Medeniyet İnşası mı, Birarada Yaşayabilmek mi?

meslek

“Hayvanlar kavga eder, fakat savaşmaz. Primatlar arasında, türdeşlerini planlı biçimde, büyük çapta ve coşkuyla öldüren tek varlık insandır.”

                                                    Hans Magnus Enzensberger

“Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt müminlere fayda verir.”

                                                                  Zariyat Suresi

7 Eylül günü Dağlıca’da meydana gelen çatışmalar ve ardından 16 askerin ölmesi üzerine, ülkenin birçok yerinde yürüyüşler, gösteriler ve sivil halka yönelik saldırılar meydana geldi. Aslında Kobani sonrası meydana gelen 6-8 Ekim olaylarından sonra bu da hepimizi endişeye sürükleyen olaylardı. Bunlardan biri de Kırşehir’de 30 yıldır, kitap ve kırtasiye işi yapan Gül Kitabevi’ne yapılan baskındı. Kitabevi basılmış, yakılıp, yıkılmıştı. Sahipleri linç edilmeye çalışılmıştı.

Görüntüleri izlediğimde, nasıl bir ruh hali ile oraya saldırıldığını anlamaya çalıştım. Özellikle birkaç sefer izledim. Orada mesela hiç kitap görünmüyor, bildiğiniz kırtasiyeci yakılıp yıkılmış. Aslında zannetmiştik ki, orası sol, sosyalist yayınların konduğu bir kitapçı, görüntülerde kitapevinden ziyade daha çok bir kırtasiye dükkanı görüntüsü var. Buna niye takıldım, aslında yapılan saldırıya kılıf aranıyor ya, o kılıf bile tutmuyor. Bütün o güruhun hali ise şöyleydi, bir yandan yakıp, yıkıyorlar. Bir yandan olanları cep telefonları ile soğukkanlı bir biçimde çekmeye çalışanlar var ki muhtemelen çok eğleniyorlar. Bir yandan da tekbirlerle ve Allah, Bismillah nidalarıyla saldırıyorlardı. Sonra da yanarken yolun karşısına geçip, keyifle seyretmeye başladılar. “İnsanlığın en eski anlatıları, mitleri ve destanları çoğunlukla cinayet ve adam öldürmekten söz eder. Savaşın göğüs göğüse yapılmasının nedeni yalnızca silah tekniğinin basitliği değildi. İnsanın nefretini tanıdıklarına, yani en yakın komşularına yöneltmesi psişik yönden de daha fazla tatmin edicidir.” [1]

Gerçekten de örneğin Kutsal kitapların en eski anlatısı Habil-Kabil çatışmasıdır. Dünyada yapılan savaşlara baktığınızda en kanlı savaşlar, birbirlerine en çok benzeyenler ya da iç savaşlar olmuştur. Aslında iç savaş denen şey öyle görünüyor ki, bütün savaşların ilkidir.

Kırşehir, Ahi Evren’in mezarının bulunduğu yerdir. Her sene devlet ricali ile birlikte Ahilik törenleri bu ilimizde yapılır. Memleketteki esnaflık geleneğine ve onun kutsiyetine dair nutuklar atılır. Daha sonra ise ülkenin her bir tarafına AVM’ler yapılarak, esnafın ocağına incir ağacı dikilmeye devam edilir (bkz.). Kırşehir bu memleketteki medeniyetin en önemli merkezlerinden biridir tarihsel olarak. Prof. Mikail Bayram bakın Ahi Evren’i nasıl anlatıyor:

“İbn Haldun sanatı ve sanat kollarını uygarlığın gereği olarak görmektedir. Anadolu Selçukluları devrinin en güçlü filozofu olan Ahi Evren Şeyh Nasirü’d-din Mahmud’da toplumun mutluluk ve refahı için bütün sanat kollarının yaşatılmasının gerekli olduğunu savunmuştur. Onun, İhvanü’s Safa’nın bu konudaki görüşlerini tercih ettiği görülmektedir. Ahi Evren’in İhvanü’s Safa risalelerini çok iyi mutalaa etmiş olduğu anlaşılıyor. Bu da onun tabiat ilimleri alanında derinleşmiş olduğunu ortaya koymaktadır. Ahi teşkilatının piri olan zatın bu bilimsel kişiliği Ahi teşkilatının kuruluşunda bilimin ne kadar önemli bir yeri olduğunu göstermektedir.

Ahi Evren bütün sanat erbabının belli bir yere toplanmalarını ve orada sanatlarını icra etmelerini de öğütlemektedir. Bu konuda aynen şöyle diyor. ‘Toplum çeşitli sanat kollarını yürüten insanlara muhtaç olduğuna göre bu sanatların her birini yürüten çok sayıda insanların belli bir yerde toplanmaları ve sanatkarların her birinin kendi sanatlarıyla meşgul olmaları sağlanmalıdır ki toplumun bütün ihtiyaçları görülebilsin.’” [2]

Ahi Evren’den yaklaşık bir yüzyıl sonra Anadolu’yu gezen, İbn Battuta diyor ki:

“Türk ülkesine yöneldik. Burası Rum diyarı diye de bilinir. Çünkü eskiden Rumlarınmış. Rumlar ve Yunanlılar asıl ahalidendir. Müslümanlar orayı İslam’a açtılar. Şu anda Müslüman Türklerin idaresi altında yaşayan bir hayli Hristiyan vardır bu ülkede.

Rum diyarı diye bilinen bu ülke, dünyanın belki en güzel memleketi! Allah Teala güzellikleri öbür ülkelere ayrı ayrı dağıtırken, burada hepsini bir araya toplamış! Dünyanın en güzel insanları, en temiz kıyafetli halkı burada yaşar ve en leziz yemekler de burada pişer. Allah Teala’nın yarattığı kullar içinde en şefkatli olanlar buranın halkıdır. Bu yüzden şöyle denilir; ‘Bolluk ve bereket Şam diyarında, sevgi ve merhamet ise Rum’da.’

Anadolu’ya geldiğimizde hangi zaviyeye gidersek gidelim büyük alaka gördük. Komşularımız, kadın ya da erkek bize ikramda bulunmaktan geri durmuyorlardı. Burada kadınlar yüzlerini örtmezler, yola çıkacağımız zaman akraba ya da ev halkındanmışcasına bizimle vedalaşırlar; üzüntülerini gözyaşı dökerek belli ederlerdi. Buranın adeti gereğince ekmek haftada bir gün pişirilir, öteki günlere yetecek kadar! Ekmek günü erkekler sıcak ekmekler ve nefis yemeklerle çevremizi doldurur, şöyle derlerdi; ‘Bunları size kadınlar yolladı, sizden hayır dua bekliyorlar.’” [3]

Tam adı Ebu Abdullah Muhammed İbn Battuta Tanci olan, İbn Battuta Seyahatnamesinde Anadolu’dan böyle bahsediyor. 1304 Fas doğumlu olan İbn Battuta seyahatindeki duraklardan biri olan Anadolu’yu 1332 yılından itibaren gezmeye başlamıştır. [4]

Alanya’dan, Bursa’ya, Bolu’dan, Sinop’a, Sivas’tan, Erzurum’a kadar bütün coğrafyayı gezer. Hem tarihi bir takım olayları, hem de bu toprakların sosyolojisini ve kültürünü bugünlere aktarır. Anadolu’dan ve özellikle Anadolu insanının hal ve hareketlerinden çok etkilenmiştir. Onlara gösterilen ilgi ve misafirperverlikten övgüyle bahsetmektedir. Bu seyahatnamede görüyoruz ki, o yıllarda Anadolu’nun hangi köşesine gitse Ahi Tekkelerinde konaklamışlar ve oralarda misafir olmuşlardır. Öyle bir misafirlik anlayışı ki, örneğin Erzurum’da üç günden önce gitmeye kalkınca bırakmamışlar ve gönül koymuşlardır ya da Ladik’te kendi tekkelerinde misafir edebilmek için Ahi’lerin neredeyse birbirleri ile çatışma durumuna geldiklerini anlatıyor. Ahi’lerle ilgili olarak diyor ki:

“Onlar Anadolu’ya yerleşmiş Türkmenlerin yaşadıkları her yerde, köy kasaba ve şehirlerde bulunmaktadırlar. Şehirlerine gelen yabancıları misafir etme, onlarla ilgilenme, yiyeceklerini ve konaklayacakları yeri sağlama, onları eşkiyanın ve vurguncunun elinden kurtarma, şu veya bu sebeple haydutlara katılanları temizleme gibi konularda bunların eşine rastlanmaz.

‘Ahı’ onlara göre, sanatının ve zanaatının erbabını toplayan ve işi olmayan genç bekarları da bir araya getiren adamdır. Onlar Ahı’yı başlarına geçirirler. ‘Fütüvvet’ denen şey de budur. Önder olan adam bir tekke yaptırarak halı, kilim, kandil gibi eşyalarla orayı donatır. Onun arkadaşları geçimlerini sağlayacak kazancı elde etmek için gün içinde çalışırlar. Kazandıkları parayı ikindiden sonra topluca getirip başkana verirler. Bu parayla tekkenin ihtiyaçları karşılanır, beraber yaşama için gerekli yiyecek ve meyveler satın alınır. Mesela o esnada beldeye bir yolcu gelmişse hemen tekkede misafir ederler onu… Alınan yiyeceklerden ikram ederler. Bu iş yolcunun ayrılışına kadar sürer. Bir yabancı ve misafir olmasa bile yemek zamanında yine hepsi bir araya gelip yerler, türkü söylerler, raks ederler. Ertesi sabah işlerine giderek ikindiden sonra elde ettikleri kazançlarla önderin yanına dönerler. Onlara fityan (yiğitler) deniyor. Onların önderlerine de demin belirttiğimiz gibi Ahı deniyor. Ben onlardan daha ahlaklı ve erdemlisini görmedim dünyada. Gerçi Şiraz ve İsfahan ahalisinin davranışları biraz Ahı tayfasını andırıyor ama ahılar yolculara daha fazla ilgi ve saygı göstermektedirler. Sevgi ve kolaylıkta Şiraz ve İsfahan’lılardan daha ileri düzeydedirler.” [5]

İbn Battuta’nın 14. yüzyıl başlarında dolaştığı Anadolu’da Ahi’lik oldukça yaygındı, tıpkı Melamilik ya da Bektaşi’liğin yaygın olduğu gibi. Türkler özellikle 11. yüzyıldan itibaren Horasan, Maveraünnehir üzerinden Anadolu topraklarına geliyorlardı ve o ülkelerde aldıkları eğitim ve terbiye ile Anadolu coğrafyasında bir arada yaşamanın, ötekisi olmamanın, herkese sofrasını ve gönlünü açmanın yollarını gösteriyorlardı. Tabii ki bunun başkenti de Ahi Evren’in yaşadığı Kırşehir, Kayseri gibi memleketlerdi. Buralarda bir yandan geçimlerini sağlamak için çeşitli mesleklerde faaliyetler sürdürülürken, bir yandan da kazandıklarını paylaşarak ortak yaşamanın yollarını bulmuşlardı. O yüzdendir ki, Moğol istilası ve Haçlı seferleri arasında yanan bir coğrafyada, bir medeniyet inşa etmişlerdir.  Hala etkileri sürmekte olan, Yunus, Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli gibi isimleri çıkartmışlardı. Bu insanlar barış zamanında çalışıp kazanıp birlikte paylaşımın yollarını bulmuşlardı, yani ‘Eren’ olmuşlardı. Savaşta ise cihad edip yurtlarını savunmuşlardı. Nitekim Moğol istilası sırasında Selçuklular Konya’nın yakılıp yıkılmasından korkarak teslim olduklarında Ahi Evren, Kayseri’de bütün Ahilerle beraber, Moğollara karşı savaşmışlardı. Yani ‘Alp’ olmuşlardı.

Alperen’lik, tekbir getirerek, bir vatandaşın malına, mülküne saldırmak değil, hayatın her anını diğeriyle paylaşmak ve yurdunu savunmak için cihad edip zalime kılıç çekmektir. Nitekim Babailer tam da böyle zalim sultana başkaldırmışlardır. Oğuz zulme hiç razı gelmemiştir. Yesevi’nin mirasçıları öyle kahraman gönüllü insanlardı. Fakat gelin görün ki, bu günlerde o medeniyetin mirasçıları, bir arada yaşadıkları insanlara saldırıyorlar. Mallarına, mülklerine kastediyorlar. Haklarında daha yeni bir soruşturma açıldı, ama ben doğrusu hiçbir şey beklemiyorum. Tıpkı diğer davalarda olduğu gibi!

Bu topraklarda milliyetçilik yapılacaksa ve eğer yeni bir medeniyet projesinden bahsedilecekse, buralara bakılmalı. Bugünkü gibi saraylarda yaşayıp, paçası kirlenmeden medeniyet inşa edilmez. Bu topraklarda medeniyet aşağıdan inşa edilir. Milliyetçilik kan bağı üzerinden olmaz, soy üzerinden olmaz. Eğer yapılacaksa Milliyetçilik yol üzerinden olur, yurt üzerinden olur. Bu ülkede ne zamanki boyla, bey arasına hiyerarşi ve mülk girmiştir, o günden beri nifak ve kan durmamıştır. Ankara’daki patlamada ölen o yüz insan evladı için yapılan saygı duruşunda, bir dakika sessizce durmayı bile beceremeyen insanların ortaya çıkmasının en önemli nedeni, ayağı, bacağı, geçmişi olmayan ne idüğü belirsiz bir milliyetçilik ve vatan anlayışıdır. İttihatçı kafanın her türlü ideolojik yapılanmanın içine sirayet etmesidir. Hangi dönem olursa olsun daima iktidar erkinin dümenine bir şekilde tutunmalarıdır. Bu ideoloji iflas etmiştir, herkesin aklını başına devşirmesi gerekir. Bizlerin buradan başka memleketi yok, yaşayacağımız, gidebileceğimiz bir yer yok. Atalarımız bu topraklarda yatıyor, bizler asırlardır bu topraklarda filiz verdik, boy verdik. Buraları hepimiz için yurt edindik. Avrupalının 20. Asrın ortalarında terk ettiği kibirli ve hastalıklı dilden vazgeçmek zorundayız.

Şurası bir gerçek ki, bütün bu 30 yıldan beri yaşanan çatışmalara, bu kadar yalanlara, abartmalara, zulümlere rağmen halkın önemli bir oranı yan yana yaşadığı komşusu ile hala beraber yaşayabilme ferasetini göstermeye devam ediyor. Bu, bu ülkenin insanlarının bugüne taşıdıkları gen haritalarıdır. Bu toprakların insanı huzuru, daima kaosa ve çatışmaya tercih etmiştir. Atalarından aldıkları el de budur, yol da budur. Yani herkes gözü dönmüş bir şekilde ortalıkta dolaşmıyor. Herkes başkalarını ve kendini yok etmek istemiyor. Öyleyse Rabbimin Asr Suresinde söylediği gibi; bizler hüsran içine düşmemek için, salih ameller işlemeli, birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye etmeliyiz.

[1] İç savaş Manzaraları, Hans Magnus Erzensberger, s.17

[2] Mikail Bayram, Türkiye Selçukluları Döneminde Bilimsel Ortam Ve Ahiliğin Doğuşuna Etkisi, s.9-10

[3] İbn Battuta Seyahatnamesi 1, otuzikinci bölüm, s.400-401, ç. A.Sait Aykut

[4] İbn Battuta Seyahatnamesi 1, s.28 ç. A.Sait Aykut

[5] İbn Battuta Seyahatnamesi 1, otuzikinci bölüm, s.404, ç. A.Sait Aykut

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir