Cihan Aktaş’la sohbetin ardından

Haftada bir yaptığımız sohbetlerin 6 Nisan 2012 Cuma günkü konuğu Cihan Aktaş’tı. Aktaş’la gerçekleştirdiğimiz sohbetin notlarını paylaşıyoruz. 

Sızlanma ile özeleştiri arasında önemli bir fark var.

Cumhuriyet’in Müslümanları bastırmaya yönelik icraatları, Müslümanlarda agorafobik bir yapı ve psikoloji oluşmasına yol açtı. Müslümanlar uzun yıllar kendilerini muhafaza için çekildikleri mağaralarında yaşadılar. Fakat mağaralarından çıkıp da hayata karıştıklarında karşılaştıkları dünya Ashab-ı Kehf’in içine uyandığı gibi anlaşılmaya açık bir dünya olmadı.

Ali Şeriati’nin oğluna yasakladığı üç t’den yani taklit, tercüme ve tekrar’dan Müslümanların da kaçınmaları gerekirdi.

Aile pek çok kez  tahakkümün, ruhu ve benliği bastırmanın de mekanı olabiliyor. Ama ailenin yerine ne konacak belli değil. Fıtrata en uygun ortak yaşama birimi yine de aile bana kalırsa.

Danimarkalı yazar Suzanne Brogger’in Bizi Aşktan Koru başlıklı kitabı vardı, aile kurumunu sorgulayan. Ancak Brogger sonraki yıllarda aile kurumundan yana bir tavır alarak Duygu Asena’yı şaşırttı. Aile konusunda Aliya İzzetbegoviç ve İsmail Faruki’nin aileye dair görüşleri de önemli. Engelli, çirkin ve yaşlı bireylerin şefkatle barınabilecekleri tek yer ailedir.

Aile kolektivizmin de öğrenildiği yer.

Yaşlıların yalıtılması, gençlerden uzak tutulmaları, topluma çok çeşitli olumsuz etkileri olan büyük bir sorun.

Şimdi aileler çocuk merkezli. Bu, egosu güçlü bireyler yetişmesine sebep oluyor.

Kadının ailedeki yeri söz konusu olduğunda klişelerden ve zaman üstü yaklaşımlardan kaçınmak gerek. Geniş aile içindeki “gelin” olgusu giderek geçmişte kalıyor. Artık kadının annesine yakın bir ev kiralamak şeklinde pratik belli bir yaygınlık kazanmış durumda. Bu da çocuğun bırakılabileceği yakın bir yer ihtiyacıyla ilgili.  Evlilik ilişkilerinde karşı tarafın anne babasına muamelede hakkaniyetli davranmayı önemli buluyorum, gelinlik konumu mirasının bütün olumsuz tortularına rağmen…

Yerleşik teamüllere dışarıdan bakıldığında pek çok kabul bir tahakküm ilişkisi ya da içerme alışkanlığıyla ilgili görünüyor. Mesela kadının kocasının soyadını almasını anlamak mümkün değil. Kültürdeki erkek egemen kodlar; savaşların toplumun korunması için önemli olması, savaşlarda da erkeklerin işe koşulmasıyla yani erkeklerin bu sebeple el üstünde tutulmasıyla ilgili olmalı.

Erkeğin kadına karşı şiddet uygulaması erkeğin “ağır el”i ile oluyorsa, kadının erkeğe karşı şiddet uygulaması da kadının “acı dil”i ile oluyor. Hatta bu acı dilin etkileri daha yıkıcı olabiliyor. Söz, kişiliğe saldırı vs. içerdiğinde daha kalıcı yaralar açılabiliyor.

Eğer böyle bir imkana sahip olurlarsa, kadınlar ihtiyaç halinde maddi gelir temin edebilecekleri bir zanaat öğrenmeliler. Kadınların onları ayakta tutacak meziyetleri olmalı. Tahsil yapmalılar. Geçinmelerini sağlayacak bir beceri edinmeliler. Genç kızların, kocaları tarafından geçindirilme hayaliyle büyümeleri sakıncalı geliyor bana. Ekonomik zaaf, hayattaki kişisel duruşu sakatlıyor kanımca.

Eğer bir kadın çocuk doğurduysa en azından bir süre işine gücüne ara verip çocuğuna bakmalı, bunu göze almalı. Madem anne olma sürecine girdin, en azından birkaç yıl çocuğuna yokluğunu hissettirmemelisin. Çocuk anneyi yanında görme güvenini yaşamalı. Bütün bunlar karı-koca arasında önceden konuşulup halledilebilecek şeyler. Evlilik anlaşma değil, uzlaşma halinde yaşanmalı.

Kadınların çalışmasına örnek olarak, Hz. Muhammed as.ın halasının kızı Zeynep binti Cahş’ın deri işçisi olarak çalışma konusundaki kararlı tutumu verilebilir.

Kimi erkek düşünürlerimiz “Kadınlar eve dönsün” diyor, kimi kadın yazarlar da destek oluyor bu tavsiyeye. Ama gözden kaçırdıkları bir nokta var. Ev artık bir üretim mekanı değil, ev artık ekran, dizi, evlilik programları.

Ev içi emeğiyle gerçekleşen çamaşır-bulaşık-ütü gibi işleri, akıl ve yetenek gerektirmeyen işler, geçici bir faydaya matuf işler olarak görenler var. Kalıcılık açısından bakıldığında bebek yetiştirmek en kalıcı iştir.

İlginç bir olgu bu, anne ya da kadın emeği ev dışına çıkınca parasal/kamusal bir değer kazanıyor. Kimi ürünler “anne eli değmiş gibi” benzeri reklam sloganlarıyla sunuluyor mesela.

Evde emek verilirken, gönüllü hizmet ruhu ile çalışmak anlamlı elbette. Ancak evde takdir edilmediği, kıymeti bilinmediği için de ev kadınlığının tecimsel savrulma ve dağılmalar yaşaması o kadar şaşırtıcı değil.

Ütü gibi işler ağır işler üzerine düşünelim. Hiç kolay değildir ütü işi ve bir maharety ister. Herkes kendi giysilerini ütülemeyi öğrenmeli. Bir diğer yol da, ütü gerektirmeyen kıyafetler giyilerek bu meselenin kökten çözülmesi olurdu.

Kimi solcu arkadaşlarımda gözlemlediğim  eve kadın almama, evde kadın işçi çalıştırmama ya da sigortasını yatırma duyarlığını takdirle karşılıyorum.

Tek tip siyaset yok. Siyasetin dokunmadığı bir saha ise hayal. Aslında siyasete kirli bir uğraşı gözüyle bakılması bana tuhaf geliyor. Makro-siyaset ya da mikro-siyasetten sadece biriyle bu iş olmaz. Kirlenmekten de korkmamak durumundayız. Kirlenmek için de bazen cesaret gerekiyor.

Devrim sünnete uygun yaşamaktır. “Aşk ve devrim yapılmaz, gelir!” denir ama bizim için şöyle bir denklem geçerli galiba: Kemalizmin üzerimizdeki gizli açık kötü etkilerini üstümüzden attıkça devrim yapmış olacağız.

Son yıllarda Türk sinemasında sinemada bir değişim gözlemliyorum. Eskisi gibi hayatta karşılığı olmayan kahramanlar ağırlıklı değil. Artık filmlere inanç figürü konuluyor.

Medine toplumu kardeşlik hukukunun tesis edildiği bir toplumdu.

Toplumsal alanda uçurum oluşturan pratiklere karşı duyarlı olmak lazım.

Başörtülü Türk öğretim görevlileri Bosna’daki üniversitelerde çalışabiliyor ama Türkiye’de üniversitelerde çalışamıyorlar.

AKP kültür alanında zayıf kalıyor.

İslami kesimin eliti, kendi geçmişini unutma eğiliminde. Sinema alanında kayda değer bir başarı gösteremiyoruz. Çünkü geçmişimiz bize ait değilmiş gibi yapmayı tercih ediyor, kurgusal geçmişler icat ediyoruz.

İran’da Arap hareketleri başlangıçta devrim olarak görülmedi İran devleti Arap hareketlerine hazırlıksız yakalandığı için bu hareketleri tanımlamakta gecikti.

Birkaç yıldır edebi kurgular dışında ayrıca “İslamcı Kadınların Üretim Ufku” başlıklı bir metin üzerinde çalışıyorum.

Kitap-film künyeleri:

Suzanne Brogger, Bizi Aşktan Koru, çev. Armağan İlkin, 1. Baskı: Sungur Yayınevi, 1982 [yeni baskısı: Telos Yayınları]

Simon de Beauvoir, Yıkılmış Kadın, çev. Harika S. Şeren, Ankara: Kaynak Yayınları, 1983

Alexandra Kollantai, Sevgi Yolları -Üç Öykü-, Almanca’dan çev. Gülay Türkyılmaz, Alan Yayıncılık, 1987 (iyi bir komün girişimi)

“Turuncu Üniforma” [Narenji Poush], yön. Daryuş Mehrcuyi [Dariush Mehrjui], 2012

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir