrayanlar ile bu mirası hakkıyla kavramayanlar arasında özsel bir hiyerarşi vardır. Tarihsel hikmet mirasına sahiplik üzerinden kurulmuş her toplumda bu hiyerarşiyi görebilirsiniz.

İşte Nuh’un kavmi tarihselci bir kavim olduğu için Nuh’a baktığında onun ‘üstün gelme çabası’nı öne çıkarıyor. Çünkü bu kavim insanları toplumdaki hiyerarşik mevkiine göre tanımlıyor. (Daha sonra aynı suredeki diğer peygamberlerin kavimleri tarafından nasıl tanımlandığına baktığımızda bu durum daha da netleşecek. Mesela hemen sonraki kıssada kavmi, peygamberi “yeyip içmesiyle” tanımlayacak. Firavun ise Musa’yı “bizim kölemiz” diye tanımlayacak. Bunların hepsi, ayrı epistemolojilerin ürettiği kavrama biçimlerini göstermektedir.)

Mu’minun suresinin üçlemeler üzerine kurulu olduğunu söylemiştim. Haliyle kıssa üçlemeleriyle surenin başındaki (1) ahlak, (2) embriyo, (3) evrenin insana hizmet ediyor olması durumu arasında bir bağlantı var.

Bu bağlantı ne?

Şimdi Mu’minun suresinin ilk bölümünü oluşturan ahlak emirlerine bakalım (benim kendi çevirimle): 

“1- Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir. 
2- Onlar ki, namazlarında ve idealleri için mücadelede huşû içindedirler,
3- Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler,
4- Onlar ki, zekat için çalışırlar,
5- Ve onlar ki, iffetlerini korurlar,
6- Ancak eşleri ve sağ ellerinin/yeminlerinin sahip olduğu (sevgilileri) hariç. (Bunlarla ilişkilerinden dolayı) kınanmış değillerdir.
7- Şu halde, kim bunun ötesine gitmeyi isterse, işte bunlar, haddi aşan kimselerdir.
8- Yine onlar ki, emanetlerine ve ahidlerine riayet ederler,
9- Ve onlar ki, birbirlerine desteklerini ve saygılarını karşılıklı olarak muhafaza ederler,
10- İşte asıl onlar varislerdir.
11- Ki, Firdevs’e varis olan bu kimseler orada ebedî kalırlar.”

Zikredilen ilk kavim tarihselci bir epistemolojiye sahipti. Bu epistemoloji insanı kavrarken onu hiyerarşideki yerine göre tanımlıyordu. Zira tarihsel hikmet mirasını hakkıyla kavrayanlar ile kavrayamayanlar arasında özsel bir eşitsizlik ilişkisi vardı.

Mu’minun suresinin başındaki pasaj ise işte bu tarihselci kavme hitap ediyor.

Bu pasaj gerçek müminlerin ahlak sistemini anlatıyor.

Peki ahlak sisteminin tarihselci-gelenekçi bir toplumla ilişkisi ne? Yine mukayeseyle anlatayım: örneğin Marxist materyalizm toplumların ahlak sisteminin reddiyesi üzerine kuruludur. Zira materyalizme göre ahlak egemenlerin zayıfları ezmek için kullandığı bir ideolojidir.

Geleneksel/tarihselci bir toplum için ise tarihsel hikmet mirası her şeyden önce bir ahlak ve bu ahlakın gelecek nesillere intikali meselesidir.

İşte Kuran, yukarıdaki ayetler yoluyla İslam ahlak sisteminin üstünlüğünü anlatıyor.

Burada bu ahlak sisteminin evrenselliğini tartışmayacağım. Sadece şu noktayı göz önüne getirmek istiyorum: Kuran işte bu ahlak sistemine sahip olan insanların Firdevs bahçesinin varisleri ve mirasçıları olduğunu söylüyor. Yani ‘mirasçılık’ vasfını öne çıkarıyor.

‘Mirasçılık’ düşüncesi ise tam da tarihselci/gelenekçi epistemolojiye sahip toplumların öne çıkardığı bir yaşam idealidir: “Biz bu hikmet birikimini atalarımızdan miras aldık. Ve Bu mirası gelecek nesillere intikal ettirmekle mükellefiz”

Benim Kuran’dan Notlar köşesinde yaptığım daha önceki tefsirlere dayanarak şunu söyleyebiliyoruz: Kuran’daki cennet bahçeleri sadece maddi nimetleri değil, manevi ve kültürel nimetleri de kasteder. Yani Firdevs’e varis olmak, insanlığın geçmişteki tüm kültürel mirasına varis olmaktır.

Yani Mu’minun 1-11 aracılığıyla Kuran; tarihselci epistemolojiye sahip bir toplumun tarihselciliğini reddetmek üzerinden değil, onun tarihselciliğini veri alarak ve meşru kabul ederek İslam ahlak sistemini bu topluma sunar.

Daha sonra göreceğiz ki Mu’minun suresi, bahsi geçen diğer iki kavmin kıssasında onların epistemolojilerine göre o kavimlere farklı kanıtlar sunacaktır. 

Artık Mu’minun suresi 84-89’daki üçlemenin üçüncü sorusunun da tarihselci epistemolojiyle ilgili mantık bağını kurabiliyoruz. Pasaj şöyle:

“Eğer biliyorsanız (söyleyin), her şeyin melekûtu kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan/himaye eden; fakat kendisi himaye edilmeyen kimdir?” diye sor. Eninde sonunda “Allah içindir.” diyecekler. “Öyle ise nasıl olur da büyülenirsiniz?” de.”  Mu’minun suresi 88-89. ayetler

Kuran, bu yazıda zikrettiğim ilk pasaj (Mu’minun 23-24)  yoluyla tarihselci epistemoloji ve onun insanı kavrama biçimini (üstün gelme arzusu) dile getirmişti. Sonra zikrettiğim ikinci pasaj (Mu’minun 1-11) yoluyla tarihselci epistemolojiye sahip bir toplum için en kritik alan olan ‘ahlak’ ve kültürel veraset kavramına işaret etmişti. Şimdi ise bir tarihselcinin metafiziği kavrama biçimine hitap edip bir tarihselci için Allah’a metafizik bir kanıt sunuyor.

Nasıl? Yine bir mukayese ile vereyim. Örneğin Marxist bir materyalist metafizik yaparken bunu ‘doğanın yasaları’ gibi bir kavramla yapar. Tarihselci/gelenekçi/muhafazakar epistemoloji ise metafizik yaparken koruma kollama/himaye etme/sahiplenme gibi kavramları kullanır. Örneğin bir tarihselci olan Heidegger, Varlık, varolan ve insan arasındaki metafizik ilişkileri hep sahiplenme/çobanlık/ihtimam gösterme/kaygılanma gibi ‘himaye etme’ kavramı altında toplanabilecek düşüncelerle kavrar.

İşte Muminun 88-89 aracılığıyla Kuran tarihselci epistemolojiye sahip bir metafizikçiye onun kavramlarıyla metafizik bir soru sorar. “Senin epistemolojine göre…” der Kuran, “… herşeyi koruyup kollayan ve himaye eden fakat kendisi himaye edilmeye ihtiyaç duymayan kimdir?”

Kuran’ın iddiası odur ki bu soruya muhatap olan bir tarihselci eninde sonunda Allah’a varacaktır.


*Öne çıkan görsel İhvan-ı Safa Risaleleri’nin Süleymaniye Camii Kütüphanesinde bulunan Arapça nüshasının kapağındaki minyatürün bir detayıdır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir