Laiklik veya Allah’tan Başka Kimseden Korkmamak

Cumhuriyet’in makbul vatandaş kalıbında ateizm yer almadığı için olsa gerek, Aydınlanma düşüncesinin ihtiva ettiği Allahsızlığı hiçbir zaman öğrenemedik. Rakısını içen ama Cumasını da kaçırmayan Sünni-Türk’ün makbul vatandaş olduğu bir yerde, laikliğin de fazlası can sıkıcı olabilirdi. Öyle ya, Mustafa Kemal “Din vardır ve lazımdır” derken yüksek ihtimalle böyle bir şeyi kastediyordu. Mustafa Kemal’i laiklik konusunda eleştirmek gerekiyor, hazır rahatça eleştirebilme fırsatımız varken eleştirelim. Kendisi Fransız laikliğinden etkilenmesine rağmen – hani Devrim’den sonra şu Kilise’nin mallarına el koyan türden laiklik – Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurmaktan da geri kalmamış bir lider. Bugüne kadar hep laiklik ilkesi ile birlikte andığımız Atatürk’ün aslında gayet makyavelist saiklerle dini hep araçsallaştırdığını, yeri geldiğinde camide smokinli ses sanatçıları tarafından Türkçe ezan okuttuğunu söylememiz gerekiyor belki de. Bu tavrın gerekçesinin makbul vatandaşın özelliklerini istediği gibi yoğurma olduğunu anlayabiliyoruz. Din gerçekten milleti bir arada tutmak için çok önemli bir araç. Veyahut iktidarı elde tutmak için.

Cemal Bali Akal kült eseri “İktidarın Üç Yüzü”nde yukarıda değindiğimiz tarihsel sürece vurgu yapar ve reform hareketleri ile birlikte yükselen Kilise-devlet arasındaki çekişmeyi inceler. Standart akıl yürütmenin “Kilise çok baskıcıydı ve reform gerçekleşti, bu sayede Kilise baskısı kırıldı ve insanlar özgürleşti” anlatısının dışında bir görüşü savunur ve aslolan kavganın yalnız ve yalnız siyasi iktidar olduğunu söyler. Akal’a göre o dönemde burjuva sınıfı eliyle palazlanan modern devlet aygıtına karşı gariban Kilise’nin yapacağı hiçbir şey yoktur. Sessiz sedasız itaat etmek zorunda kalırlar. Kilise’nin de saf dışı kalmasıyla mutlak iktidar, mutlak otorite yalnız ve yalnız sivil toplumun tanrısına, modern devlete kalır.

Peki bu kritik bilgi bize bugüne dair ne söyler? Mutlak iktidarın dinin saf dışı edilmesi ile ele geçirilmesini protestan ahlakı ve kapitalizmin ruhu meselesi ile birlikte okumak mümkün müdür? Veyahut Tunus’ta iktidarı kaybeden Gannuşi’nin partisi Nahda’nın “bundan gayrı Müslüman demokratlar oluyoruz” çıkışı ile okunabilir mi bu bilgi? Yirmibeş otuz yıl önce kendilerini her hareketlerine İslami bir dayanak bulmakla mükellef hisseden ve hayatlarını bu esaslar doğrultusunda şekillendirmeye çalışan İslamcıların, bugün ulus-devletin bütün günahlarını, en “evrensel etik” soslarına bulanarak, kendilerinden geçmiş bir halde üzerine her geçen gün daha fazlasını koyarak gerçekleştirmelerini bu mefhum ile açıklayabilir miyiz gerçekten?

Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan “yapılacaksa onu da biz yaparız” kaygısıyla olacak dinde güncelleme yapılmasının lüzumundan dem vurdu. Sonradan ifadeleri tashih ve tefsir edilmeye çalışıldıysa da neticede laf ağızdan bir kere çıkar, biz niyeti öğrenmiş olduk. Erdoğan, henüz belediye reisi olduğu çıraklık döneminde de tarihselci ekolün temsilcisi olan Fazlurrahman’a teveccüh göstermiş bir kişiydi. Bununla birlikte MTTB çıkışlı, Milli Görüşlü biri olarak din konusunda (Edip Yüksel’i istisna görelim) ne denli reformist, ne kadar devrimci olacağı tartışılır. Ayrıca Ak Parti iktidarı döneminde insanların yaşam tarzına yönelen müdahalelerin ve özellikle kadınların bedeni özelinde şekillenen baskıcı politikaların arka planında hep dinsel propagandatif metinler – saikler değil! – olduğu, gözümüze gözümüze sokulduğundan olsa gerek bu çıkış oldukça ilginç geldi herkese. Cumhurbaşkanı’nın bu güncelleme önerisini ileri sürmekte aklında ne vardı sahiden?

Olayı bir de pozitif hukuk veçhesi ile ele alalım. İnsanlar tarihsel süreçte çeşitli yönetim biçimlerini denediler; monarşi, aristokrasi, diktatörlük. Hepsinin kendine özgü meşruiyet alanları vardı, bir zaman sonra bu meşruiyet temelleri çöktü. Fransız Devrimi’nin getirdiği devrimci dönüşü sonrasında egemenlik milletindir şeklinde ifade edebileceğimiz bir milli egemenlik fetişizmi ortaya çıktı. Genel iradenin yüceltilmesi ve bunun da kısıtlı burjuva kesiminin elinde bir araç haline dönüşmesi ile dünya eskisinden çok daha iyi bir yer olmadı. Nitekim dünya savaşları, kitlesel olarak insanların birbirlerinin boğazına sarıldığı dönemler olarak hafızamızda yer etmekte. Bundan dolayı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “seçilmişi denetleyen” bir mekanizma tasarlandı; pozitif hukukun, hukuku yaratmaya muktedir bir grup eline geçtiğinde her türlü canavarlığa müsaade edebileceği rizikosu bu şekilde atlatılmaya çalışıldı. Buna Kıta Avrupası ekolü – özellikle Almanlar – hukuk devleti, Anglosaksonlar ise hukukun üstünlüğü dediler. Federal mahkemeler, yüksek mahkemeler ve anayasa mahkemeleri günümüzde bu amaca hizmet eden yapılar olarak kurgulandı.

Mutlak otoritenin gökten yere indirilmesi hangi sonuca sebep olur? Esasında halkların özgürleşmesi değil, egemenliğin tanrısal olandan, göklerden alınıp, yerdekine teslim edilmesi ne ifade eder? Bunun pozitif hukuk bağlamında en önemli sonucu şudur: Gerçek anlamda laik bir lider gökteki tanrının çizdiği yasalar üzerine hareket etmeyecektir. Mustafa Kemal devleti “gökten indiği inanılan kurallara” göre yönetmeyecektir söz gelimi.

Peki laikliğin bir başka boyutunu ele alalım. Sayın Cumhurbaşkanımız birçok konuşmasında Allah’tan başka korktuğu ve çekindiği herhangi bir kurum olmadığını dile getiren bir insan. İslam inanışında yalnızca Allah’a kul olma mefhumu oldukça önemlidir, bu bağlamda yalnızca Allah’ı hesap verilebilir görme arzusunu anlayabiliriz. Fakat seksen milyonluk bir memleketin bütün kritik kararlarını veren, veyahut bütün kritik kararlarının arkasında olan biri için fazlasıyla iddialı ve sorumluluktan kurtaran bir ifade olduğunu kabul etmemiz gerekir.

Modern devletin sivil toplumun tanrısı olduğunu söyleyen Akal’ı bir kere daha referans alarak yorumlayalım: Modern dönemde devlet ve iktidar iç içedir; devlet iktidar alanını tek başına işgal edebilecek güce haizdir. Bunun en önemli sebeplerinden biri modern devletin laik olmasıdır. Kutsal hiçbir kurala bağlı kalınmayacak, bütün semavi dinlerin veya erdem öğretilerinin etkisine düşülmeyecek bir vasatta, mutlak iktidarın kendi yasasını kendi koymasından daha normal ne olabilir?

Puzzle’ı birleştirme, büyük resmi görme vakti geldi de geçiyor. Gerek yeri geldiğinde tanrısallığı alt etmiş bir modern devlet mefhumunun Anayasa Mahkemesi’ni vesayet kurumu olarak nitelendirmesi, gerek dinde güncelleme önerebilecek kadar ileri gidebilmesinden mütevellit sanıyorum ki Erdoğan bu memlekete gelmiş geçmiş en laik liderdir. Laik veya tanrısal, herhangi bir denetleme mekanizmasının etkisine maruz kalmayacak olması, yalnızca büyük ihtimalle mahşerde karşılaşacağımız Allah’tan korkuyor olması bu argümanı oldukça savunulur hale getirmektedir. Acaba yeryüzüne doğrudan doğruya müdahil olmayan bir tanrısallığın, ki bu örnekte Allah oluyor, bütünüyle ortadan kaldırılması veyahut güncellenmesi laiklik olarak kabul edilemez mi?

Yine de bu laikliğin bile yeterince kudretli olamadığını, dini konumundan mütevellit herhangi bir denetleme mekanizmasına karşı sorumlu olmak bir yana, doğrudan doğruya tanrı adına kural koyabilme yetkisine sahip Hamaney örnekliğinde görebiliyoruz. Yazıyı son bir soru ile bitirelim; acaba Türkiye İran olur mu?

1 Response

  1. 24 Mart 2018

    […] Laiklik Veya Allah’tan Başka Kimseden Korkmamak (Hikmet Tekin – 17.03.2018) […]

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir