Tanrı’nın Şövalyesi Olmak (III)

Esat Arslan, otobiyografik bir anlatımla bugün Türkiyesi’ne dair kapsamlı bir değerlendirme yazdı. “Müslüman Solcunun Genç Adam Olarak Portresi”ni, bu topraklarda anlatılmasına alışık olmadığımız ama müstesna olmaktan çıkmış hikayesini ilginize sunuyoruz.


Dostlar Arasında Geleceğimize Ümitle Bakmak ya da Müslüman Solcunun Genç Adam Olarak Portresi

 

X.

 

Peki Gürkan’ın ve Sacit’in sonraki hikayeleri nasıl gelişti?

Gürkan ona çizilen rotada kaldı. Yani müfredatı eksiksizce hazmederek yükselme stratejisi. Gürkan’a o dönem muhalif iktisatçılardan bahsederdim. Bana şu yanıtı verirdi: “Onlar üçüncü sınıf üniversitelerde üçüncü sınıf işler çıkaran kişiler. Bana katkıları yok.” Ben ana düşünürleri ikincil kaynaklardan okurdum. Örneğin Kant’ı kendinden okuyamazdım. İkincil kaynaklardan örneğin Copleston’dan öğrenirdim. Bana “Ya ana kaynakları okuyacaksın ya da yarım yamalak öğrenip etrafına hava atmayacaksın” derdi. Roman özetleri okurdum. Bana “Edebiyat öyle öğrenilmez. Ana kaynakları okumak zorundasın” diye kızardı.

Gürkan müfredata hükmetti ve son derece başarılı bir akademisyen olmayı başardı. Ülkeye katkısı da çok büyük. Fakat iktisat müfredatının otoritesini sarsan 2008 dünya ekonomik krizinden sonra fikirleri değişmeye başladı. Kriz başladığı günlerde ona Marxistlerin temel kavramları olan ‘balon’ ve ‘kullanım değeri-değişim değeri’  gibi kavramları kullanarak bir analiz yapmaya çalışmıştım. “Piyasalarda balon olmaz. Değer bir tanedir, o da piyasa değeridir.” diyerek şiddetle direnmişti. Fakat sonrasında dünya ekonomisinde işler sarpa sarınca muhalif bir iktisatçının mikroekonominin temellerini sarsan bir kitabı okudu. Sonra insan davranışının mikroekonomide öğretildiği gibi olmadığını anlatan modern nöropsikoloji kitapları okudu. Sonra 2008 krizini muhalif bir yoldan analiz eden konuşmalar dinledi. Başka neler yaşadı bilmiyorum. Ve bana bir gün şöyle dedi: “Bizi sistemi ayakta tutmak için yetiştirmişler. Başka bir şey de öğretmemişler. Tüm görevimiz kapitalizmi ayakta tutmak.” Gürkan bu sözleri 35-40 yaşlarına vardığında kavramıştı. Ve bu yaşlarda insan yaratma yeteneğini kaybetmeye başlar. Eğer Gürkan bu sözleri 18 yaşında söylemiş ve kendine ona göre bir rota çizmiş olsaydı, sanıyorum bugün Keynes’ten daha büyük olurdu. Çünkü 18 yaş itibariyle sahip olduğu birikim ve değerler Avrupa ve ABD’deki yaşıtlarına göre çok daha üstündü.

Sacit ise ona çizilen rotadan kaçmak istedi. Biyolojiye merak salınca evrim kuramının çok mantıklı temellere dayandığını anladı. Oysa Fethullah Gülen cemaati için evrimi reddetmek kurucu dogmalardan biriydi. Bu konuyu Fethullah Gülen’le konuşmuş. Gülen galiba “Bunları ben konuşursam cemaat paramparça olur.” gibi bir şeyler demiş. Sacit sonra felsefe okumak istediğini söyledi. Etrafındakilere danıştı. Benle de konuştu. Cemaati Sacit’in felsefe okumasını istemedi. Ben ise iyi mi yaptım kötü mü yaptım bilmiyorum, teşvik ettim. Ve felsefeye tutkusu cemaatine bağlılığına baskın geldi. ABD’de iyi bir okulda felsefe doktorasına başladı. Fakat felsefe bilimden çok daha farklı bir düşünme biçimini gerektiriyor. Sorgulanmamış bir inanca sahip olarak bilim yapabilirisiniz. Fakat felsefede en temel inançlarınızı bile sorgulamanız gerekiyor. Hatırlıyorum Sacit, idealizmin George Berkeley’e ait kurucu metinlerinden birini okuduğunda dumur olmuştu. Sonunda Sacit de bu gerilimlere ve belki benim bilmediğim başka buhranlara katlanamayıp ABD’deki üniversitede benim gibi ilk manik atağını geçirdi. Aslında Sacit için manik atak bir kayıp filan değildi. Zira fizik biliminin devlerinden Michelson da bir manik hastasıydı. Fakat Sacit benim takip ettiğim kadarıyla ondan sonra bir daha entelektüel faaliyet yapamaz oldu.

Sacit ilk atağını geçirince Türkiye’deki tüm bilim camiası Sacit’i yeniden kazanmak için seferber olmuştu, ben de… Hatırlıyorum 2009 ya da 2010 yılıydı. Son kez Sacit’le görüştük. Ben Arthur Beiser’in Modern Fiziğin Kavramları adlı ders kitabını biraz etüt etmiş ve kuantumla göreliliğin çelişkilerini aşacak ve kuantumun aksine mantıklı bir evren tasarımını yeniden kuracak bir kuram peşindeydim. Matematik ve fizik bilgim bu kuramı ilerletmeye izin vermiyordu. Sacit’e uzun uzun bu konuları anlattım. “Gel beraber çalışalım. İkimiz de manik hastasıyız ama bu işlerde problem olmaz.” gibi sözler de sarf ettim. Sonra Sacit’i beni yeniden entelektüel hayata döndüren psikiyatrıma da götürdüm. Fakat bizim Freud kökenli psikiyatr ona hayatına bir kadın sokması gerektiği gibi makul sözler söyleyince cemaati Sacit’in bir daha benim psikiyatrımla görüşmesini kabul etmedi. Sacit benim kuramsal fizik uğruna beraberce çalışma teklifimi anlattığımda önce makul sözler söylediğimi ama cemaatine danışması gerektiğini söyledi. Cemaat ‘Girme bu işe…” deyince o da benim teklif ettiğim projede beraberce çalışma fikrinden vazgeçti.

Bugün ülkemizde birbiriyle çatışan cemaatler var. Ve bilgiye kendisi için değil, bu çatışmada koz olarak kullanılsın diye değer veriliyor. Örneğin modernler Habermas’ı kullanıyor, gelenekçilerse Heidegger’i. Ve modernler Heidegger’i sevmiyor, gelenekçiler de Habermas’ı. Benim anladığım kadarıyla Sacit’in ruhunda yaşadığı çatışmalarda temel bir etmen Fethullahçıların bilgiye bir araç olarak değer vermesiyle ilgiliydi. Sacit bilgiyi ideolojik bir payanda olarak kullanmaktan çıkmış bilgiyi kendi içinde keyif veren merak ve hakikat tutkusunu doyurmak için ele almaya başlamıştı.

Sacit’in trajedisinde başka etmenler de rol oynamıştır muhakkak fakat hakikat sevgisiyle bu ülkedeki herhangi bir cemaatin, dindar, laik komünist fark etmez, ideolojik payandası olarak kullanılan bilgi sistemleri arasında bir çatışma çıkması kaçınılmazdır. Bu yüzden bireyler bu düzenekten kaçmaya çalıştıklarında bunun ruhsal acısını da çekerler. Sacit’in acısı ya da benim yıllardır yaşamış olduğum acıda bu etmenin ciddi rolü vardır. Daha sonra sıkı bir Marxist bir dostumun da mahallenin sınırlarından çıkmaya çalıştığında benzer bir rahatsızlık geçirdiğine şahit olacaktım.  

Gürkan’ınsa birinci sınıf bir akademisyen olması, fakat iktisat kuramına Keynes çapında bir katkı yapmamış olmasının arkasında yatan temel bir etmen Gürkan’ın mesleğine karar verirken onu hakikat aşkı merkezinde değil, hayatını kazanmak için bir zorunluluk olarak seçmiş olmasıydı. Gürkan mesleğine karar verirken geleceğini evliliğini, hastalığını, yaşlılığını, çocuklarını ve bu masrafları uzun vadede nasıl karşılayacağını düşünmek ve ona göre karar almak zorundaydı. Zaten üniversite eğitimi sırasında da, ailesine yük olmamak ve geçimini sağlamak için öğrencilere parayla ders veriyordu. Mesaisinin çoğunu bu derslere harcıyordu.  

Bugün ülkemizde pek çok insan mesleğine karar verirken en başta şu soruyu sormak zorunda kalıyor: bu mesleği seçersem para kazanabilir miyim? Meslek seçiminde bu disiplini seviyor muyum, bu disiplin hakkında okumak, düşünmek ve keşifler yapmak bana keyif veriyor mu sorusundan çok daha önce bu meslekle para kazanabilir miyim sorusunu soruyoruz ve tercihlerimizi buna göre yapmak zorunda kalıyoruz. Ve Marx’ın diliyle söyleyecek olursak meslek bizim için kendimizi gerçekleştireceğimiz bir alan olmaktan çıkıyor. Mesleğimize yabancılaşıyoruz. Ve mutluluğumuzu mesleğimizde değil, boş zaman faaliyetlerindeki içi boş eğlencelerde yakalamaya çalışıyoruz.

Oysa iktisadi büyüme kuramcıları için söyleyeyim meslek seçimimizde para kazanmaktan önce hakikat sevgisini, merak doyurma, keşifler yapma ve oyun oynama tutkusunu merkeze koyabilecek bir lüksümüz olsaydı, sanıyorum çok daha kısa sürede ekonomiye katkı yapacak yeni fikirler yaratabilen insanlar yaratmaya da başlamış olacaktık.

 

XI.

 

Fiziği amatör meraklarla en fazla üniversite ikinci sınıf seviyesinde bilen bir insan olarak Sacit’e yaptığım teklifin uçukluğunun farkındayım. Şu anda Gürkan’ı ve Sacit’i tahlil ederken kendimi de tahlillerin dışında tutmuyordum. Şu anda ben de bundan yirmi yıl önceki potansiyelinin çok daha gerisinde işler yapar bir konumdayım. Aslında oldukça keyifli bir hayat sürüyorum, yani muhasebe maliyeti olarak kardayım. Fakat iktisadi maliyet olarak yapabileceklerimin çok gerisindeyim. 35 yaşıma kadar çok ciddi entelektüeller tarafından ‘Esat dünya ölçekli bir entelektüelimiz olacak’ gözüyle görülen ben şu anda, aradan geçen on yılın travmalarıyla boğuşa boğuşa tefekkür etme, sorgulama ve yeni fikirler yaratma enerjimi neredeyse tamamen yitirmiş durumdayım. Ve ayrıca bazı bazı kullanmak zorunda olduğum ilaçlar yavaş yavaş entelektüel yeteneklerimi de söndürüyor.

Fakat lisans yıllarında bu kadar uçuk olmasam da çok ciddi entelektüel hayallerim vardı. Ve bu hayalleri hala korumaya çalışıyorum.

Örneğin üniversite yıllarında kısmen kendi tutkularım, kısmen de Sacit ve Gürkan’ın etkisi altında üniversite üçüncü sınıfta Türkiye’nin en iyi fizikçilerinden olan Ekmel Özbay ve Türkiye’nin en iyi edebiyatçılarından olan Yıldız Ecevit’ten ders almaya karar verdim. ‘Mekanik’ ve ‘Türk ve Dünya Edebiyatından Seçmeler’ dersleri.

Bölüm başkanından bu dersler için izin istediğimde “Alırsan al ama kredine saymayız.” Dedi. Bilkent’in çark yetiştirme üzere kurulu olduğunu söylemiştim. Bu seçmeli dersler çark olmaya değil, çiçek açmaya yarıyordu. Ben de kredi olarak saymasalar da fiziğe ve edebiyata tutkumu doyurmak için bu dersleri aldım ve deli gibi çalıştım. Bu derslerden aldığım keyif diğer derslere de yansıdı ve dönemi 4 üzerinden 4 ortalamayla fakülte birincisi olarak tamamladım.

Çok daha sonraki yıllarda bu derslerde aldığım temeller vesileliğiyle Shakespeare’den Umberto Eco’ya roman sanatının baş yapıtlarını okuyup zevk alabilecek ve İstatistik Fizik ders kitaplarını ve kaliteli popüler bilim kitaplarını, örneğin Richard Feynman’ın Kuantum Elektrodinamiği kitabını anlayabilecek bir kıvama gelecektim.

Bu iki öğretmenin ortak özelliği birinci sınıf bir araştırmacı olmakla kalmayıp aynı zamanda öğretmenlik yapmaktan ciddi zevk alıyor olmalarıydı. Her ikisinin de hitabeti ve derslerdeki enerjisi çok yüksekti ve o enerji öğrencilere yayılıyordu.

Daha öncesinde iktisat bilimine aşık olmamda ve sosyal ve beşeri bilimlerin de ciddi bir matematiği olduğunu anlamamda yine birinci sınıf bir öğretmen olan Fatma Taşkın’ın rolünden bahsetmiştim.  Fiziğin de temelde matematiksel değil de sözel bir disiplin olduğunu ve emek sarf ederse, çaba gösterirse ve gerekli desteği bulursa temel mantık kurallarıyla düşünebilen herhangi bir insanın üst düzey fizik öğrenme yeteneğine sahip olduğunu Ekmel Özbay bana kavratacaktı.

Ne yazık ki pek çok üniversitede, hatta en iyi üniversitelerimizde hocaların araştırmacı yeteneği öne çıkarılıyor, ve akademisyenler öğretmenlik işini kendilerine katkı sunmayan bir angarya gibi görüyor. Taşra üniversitelerindeyse akademisyenlere o kadar çok ders yükü veriliyor ki öğretmenlik gerçekten de angaryaya dönüşüyor. Oysa bir öğrencinin bir bilime tutkuyla sarılmasını ve ileride bilimlere ciddi katkılar yapabilecek kadar bu bilime aşık olmasını sağlayan en birincil etmen tutku sahibi öğretmenlerdir.

Fakat bizim okullarımızda ne öğretmenin bu rolü merkeze alınıyor ne de öğretmene bu tutkuyu yaratacak bir hitabet dersi veriliyor. Oysa Fransa’da, Finlandiya’da, İngiltere’de ve Güney Kore’de örneklerini görebileceğiniz üzere birinci sınıf yetenekler böylesi ülkelerde öğretmenliğe yönlendiriliyor. Zira iyi bir araştırmacı sadece iyi bir fabrikadır. Fakat iyi bir öğretmen fabrika üreten fabrikadır. Herhangi bir iktisadi kalkınmanın motor gücü iyi bir öğretmendir.

Aradan geçen yıllarda şunu da öğrendim ki her kuramsal disiplinin; meteoroloji, jeoloji, antropoloji, Alman edebiyatı, tarih gibi ülkemizde hor ve hakir görülen fakat bir ülkenin maddi ve manevi kalkınmasında, refah ve mutluluğunda ve kuramsal bilimlerin gelişiminde aslında çok ciddi payı olan disiplinlerin bile merak ve öğrenme tutkusunu kamçılayacak bir cazibesi vardır. Mesele bu tutkuyu açığa çıkarabilecek rehberlerin varlığı veya yokluğudur.

 

XII.

 

1999-2001 arasında, deliliğimi bir düzene koymayı öğrendikten sonra entelektüel yaşama geri döndüm. Ve Sabancı Üniversitesi Tarih bölümüne yüksek lisans öğrencisi olarak kayıt yaptırdım. Ve Sabancı Üniversitesiyle Bilkent’i mukayese ettiğim zaman bu iki okulun kuruluş mantığında çok ciddi farklar olduğunu kavradım. Kısaca anlatayım. 

Bilkent’te bizi bireyci rekabetçi insanlar haline getirmeye çalışır, yeteneklerimizi öyle geliştirirlerdi. Sabancı’daysa daha ilk sınıfta öğrencilere ‘sosyal sorumluluk projesi’ diye bir ders verilir, onlara sosyal problemler karşısında birşeyler yapma arzusu aşılanırdı.

Bilkent’te bizi inkılap tarihi adı altında resmi tarih dogması anlatılırdı. Bizde nefret ede ede o zorunlu dersi alırdık. Sabancı’da ise Modern Türkiye Tarihi dersi adı altında Eric Jan Zürcher’in klasikleşmiş Türkiye tarihi kitabı okutulur ve öğrencilere Türkiye’nin can yakıcı zihniyetsel, yapısal, sosyolojik, ekonomik, etnik sorunları hakkında bir bilinç kazandırılırdı.

Bilkent’te bize hukuka giriş diye ilmihal gibi bir ders verilir, biz de ikrah ede ede o derslere girerdik. Sabancı’da ise çocuklara Etik/Ahlak diye bir ders verilir,  o derste çocuklara trajedi metinleri okutulur ve çocukların bireysel ve toplumsal ahlak ve adalet sorunları hakkında bilinç kazanılması çalışılırdı.

Bilkent’te bize imla kurallarını öğrenmeye odaklı bir Türk dili dersi verilir ve biz ikrah ede ede o dersi dinlerdik. Sabancı’da ise Türk edebiyatı dersinde çocuklar Türk edebiyatının klasiklerini yorumlama becerisi kazanırlardı.

Bilkent’te bize medeniyet tarihi dersi verildiğinde biz bu dersi mecburiyetten dinlerdik. Sabancı’da ise çocuklara yeryüzü yurttaşlığı bilinci vermek üzere bir dünya tarihi dersi anlatılır, o derslerde bu çocuklar Erasmus’un Luther’in, Gandhi’nin, Sun Yat Sen’in temel metinlerini okur, dünya tarihini içeriden yaşar ve Batı’dan Çin ve Hindistan’a bir yeryüzü yurttaşlığı hissiyatı kazanırlardı.

Ve Bilkent’te biz daha bölüme girmeden mesleğimizi seçmiş olurduk. Sabancı’da ise çocuklar ilk yıl temel doğa bilimlerinden temel sanat derslerine kadar tüm yeteneklerin uyumlu bir biçimde gelişeceği bir eğitime tabi tutulur, ancak ikinci sınıftan sonra uzmanlaşmaya başlarlardı.

Bu formasyondan ötürü Bilkent’te farklı mahalleler ve cemaatler yanyana durur, birbirinin özgürlüğüne müdahale etmez, fakat içiçe de geçmezdi. Sabancı’da verilen formasyon ise farklı cemaatlerin içiçe geçmesine izin veriyordu. Biz Sabancı’daki asistanlardan kimimiz Alevi, kimimiz Kürt, kimimiz Osmanlıcı, kimimiz radikal İslamcı kimimiz katıksız komünisttik. Fakat tam bir dostluk ortamında herşeyin sohbetini yapabilecek bir atmosferin içindeydik. Örneğin Stalinist Candan ve Nurcu Esat olarak biz ikimiz kolkola gezerdik. Bilkent’te ise bu atmosfer çok cılızdı.

Ben Bilkent’le, orada aldığım eğitimle, hocalarımla, güzel işler çıkarmış arkadaşlarımla, kurduğum dostluklarla hala gurur duyuyorum. Ve Sabancı’yı sadece orada verilmek istenen formasyonu tam olarak sahiplenebilmiş insanların özelliklerini öne çıkararak idealize ediyorum. Fakat diyorum ki eğer Türkiye’deki tüm üniversitelerdeki öğrenciler ilk iki yıllarında Sabancı Üniversitesinin felsefesinden geçmiş olsalardı, bu ülke en temel sorunlarını çok daha muhteşem bir biçimde çözebilirdi.

 

XIII.

 

Sabancı’da biz asistanlar hamal değildik. Hocalarımız bize eğitim partneri muamelesi yapardı. Dersler 400 kişiilk amfilerde en iyi hocalar tarafından verilir, sonra bu dört yüz kişi 20 kişilik sınıflara bölünür, biz asistanlar da ‘tartışma saati’ adı altında o çocukların tüm sorumlulukların üstlenirdik. Tartışma Saatleri bizim akademik becerilerimizi geliştirmenin bir yoluydu da…

Pek çok arkadaşım tartışma saatlerinde derste anlatılanları tekrar ederdi. Bense, 1990’larda Türkiye’de ciddi bir kamusal alan kültürü yaratmış Siyaset Meydanı programının büyüsüne kapılmış olarak,  dünya tarihi dersinin parçası olan bu saatleri Türkçe yapar, çocukların önüne dersle ilgili son derece provokatif önermeler atar, onları benle ve birbirleriyle tartışmaya kızıştırırdım.

İkinci dönem benim sınıfıma müthiş karizmatik bir çocuk geldi: Talip. Talip bana şöyle dedi: diğer tartışma saatlerinde ders anlatılıyor, sense gerçek anlamda tartışma yürütüyorsun. Onun için senin sınıfını seçtim. Çok gururlanmıştım. Hemen dost olduk.

Meğerse Talip devresinin yıldız çocuğu, okulun maskotuymuş. Daha birinci sınıfta Nietzsche külliyatını devirmiş, meşhur Gödel, Escher, Bach kitabını satır satır anlayacak kadar matematik ve müzik öğrenmiş, İngilizceyi anadili gibi konuşan ve çok iyi sinema etütleri yapan bir çocuktu.

Ve Talip emekli bir kurmay albayın çocuğuydu. Bu beni ona daha da çok yaklaştırdı. İslamcılar ve Kemalistler yüksek siyasette kavga verirken Kürt-İslamcı bir ailenin çocuğuyla bir Kemalist seçkin ailenin çocuğu kanka olmuştu.

Ve biz Talip’le üç yıl boyunca Türkiye’nin gelmişini, geçmişini, sorunlarını, gelecek için neler yapabileceğimizi konuşarak yoldaş olduk. Sabancı’da aldığımız formasyon bizim kanka olmamıza destek olan bir formasyondu. Kürt sorunundan İslamcı-laik kavgasına Talip’le her konuyu açık yüreklilikle sohbet edebiliyorduk. Birbirimize zor zamanlarımızda destek olacak kadar birbirimize yakındık. Etkilendiğim kızlara karşı çekingenliğimi atmamda Talip’in nasihatlerinin çok faydası olmuştu sonraki hayatımda… Bunları konuşurken beni hiç aşağılamaz ve bana özgüven kazandıracak şeyler öğretirdi.  

Talip lisans boyunca son derece ağır metinleri kendi şevkiyle okudu. Okulu bitirdiğinde ‘dünyada tartışma yaratacak’ bir kitap için eve kapanıp yüzlerce sayfa yazı yazdı. Sonra “Daha eksiğim var.” diyerek erteledi. Sonra Hollanda’ya sağlam bir bölüme yüksek lisansa gitti. Orada bir aşk macerasında, ‘ya bu kız ya da başka hiç kimse’ dediği bir kızla yaşadığı aşk ilişkisinin sona ermesine engel olmak için tüm ruhunu tüketti ve geçici olarak kafayı yedi. Sonra Sabancı’ya döndü. Ruhsal sağlığını çok daha güçlü bir biçimde kazandı. Eskisinden çok daha güçlü bir kişilik geliştirdi. Güzel bir evlilik kurdu.  Sabancı’da Şerif Mardin’in gözetiminde çok sağlam bir tez yazdı. ABD’de birinci sınıf bir üniversitede Osmanlı tarihi doktorası yaptı. Ve şimdi birinci sınıf bir Osmanlı tarihçisi olarak ders veriyor. Ama eğer Talip’in yirmi iki yaşında dünyayı sarsacak eser yazma projesi rotasını bulsaydı, şimdi sanıyorum Foucault ve Deleuze’den çok daha karizmatik bir dünya entelektüelimiz olurdu. Talip’in bu iş için her yeteneği vardı.

 

XIV.

 

Burada şimdiye kadar hep seçkin okulların öğrencilerinden örnek verdim. Ama eğer benden on yaş küçük kuzenim Selman’ın hikayesini anlatırsam sanıyorum şu an vasat bir okulda okuduğu için büyük işler yapamayacağına inanan genç okur kendindeki potansiyelin farkına varacaktır.

Selman çok kötü bir ortaokul ve lise eğitimi gördü. Ve Bilkent, Boğaziçi gibi bir okulu değil, Gazi Üniversitesinde bir mühendisliği kazanabildi anca… Yıllarca orada okudu, okulunu ve bölümünü sevmiyordu. Beceremedi, okulu bitiremedi. Sonra bir gün para için İngilizce’den Türkçe’ye bir mektup çevirmiş. Yaptığı iş hoşuna gitmiş. Niye bu işi yapmayayım ki demiş. Sınava bir daha girdi ve Bilkent İngiliz Edebiyatı bölümünü yarım burslu kazandı. Sınıf arkadaşlarından on yaş büyüktü. Edebiyatı ve okuldaki abilik duygusunu çok sevdi. Edebiyata tutkuyla sarıldı. Ve okulu bölüm birincisi olarak bitirdi. Bu sırada Bilkent Siyaset Bilimi bölümünde de yandal yaptı.  Şimdi ABD’de siyaset bilimi doktorası yapmaya hazırlanıyor.

Mühendis kökenli olduğu için matematik temeli sağlam. Edebiyat bölümünde de sözel yetenekleri zirve yaptı. Muhtemelen ABD’de çok iyi üniversiteler bu çocuğun ‘üzerine atlayacak.’ Selman bu tutkuyla giderse Türkiye’nin yetiştirdiği çok iyi siyaset bilimcilerinden biri olacak.

Fakat Selman son on yılda ülkenin yaşadığı travmalardan sonra yurttaşlık duygusunu yitirdi. Ülkeyi terk etmeyi ve kendisine bireysel bir hayat kurmayı düşünüyor.

Selman’ın, kendisini üçüncü sınıf bir mühendis olarak görmekten kurtarıp geleceğin muhtemelen birinci sınıf bir siyaset bilimcisine dönüştüren şey, hayatın zorunluluklarını değil de entelektüel tutkusunu merkeze alarak bir meslek seçimi yapmayı kaderin Selman’a lütfetmiş olmasıydı.

Bir örnek de benden üç yaş büyük kuzenim Muhammed. Bir gecekondu mahallesinde beş kardeşten biri olarak büyüdü. Babası lise mezunuydu, annesi ilkokul mezunu bile değildi. Çok yobaz olduğu söylenebilecek bir İslam’a bağlıydı. Çok vasat olduğu söylenen bir ilkokul, ortaokul ve lise eğitimi gördü. Fakat ahlaki meziyetleri müthişti. Sorumluluk duygusu, fedakarlığı, çalışkanlığı vs… Nihayet Muhammed üniversitede ODTÜ’yü kazandı. Ama en hor hakir görülen bölümlerinden birini: Kimya. Orada da çok çalıştı ve doktoraya İsveç’in en iyi iki üniversitesinden birine kabul edildi. Ve nanoteknoloji profesörü oldu. Doktoradan sonra onu hemen hocalığa kabul ettiler aynı okulda. Şu anda Muhammed İsveç’in en iyi okullarından birine İsveçli gençlere kimya öğretiyor. Çok iyi bir laboratuvarın sorumluluğu ona ait ve orada Avrupalı şirketler için teknolojik keşifler yapıyor. Ve aradan geçen yıllardan sonra çok güzel bir İslami anlayışa kavuştu. İsveç’teki seküler ya da Hıristiyan dostları Muhammed’i çok seviyor.

Muhammed, Selman’ın tersine yurttaşlık bilincini hiç kaybetmedi. Yeteneklerini Türkiye’ye hizmet edebilmek için kullanmak adına defalarca ciddi teşebbüslerde bulunsa da ülkemiz bürokrasisi Muhammed’in yeteneklerine hitap eden olanakları Muhammed’e sağlayamadı. Muhammed bu ülkeye değil, İsveç’e hizmet ediyor. Ülkemiz sefil bir durumda olmasaydı bundan hiç gocunmazdım. Ama şu anda Muhammed gibi nice değerimiz aynı Muhammed gibi ülkesine hizmet edebilecek olanaklara kavuşamadığı için gelişmiş ülkelere göç ediyor.

Ben müşahedemi söyleyeyim… Dicle Üniversitesi de dahil Türkiye’nin ‘ikinci sınıf’ olduğu söylenen pek çok üniversitesinden pek çok gençle sohbet etme,  onların potansiyel yeteneklerini müşahede etme ve onların tutkularındaki yoğunluktan etkilenebilme şansı buldum. Tam bir kendimden eminlikle söylüyorum: bugün Dicle Üniversitesinde okuyan ve kendini üçüncü sınıf entelektüel yeteneklere sahip olarak gören gençler de dahil olmak üzere eğer gençler bilime, sanata, felsefeye, mühendisliğe dünya ölçekli katkı yapabilecekleri inancıyla entelektüel uğraşların peşinde koşar ve devlet ve toplum da onlara destek olabilir, rehberlik yapabilir ve zor zamanlarında onları ayakta tutmayı becerebilirse bu ülkenin 20 yıllık kolektif bir çabayla tüm entelektüel disiplinlere dünya ölçeğinde katkı yapmasının önünde hiçbir engel yoktur.

Bu sözlerime inanmayan okur muhakkak Jack London’un Martin Eden adlı otobiyografik romanını okumalıdır. Zira o romanda London üçüncü sınıf olduğu söylenen bir işçi çocuğunun tutkuyla entelektüel hayata sarıldığında nasıl dünya ölçekli işler çıkarabildiğinin bir ispatıdır.


 

1 Response

  1. musa dedi ki:

    Teşekkürler. Çok kıymetli bir yazı dizisi.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir