Müslüman Olmam Neyi Gerektirir?

Put nedir? Putlar neden Allah’a ortak telakki edilir? Çok sayıda çağdaş Müslüman düşünür ıslah fikri etrafında birçok eski kavramı yeniden tanımlama yoluna gittiler. İlah kelimesinin Allah’tan başka anlamlarını eşeleyip, “Rabbim!” demenin birleyici yönüne işaret ettiler. Bu yönüyle putlar, zayıflıklarıyla ünlü insanlık ailesinin manevi tatmin yaşamak için değer atfettiği faydasız, asılsız, saptırıcı, yanıltıcı her şeyin adı olmalıydı. Eski dinler, alışkanlıklar, gelenekler bir takım anlam birikimlerinin orijinal referanslarını bozar, şekilleri ve şekillere yüklenen anlamları ağa babalarının, dinbaz din adamları sınıfının, otorite sahiplerinin, yani bu manipülasyondan çıkar murat eden kimse onların hizmetine koşardı. İslam ise işte temelde din adamları sınıfını yedeğine almış müstekbir otoritenin çıkarlarını tarumar etmesi yönüyle dine karşı din, öze dönüş, İbrahimî yapıbozum, hanif duruş, yani her dem yeniden ıslah girişimiydi. Yani put şekliyle değil, anlamıyla puttu. Ve bu dolayımla bizzat elçiler tarafından ikame edilen semboller dahi zamanla putlara dönüşebilirdi. Müstekbirlerin eşitsiz düzeninin devamı için putlara, parçalanmış gerçekliğin yeniden tevhid eylemesi için ise bu putların tasfiyesine ihtiyaç vardı.

Kimisi biraz daha ileri gidip şöyle dedi: İslam, inzalinden kısa bir süre sonra bir çağrı ve öğüt olmaktan çıkıp kurumsal bir devlet dini haline gelerek “İslamiyet” gömleğini giymiş ve önceki tahrifatlarda izlerini sürdüğümüz parametreleri bilfiil gözlemleyebileceğimiz bir laboratuvara dönüşmüştü. 14 asırlık tecrübe dine karşı din diyalektiğinden hiçbir şey eksiltmediği gibi, bilakis yeni dinbaz sınıfları, yeni müstekbirleri, yeni anlam-bozucu şekilsel rutinleri ortaya çıkarmış, birleyici özgürlük dini yeryüzündeki diğer tüm dinler gibi yeni sömürü, istismar ve eşitsizliklerin parantezine sıkıştırılmıştı. Müstekbirler onu bir sembol ve şekiller manzumesine indirgemek, zulüm ve eşitsizliğin meşruiyet nesnesine dönüştürmek istemiş, ve yer yer oldukça başarılı da olmuşlardı. Ve tabi ki Muhammed peygamberden öncesine dair tarif edildiğinde kimsenin canını sıkmayan bu “sürekli tahrifat” hikayesi, 14 asırlık geleneğe uyarlandığında hiçbir şey eskisi gibi kalamazdı. Zaten çok sayıda din adamı hızlıca aksiyon aldı. Bu gibi yorumlar Sünniler’de sevad-ı azam olan ehlisünnet itikadına, Şiiler’de imamların yoluna, ya da toptan İslam’a karşı savaş açmak olarak görüldü.

Günümüz modern hayatı da hem nevzuhur eşitsizliklere dayalı yepyeni putları, hem de bahsi geçen diyalektiğin şemsiyesinde çok sayıda dini yozluğu içermekte. Oldukça dikkat çekici olan ise, bu düşünce yolunun günümüz Türkiye’si koşullarında çok çok büyük bir açıklama gücüne sahip olmasına rağmen, hiç ama hiçbir teveccüh görememesi… Herhalde müstekbir/dinbaz otoritenin en büyük zaferi olsa gerek…

Şahmeran oturtulmuş bir mescidi harem portesi üzerinden Allah’ın mabedine yapılmış bir hakaretten ve bunu yapanların derhal cezalandırılması gerektiğinden bahsedildiğini görüyoruz. Uzatmadan açıkça ifade edeyim. Bu hikayede din adamları ve müstekbirler tarafından putlaştırılan bizzat Kabe’dir! Allah’ın evi put olur mu demeyiniz, zira ne Allah’ın ne de bizim ibadet etmek için prensipte herhangi bir eve ihtiyacımız yok. Yüzlerimizi nereye döndüğümüzün değil, niye döndüğümüzün bir anlamı var(sa var). Şekil anlama tabi, anlam şekle değil. Birilerinin kutsal bellediği herhangi bir olgu, bir gerçeğin üstünü örtmek yolunda istihdam edildiğinde put oluyorsa eğer, bu hikayenin putu Kabe… Müstekbirler bu putu yalın ve tek gerçeğe ortak koşuyor. Oysa bizim zaman ve mekanımızı kuşatan en çıplak gerçek, artık bir vakayı adiye halini alan Kayyum zulmü, ve bu zulüm karşısında direnmenin ahlakiliği. Memleketin dört bir yanında halkların iradesini hiçe sayan, kendi imalatı olan milli irade putunu dahi yemekten çekinmeyen bir iktidar var karşımızda. İtizalin bedeli ise kurşun, ihraç, ya da zindan…

Beka uğruna her türlü hile hurdaya cevaz veren ulema, bir tek iktidarın kılıcını kuşanıyor. Sadece sembolleri, ve sadece müstekbirin işine yarayacağı zaman savunuyor. Ya da bizzat zulmün icracısı (bknz: İstanbul sözleşmesi), gel gör ki yok hükmünde, zira sahibinin sesi… Yani tarihte bir kez daha, kendi çıkarlarından başkasına iman etmeyen müstekbirler, -dinlere, alışkanlıklara ve geleneklere yaslanan herhangi bir olgunun orijinal anlamını bozmak yoluyla- insanlara tasallut ediyor. Hakkı için mücadele edenleri düşmanlaştırıp, bu muharref dinin kafiri yapma çabasına soyunuyor. Küfür, bu yalın gerçeği saptıran ve müstekbirden başkasına hizmet etmemesiyle tanıdığımız putlardan güç buluyor. Yani esasında putların kafasına baltayı geçiren İbrahim’e savaş açıyor.

Dünyanın en kutsal mekanı dahi o mekanın fizik ötesi bağlarla bağlandığı gizlenmiş kutsiyet parçacıklarıyla değil, insanların ona yüklediği anlamla değer kazanır. Islah mücadelesinin insan var oldukça süreceğini düşünürsek, özdeki anlamın saptırılması da hep mücadele edeceğimiz kaçınılmaz bir mesele gibi gözüküyor. Elbette Boğaziçi’ndeki olay muhafazakar ailelerde doğup büyüyen ve muhafazakarlığı daha yakından tanıyanlarımız için “yapılmaması gereken, farkındalıksız ya da stratejik bir hata.” Doğrudur. Ancak Kabe’nin önemli bir dini merkez olarak 14 asır önce de benzer bir biçimde putlaştırıldığını, ve bu putların mevcut eşitsiz ilişkilere dönük itirazlara karşı istihdam edildiğini unutmamak gerek. Asıl olan İbrahim’in baltasını kuşanmak, zulme karşı direnişi hatırlatmak, hakikat bildiğimizi söylemek olmalı. Bu yazı da özünde bu vecibeden neşet etti.

1 Response

  1. Doğu dedi ki:

    bir sanat eserinin kışkırtıcı noktalara değinmesinden dolayı icracılarının otoriter hükümetimizin pek otoriter içişleri bakanının talimatlarınca ne yazık ki gözaltına alınması. türkiye özelinde oldukça kışkırtıcı bir sanatsal ifadeyi simgeleyen bu işin ifade özgürlüğü sınırlarına girip girmediği, ne kadar kışkırtıcı bir çalışma olsa bile bu özgürlükten yararlanıp yararlanamayacağı, müdahalenin varlığı, hukukiliği ve ölçülülüğü noktasında ise birtakım soru işaretleri mevcut. biz o işi hukukçulara bırakalım, gözaltına alınan arkadaşlara da başarılar dileyelim. serkeftin.

    fakat bu yazı bende kekremsi bir tat bıraktı, haliyle hukukçulara bırakmak yerine yorum yazmayı tercih ettim. sorunlu gördüğüm birkaç hususu dile getireceğim.

    yazarın kendinden habersiz -ya da oldukça haberli ve istemli mi demeli?- bir püritenlikte savrulduğunu hissettim. kastettiğim şey dine belirli tahditler çizen, bunun dışına girenleri mutlak biçimde yok etme gayretinde olan bir anlayış (burada bombalar vs. ile yok etmekten bahsetmiyorum tabii). yazarın ibrahimi-nebevi gelenek bağlamında put kırıcılığa yaptığı vurgular, “ibrahimi yapıbozum” kavramını tercihi ve modern dönemin bir putu olarak kâbe’yi göstermesi ise sanıyorum ki beni doğruluyor. ben yazarın aksine bu görüşlerin islamın politik olarak yenildiği, geri düştüğü dönemlerde çıktığını düşünüyorum. moğol istilası sonrası selefiliğin, i. dünya savaşı öncesindeki kolonyalist paylaşım sürecinin ve savaşla halife’nin ortadan kalkışı ile birlikte islamcılığın iyiden iyiye yükselişi gibi. sanıyorum yazar da şu anki politik atmosferde temel sorunun dinin yanlış uygulanmasından kaynaklandığını, yanlış dini pratiklerin, ibrahimi gelenekten kopuşun yeni putlar yarattığını vs. savunuyor. bu elbette bireysel-politik bir okumadır ve benim açımdan yanlış olsa da yazarın görüşlerini saygıyla karşılıyorum. çünkü bana kalırsa peygamber döneminde dahi böyle bir püriten din anlayışının olmadığını siyerlerde okuduklarımızdan anlıyoruz, modern dönemin modern iktidar aygıtlarının olmadığı zamanlardaki islam toplumundaki din anlayışının bu kadar tek-tip olmadığını, zaten hiçbir şekilde de olamayacağı, haliyle insanların maişet derdinde kendi “kurguladıkları” din anlayışı çerçevesinde yuvarlanıp gittiğini düşünüyorum. şimdiki durumdan farkı var mı peki? bence yine aynı biçimde devam ediyor.

    yazının gelişme bölümünde ibrahimi gelenekten ve kâbe’deki putlar metaforundan bir uzun atlama ile boğaziçi’ndeki sanatsal ifadeye yapılan müdahaleye ve kayyıma bağlanması, mutlak bir hak mücadelesi olarak bunun tasvir edilmesi de bana garip gelen başka bir husus. ramazan’da televizyondaki iftar programından bir anda siyasi tartışma programlarına zaplamış gibi hissettim.

    burada kafama takılan temel sorular şunlar: siyasi iktidar tarafından dine veyahut dinsel olana yüklenen anlamın neden bizim tarafımızdan -biz burada sıradan müslümanlar oluyor- kabul edilmesi gerekiyor? kâbe’nin tek anlamı “müstekbirler” veyahut dinbazlar (ki bu kelime seçimini de oldukça talihsiz buldum) eliyle mi veriliyor? madem şekil anlama tâbi, ben sıradan bir müslüman olarak kendi mabedimi “kurgulanmış din olarak lgbti hareketinin kafasında duran demokles kılıcı” olarak gören bir anlayışı neden tasvip etmek zorundayım ki? veyahut bu anlayışa karşı çıktığımda neden şekilci din anlayışı gereği süleyman soylu’nun otoriterliğine ortak olayım? kâbe’yi limak-kolin-cengiz-kalyon konsorsiyumu mu inşa etti?

    hazır lafı geçmişken bu üniversite kayyımı mevzusuna dair de birkaç laf edeyim; dediğim gibi bunun mutlak bir hak mücadelesi olarak yazıda da ifade edilmiş olması ile fikren ayrışıyorum. şöyle ki, halk oyu ile demokratik usuller doğrultusunda seçilmiş belediyelerin başkanlarının doğru düzgün bir yargısal prosedür işletilmeden, eğer varsa suçlulukları kanıtlanmadan görevden hal edilmeleri ve yerlerine kayyım atanması ile içinde demokrasinin kırıntısı dahi bulunmayan üniversitelerin, demokratik süreçlerden fersah fersah uzak iç mekanizmalarının, idari fonksiyonlarının ve yöneticilerinin atanmasında yürütmenin mutlak otoritesinin mevcut olmasını eşlemek bana doğru görünmüyor. boğaziçi’nin kendi rektörünü kendi seçmesi ve onun yürütme tarafından atanması bu süreci başlı başına demokratik yapmadığı gibi, şu anki durum da süreci antidemokratik yapmıyor. aksine gayet hukuki süreçlerin işletilmesi ve cumhurbaşkanı’nın anayasal yetkilerinden birini kullanmasından bahsediyoruz. ha bu durumun aslında genel prensipler zaviyesinde etik, hakkaniyete uygun, adil olmadığını düşünüyorsak da dediğim gibi, diğer yöntemin de aynı izafi ölçütler bağlamında hiç adil olmadığını söylemek mümkün, hele de üniversitelerin iç mekanizmalarının hali düşünülürse.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir