Cihan Tuğal – Liberalizmin Düşüşü, Şiddetin Tırmanışı ve Emek Mücadelesi*

manset

* Cihan hocayla 9 Nisan’da büromuzda yaptığımız söyleşinin gözden geçirilmiş dökümüdür.

Giriş

Şu aralar en çok referans aldığım makalelerden biriyle başlamak istiyorum. Hobsbawm’ın 70lerin sonunda yazdığı “Proleteryanın İlerleyişinin Duruşu”. O dönem çok sert eleştiriler alan ama sonradan en sert eleştirenlerin bile hakkında “ya adam aslında haklı” dedikleri bir makale. 19. Yüzyılın ortasından 1970’lerin sonlarına kadar bir proleter yüzyıl olarak bakabilirsek, bunun 1970’lerin sonlarında kesinlikle son bulduğunu artık net olarak düşünüyorum. Neoliberalizmin yükselişini de biraz buradan okumak gerektiğini düşünüyorum. Sadece refah devletinin çöküşü, Keynesçiliğin tıkanışı, sendikaların tıkanışı olarak değil de genel planda işçi sınıfının siyasetteki, kültürdeki ve iktisattaki ağırlığının bitişi. Son 35-40 yılı buradan okumanın verimli olduğunu düşünüyorum. Buraya tekrar tekrar döneceğim.

 

I. Liberalizm mi, Neoliberalizm mi?

Bir de, ayrıntılara girmeden önce, neoliberalizm-liberalizm bahsinde kısa bir şey söylemek istiyorum. Neoliberalizm yanıltıcı bir kelime. Literatüre dikkatli baktığınızda liberalizmle neoliberalizm arasındaki farklar aslında çok afaki ayrımlar. Şimdi çok teorik bir tartışmaya girmek istemiyorum, ama genel olarak (sadece neoliberalizmin değil) liberalizmin bir krizinden bahsedebileceğimizi düşünüyorum. 18. Yüzyılın sonunda başlayıp, 19. Yüzyılın ortasında en şiddetli olup sonra yavaş yavaş geriletilen, sonra da refah devleti döneminde paranteze alınan liberal devletin/toplumun devamı bence neoliberalizm. Yani çok ayrı bir şey değil. Bunu ayrıntılı, derin teorilerle ayrıştırmaya çalışan metinlerin isabetsiz olduğunu düşünmeye başladım ve tartışmayı genel olarak liberalizm üzerinden kurmak gerektiğini iddia ediyorum.

Liberalizmi de çok basit bir şekilde şöyle tanımlayabiliriz aslında: Bireyi, bireyin mülkiyetini ve bireyin özgürlüklerini temeline alan, merkezine alan bir proje. Burada mülkiyetle özgürlük beraber düşünülüyor, yani bireyin mülkiyeti olmazsa özgürlüğü de olmaz. Dolayısıyla liberalizmin özgürlükçü, çoğulcu yüzü de tamamen bu mülkiyetçi yüzüne bağlı. Liberalizm özgürlük anlayışını oradan kuruyor, yani o mülkiyetçilik olmazsa devletler bireyi çiğner, kollektifler bireyi çiğner. Bütün dünya tarihine böyle bakıyor liberalizm. Yani bireyin mülkiyeti olduğu zaman, o mülkiyeti kullanma hakkı olduğu zaman toplumlar da özgürleşiyor, devletler de özgürleşiyor ve bu olmadığı zaman (ki insanlık tarihinin çoğunluğunda da yok zaten) insanlar özgürlükten yoksun yaşıyor.

Liberalizmin ahlaki boyutu

Bu projenin, 18. Yüzyılın sonlarında, 19. Yüzyılın başlarında (bütüncül bir şekilde) uygulamaya konulduktan bir süre sonra sekteye uğradığını görüyoruz. Sekteye uğraması da boşuna değil, özellikle İngiltere’de ve Batı Avrupa’da çok ağır bir yıkıma sebep oluyor. Bu yıkımı uzaktan seyreden Almanya, Japonya gibi ülkeler zaten çok bulaşmıyorlar liberalizme. Ama İngiltere’ye baktığımızda insanların sefaletini, nehirlerin zehirlenmesini görüyoruz. Üstelik insanlar sadece açlıktan değil, onursuzluktan, dayanışma yoksunluğundan ölüyor. Bu durum entelektüel bir hedef olarak belirlenmiş zaten, o zamanki liberal metinlere bakarsanız bu açık açık da söyleniyor. Mealen “biz çalışmayanı ölüme bırakalım ki geride kalanlar kendini toparlasın” deniyor. Liberal proje bu biraz. Liberal projenin özündeki mülkiyeti temel alma tutumunun ayrılamayacak bir ürünü çalışmayan, mülkiyetine sahip çıkmayan, mülkiyetini geliştirmeyen insanları ölüme bırakmak. Liberalizmin saf halinden bahsediyoruz. Neoliberalizmin saf hali de böyle bir şey aşağı yukarı. Ama çağımızda da 19. Yüzyılın sonlarında da bu saflığın bozulduğunu, liberalizmin başka şeylerle tahkim edilmeye çalışıldığını görüyoruz. Şimdi biraz oralara gireceğim.

Bu telafileri anlayabilmek için, şunu vurgulamak lazım: özellikle politik ekonomistlerin tartışmalarında en çok vurgu özelleştirmeye, sendikasızlaştırmaya finansallaştırmaya, adem-i merkeziyetçiliğe yapılıyor. Ancak liberalizmin etik boyutu biraz ıskalanıyor. Tabii siyasal ekonomistlerin bahsettiği özelleştirme, sendikasızlaştırma, finansallaştırma gibi boyutlar da önemli. Fakat liberalizm hakikaten etik bir proje. Ben o etik, ahlak ayrımını da çok sevmiyorum, yani ahlaki bir proje olarak da bakabilirsiniz bu duruma. Daha kollektif, daha geleneksel ahlakların içinden bakınca liberal proje, yani en uç haliyle insanları ölüme bırakmak, ahlaksızca bir şeymiş gibi görünüyor. Ama bu aslında liberallerin durduğu yerden bakınca çok ahlaki bir şey. Neden? Çünkü biz bu elenmesi gereken kişileri eledikten sonra daha ahlaklı, daha erdemli, daha kendi ayakları üzerinde durabilen bireylerden oluşabilecek bir toplum yaratabiliriz. Proje bu.

Bugün liberalizmin başka bir boyutundan bahsetmemiz gerekiyor, buraya kadar anlattıklarımla yer yer çelişen ama öte yandan da bunların yarattığı yıkımı azaltmaya çalışan bir boyutuyla. O da liberal refah devleti. Bu uygulamalar liberalizm 19. Yüzyıl ortasındaki saf halinden çıkıldığında da görülmüş. Liberaller o dönemde yavaş yavaş başka bir model geliştirmeye başlıyorlar, çünkü demin bahsettiğim yıkımı görüyorlar. Yani insanlar basitçe ekmeksizlikten ya da refah olmayışından değil de dayanışma olmayışından, onur olmayışından, kimsenin yüzlerine bakmamasından ölüyor. Bahsettiğim o ilk saflıktaki liberalizm Ricardo ve Malthus metinlerinde var mesela, “insanları ölüme bırakalım” fikrini ahlaki bir biçimde savunanlar Ricardo ve Malthus. Şimdi bu kadar bir yıkım görünce 19. Yüzyıl sonlarında İngiltere’de liberallerde şöyle bir ruh hali, daha doğrusu etik hali görmeye başlıyoruz. Ölüme bırakılmaması gereken insanlar var. Kimler bunlar? Yaşlılar, engelliler, kronik hastalar. Bunlar yavaş yavaş tespit edilmeye başlanıyor. “Tamam, bunları ölüme bırakmayalım” deniliyor. Ama “iş aramayanları, çalışabilecek durumda olup da çalışmayanları hala kendi hallerine bırakabiliriz” gibi çözümler aramaya başlıyor liberalizm 19. Yüzyılın sonlarında. Bunlar tam oturmuyor hiçbir zaman, yani dört başı mamur bir refah devleti projesine tam anlamıyla dönüşmüyor, çünkü refah devleti daha korporatist, daha dayanışmacı, daha eşitlikçi bir proje olarak ortaya çıkıyor, bu da işçi sınıfının varlığıyla işçi sınıfının mücadelesiyle alakalı bir şey.

Yeni bir olgu: Liberal refah devleti

İşte ilk başladığım noktaya dönecek olursam bugünü, bugünün liberalleşmesini, neoliberalleşmesini öncekilerden ayıran en büyük özelliklerden bir tanesi işçi sınıfının 19. Yüzyıldaki ağırlığının olmaması. Sendikal planda olsun, parti planında olsun… Ama kültür de çok önemli burada tabi ahlak, kültür, etik ne diyeceksek ona. İşçi sınıfının insanların muhayyilesini tanımlayamaması çok ciddi bir boşluk yaratıyor ve bugünün marazlarına karşı bir refah devleti kurulurken artık korporatist, dayanışmacı, eşitlikçi bir yerden kurulamıyor, çünkü işçi sınıfının ciddi mücadelesi ve müdahalesi yok.

Bugün, ciddi anlamda, refah devletinin geri dönüşünden bahsediliyor. 1980’lerde ve 1990’ların başında, 19. Yüzyılın başlarını anımsatan saf bir liberalizm yaşanıyor. Yani “refah devletine gerek yok, atalım refah devletini insanlar çalışsın niye çalışmıyorlar ki” gibi saf bir liberal ruh var 1980’lerde. 1990’ların sonlarına baktığımızda ise durum şu: IMF’nin girdiği her ülkede ayaklanma çıkmış, Dünya Bankası’nın projesinin uygulandığı her ülkede ciddi ekmek ayaklanması çıkmış, kan dökülmüş. Dünya Bankası’nda şu düşünce oluşuyor: “Gidişat tehlikeli, galiba biz biraz abarttık, bir takım projeler, programlar gerçekten gerekiyor.” Yani önce refah devletine çok büyük bir saldırı yapılıyor liberaller tarafından, fakat 1990’ların sonlarında liberaller tekrardan refah devletini toparlamaya girişiyorlar.

Şimdi dediğim gibi bizi 19. Yüzyılın sonundan ayrıştıran en büyük mesele: Liberallerin kendini toparlama sürecine işçi sınıfının müdahale edememesi. Dolayısıyla bu kendini toparlama ve refah devletini yeniden canlandırma uygulamaları bu sefer görece daha liberal bir yerden kurulabiliyor. 19. Yüzyılın sonunda tartışılıp da yapılamayan “hastalara, engellilere, yaşlılara, dullara odaklanalım diğerlerini yine kendi haline bırakalım” tipi uygulamalar; evrensellikten uzak, yoksulları kendi içinde ayrıştıran ve yoksulları birbirine düşürmeye yönelik uygulamalar artık kurumsallaşabiliyor. 20. Yüzyılda, Batı’da dahi sadece Anglosakson ülkelerde (o da işçi sınıflarının baskısı altında, gayet sınırlı biçimde) uygulamaya konulan sosyal-liberal ütopya, şimdi tüm dünyaya yayılıyor.

Bu ütopyanın Türkiye’ye yansıması ise Kemal Derviş ile başlıyor. Kemal Derviş öyle bir proje çiziyor ki, hem özelleştirme hızlanıyor, hem finansallaşma hızlanıyor, hem sendikasızlaştırma hızlanıyor. Ama aynı zamanda “means-tested” denilen, hedef grup bazlı refah uygulamaları yoksulları böyle 15-20 alt gruba bölüp bunlara yönelik refah uygulamaları geliştiren bir yaklaşım da gelişiyor. 2001’de Türkiye’ye sokuluyor, AK Parti’den önce uygulanmaya başlıyor, fakat bu proje toplum nezdinde kabul görmeyecek bir şey iken AK Parti’nin gelmesiyle artık bunun bir siyasal, kültürel meşruiyeti de oluşuyor ve neoliberalizmin bu boyutu yani toplumun kendini savunma boyutu da bu şekilde biraz kurumsallaşmaya başlıyor.

Liberalizmi sadece siyasal ekonomistlerin tanımladığı gibi bir üst sınıf saldırısı olarak tanımlamak yerine hem bu ilk başta bahsettiğim ahlaki boyutunu hem de toplumun kendi kendini koruması boyutunu katmak lazım tanıma. Böyle bütünlüklü bir şekilde düşünmek lazım ki projenin nasıl ayakta kalabildiğini görelim. Ortada bir ahlaki sertlik var, ama bir tür ahlaki yumuşaklık da devreye giriyor ve temeldeki ahlaki sertliği sadece sınırlayan bir şey değil, destekleyen bir işlev görüyor. Yani biz bu yardımı hak eden insanlara yardım edelim ki çalışması gereken ya da çalışma kapasitesi olan insanlardan daha yoğun bir çalışma performansı isteyebilelim. Bir tür neoliberalizmin vicdanı diyebileceğimiz bir sistem bu. Dolayısıyla AK Parti’nin getirdiği sağlık, eğitim politikalarını ve yardımlarını sadece kurumsal yönüyle değil de bu ahlaki yönüyle de düşünmek gerekiyor.

 

II. Bugünün Emek Mücadelesi: Somut bir Vaka

Şimdi asıl gelmek istediğim yer olan esnekleştirme ve taşeronlaştırma koşullarında nasıl bir emek mücadelesi verilebilir tartışmalarına biraz genel plandan başlamak istiyorum. Bu meselenin de bir siyasal-ekonomi, bir de ahlaki tarafı var. Siyasal-ekonomi hep vurguladığım gibi işçi sınıfının geri plana çekilmesi (aslında ona da sadece siyasal-ekonomi demek istemiyorum çünkü işçi kimliğinin önemi yitirmesi de bu sürecin bir parçası). Diğer taraftan da yoksulların kendi içinde farklılaşması: eski ekonomik politikada proleteryadan, alt-proleteryadan, bazı metinlerde ise lümpen proleteryadan bahsedilirdi. Oysa şu anki zihniyet yoksulları kendi içinde 15’e 20’ye bölüyor. Bu bazen “iyi niyetle” de yapılıyor, sadece bir komplo olarak değil. Yani herkes yerini bilsin, ona göre destek görsün, ona göre katkı yapabilsin diye de yapılıyor.

Öte yandan, bu bölünme enformel işçi sınıfının kendi yaşamına nasıl yansıyor diye bakarsak, hakikatten kötü niyetli okumaların öngördüğü şekilde yansıyor, yani dayanışmadan yoksun, risk içinde bir çalışma hayatı gözlemliyoruz taşeron işçilerinin arasında. Eski işçi sınıfına göre, 1848’den 1970’lere uzanan işçi sınıfına nazaran çok riskli bir iş yaşamı söz konusu artık. İş güvencesinden, sigortasından yoksun bir alt-proleterya yaratılıyor. Bunlar ya küçük işletmelerde çalışıyor ya da büyük işletmelerde ayrı adalarda yaşıyorlar. Yani taşeronlaşmanın en büyük etkilerinden biri sadece bu güvencesizleşme değil, işyerinin kendi içinde işçi kimliğini kırması. Bundan ne kastediyorum: eskiden büyük bir A şirketinde iseniz A şirketinin çalışanı olarak görüyordunuz kendinizi. Ama şu anda bir A şirketi ve bu A şirketinin içinde b, c, d, e taşeronları ile çalışılıyor ve kimliğiniz ilk başta oradan kuruluyor. Kimlik derken çok soyut bir şeyden bahsetmiyorum, gündelik yaşamınız bunun üzerinden kuruluyor. Yani ilk baştaki muhatabınız b taşeron şirketinin müdürü. Bir büyük şirkette 5000 işçi çalışıyorsa bile büyük şirketle çok fazla muhatap olmuyorsunuz. Mesele sadece müdür ve idare de değil, diğer taşeron şirketlerin işçileriyle de muhatap olmuyorsunuz. Asıl bölünme oradan çıkıyor: bir işçi sınıfı yok orada. Alt-proleterya diyebileceğimiz bir sınıf bile yok, sınıfsallık yok, küçük adalar, küçük kabileler var: b şirketinin 20 çalışanı, d şirketinin 300 çalışanı vs. gibi. Yani işçiler birbirinden aşırı koparılıyor bu düzenekle ve birbirine ciddi düşmanlık beslemeye başlıyorlar. Bu düşmanlık ciddi anlamda enformel hiyerarşiler de yaratmaya başlıyor. Çok genel plandan bakıldığında, biri çay taşıyor diğeri yerleri temizliyor diye bakabilirsiniz, aslında hepsi güvencesiz, sigortasız, alt-proleterya diye bakabilirsiniz. Nitekim eski fabrikalarda da enformel hiyerarşiler vardı. İnsanlar birbirlerini sınıflandırıp aşağı ya da yukarı görüyordu vs. Fakat bu yeni farklılaşma, ayrışma, enformel hiyerarşiler şimdi iş süreci üzerinden değil de bizzat şirketler, taşeron şirketler üzerinden kuruluyor. Dolayısıyla sınıfsallık kurulamıyor; birtakım kabilesel aidiyetler oluşuyor. Ve bütün bunların sonucunda işçiler kendilerini işçi olarak görmemeye başlıyorlar. İşçi kimliği çok çok arka planda kalan bir kimlik haline dönüşüyor.

Çok mikro bir şeyden bahsettim ama bunun makro planda 1970’lerin sonundan beri dünyada ve Türkiye’de yaşadığımız diğer süreçlere de bağlayabiliriz. Zaten dini, mezhepsel etnik kimliklerin de bir yükselişi var. Bu anlamda da sınıfsal kimliklerin bir gerileyişi var makro planda. Fakat bu mikrodan acayip besleniyor. Ve de refah devleti meselesiyle de bunu bağlamak lazım. Refah devleti mezhepsel ve etnik aidiyetler üzerinden gitmeye başlıyor. Mesela Erdem Yörük’ün bir çalışması var bu konu üzerine. O özellikle şunu vurguluyor, söz konusu olan sadece ezilen etnik kimliklere kırıntı atmak, daha büyük pastayı ezen etnik kimliklere ayırmak bile değil. Bazen ezilen etnik kimliğe daha büyük bir pay verilebiliyor, sus payı şeklinde. Orada çok karmaşık ilişkiler çıkıyor ortaya. Mesela Kürt-Sünni olmak refah devletiyle kurulan ilişkide bir avantaj haline geliyor. Kürt-Alevi olmak değil ama Kürt-Sünni olmak avantaj olabiliyor. Ama bu ayrıntı bir tarafa, önemli olan refah devletiyle bu tür aidiyetler üzerinden ilişki kurulması. Ve AK Parti gibi hükümetler bunu iyice işliyor. Meselenin Dünya Bankası’nın ya da IMF’nin kafasında olmayan boyutu da o. AK Parti bu sosyal liberalizme siyasi ve kültürel bir meşruiyet sağlarken diğer taraftan sosyal neoliberalizmi çok daha karmaşıklaştırıyor, kültürelleştiriyor, çok daha etnikleştiriyor ve mezhepselleştiriyor.

Bir işyeri, bir somut mücadele

Yine mikrodan devam etmek istiyorum. Güzide şirketlerimizden birinde bir taşeron işçi direnişi yaşanıyor uzun zamandır. İlk başta işyeri toplu bir işten çıkarmaya kalkışıyor ve bu engelleniyor. Ve çok etkileyici bir biçimde: sadece sınıf dayanışmasıyla da değil; burada söylediğim şeyleri çürüten bir şekilde hem sınıf dayanışması gerçekleşiyor hem de işyerinde çalışan orta sınıftan, profesyonellerden çok büyük bir destek sağlanıyor. Bir süreliğine anti-liberal bir ütopya deneyimleniyor sanki. Hatta ben burayı gözlemlemeye başlamadan önce, başka vesilelerle, bu kurumda çalışan ve hiç sol vs. kimliği olmayan profesyonel kişilerle konuşmuştum. “Aaa orada dayanışmamız çok güzeldir” gibi ifadeler duyuyordunuz hayatında hiç sol metafor kullanmayan bir kişinin ağzından. Ama iş kendi şirketine gelince “orada çok iyi bir dayanışma kültürü vardır” diyor. Yani böyle alttan alta bir emekçi hegemonyası kuruluyor gibi bir görüntü vardı dışarıdan. Ama içeriden bakınca, tablo gayet farklı.

Yine çok ufak şeylerden başlayacağım sonra genellemeye çalışacağım. Bir kere dinamiklerden bir tanesi şu, idare çok çok kuvvetli ve taşeronlaşma idareye ek kuvvet sağlamış. Hem A şirketinin yani genel çatının kendi avukatı, kendi iş uzmanları, kendi insan kaynakları uzmanları var. Hem de bütün bu ordu, yani hukuk ordusundan, idare ordusunda birer tane de taşeron şirketlerin hepsinde var. Dolayısıyla bu insanlar ne yapıyorlar? Gece gündüz biz karşı tarafı nasıl alt ederiz, nasıl manipüle ederiz düşüncesiyle hesap yapıyorlar. Dolayısıyla bir boş bulunmuşlar da işçi tarafı hamle yapabilmiş. (O da nasıl olmuş onu iyice araştırmak lazım; bu konuda çalışmakta olanlar da zaten var.) Ama o zamandan beri gayet zeki davranıyorlar.

Sermayenin mikro taktikleri

Bugün aynı işyerinde, insanları ikişer-üçer işçileri atıyorlar ve kimsenin ruhu bile duymuyor. Yani iki hafta sonra duyuyorsunuz ve artık çok geç oluyor. Ben sekiz-dokuz aydır orayı gözlemliyorum. Bu süreç yavaş yavaş başladığında boyutları tam algılanmamıştı. Sonradan bir farkına varıldı ki çok sistematik yapılıyor ve sırf gece vardiyasındaki taşeron işçi sayısı neredeyse yarı yarıya düşmüş. Bazı yerlerde çok ciddi bir işçi kesintisi var ve hakikatten bunu hiç hissettirmeden yapıyor idare. Ha görmüyor muyduk birer ikişer eksilmeler olduğunu, görüyorduk ve açıkçası son sekiz ay teker teker bunları engellemekle geçti. Yani iki işçi işten atılmak üzere; hemen önder işçiler, önder orta sınıf çalışanlar müdahale ediyor ve durduruyor.

Gece gündüz bu işle uğraşıldı benim görebildiğim sekiz-dokuz aydır. Fakat idarenin bunu yapma metotları çok ilginç, yani bunu bir siyasi karar olarak da sunmuyor idare, bunu bir iş süreci kararı olarak  bile sunmuyor. İnanılmaz şeyler yapıyorlar; mesela iki kişi yumruklaşıyor; bu yumruklaşmayı biraz deşiyorsunuz taşeronun şefi bir dedikodu yaymış. Tuhaf tuhaf başka bir sürü şey çıkıyor ortaya. Ve bir mahalle-işyeri bağlantısı da var: taşeron işçilerin çok büyük bir yüzdesi o çevrelerdeki mahallelerden alınıyor. Mahallede beraberler, oradan bir dayanışma çıkar diye düşünürsünüz; normal koşullarda, yani proleteryanın hakim olduğu koşullarda, Hobsbawn’ın uzun proleter yüzyılında belki oradan aslolarak dayanışma çıkardı ama şu andaki etkisi tam tersine de olabiliyor. Nasıl? Zaten mahallede özel, ailesel bir sürü gerilim var. Şirket bir şekilde bunları keşfediyor ve bunları kaşıyor. Ve işçiler buralardan birbirlerine düşüyorlar.

Yani böyle tuhaf, insanın aklına gelmeyecek mikro taktikler. Zaten her tarafta kameralar var ve o kameralardan şirket bir şeyleri tespit edip “Ya Hasan, Mehmet şöyle yapmış sen yokken” filan diyor. O arada Hasan gidiyor Mehmet’e bir tane çakıyor. Sonra bu, iş kanununun 25. Maddesinden haklı fesih gerekçesi oluyor. Böyle bir sürü hikaye yaşadık Ağustos’tan beri ve Ekim’den itibaren çok yoğunlaştı. İşçilerin içinde birkaç istisnai işçi, birkaç orta sınıf çalışan, gönüllü bir şekilde bu ortama karşı çalışıyor. Genel bir işçi aidiyeti yaratmaya çalışıyor; bu tür oyunlara karşı, karşı-oyun geliştirmeye çalışıyor. Fakat şunu unutmayalım, diğer tarafın bunu full time yapan personeli var. Bu kişiler gece gündüz bu iş için çalışıyor, maaşını bunun için alıyor. Halbuki orta sınıf çalışanların, işçilerin, kendi işleri var ve bunu ancak boş zamanlarında yapabiliyorlar. Bu anlamda zaten 1-0 yenik başlıyorlar. Bir sendika olmaması, hukukçularının olması, idarecilerinin olmaması inanılmaz bir dezavantaj.

 

III. Neoliberalizm Düşerken, Şiddetin Yükselişi

Konuyu çok fazla dağıtmadan biraz şiddetle de bağlantı kurmak istiyorum. Benim hiçbir işyerinde görmediğim kadar şiddet var bu işyerinde. Ama şöyle bir şiddet: polisin jandarmanın şiddeti falan değil ya da işçilerin devrimci şiddeti değil. İşçilerin günlük, birbirine karşı şiddeti ve sürekli idarenin kışkırttığı bir şiddet. Gerçi bu işyerine de bunu özel bir durummuş gibi anlatmak istemiyorum. Oradan buradan bu sistematik şeylerin nasıl yayıldığını, patlama yaptığını göstermek istiyorum. Devlet televizyonundan bir büyük şirkete, oradan küçük şirketlere kadar bu tür hikayeler çok kulağıma gelmeye başladı. Şimdi bu çok mikro bir gözlem ve genellenebilir mi bilmiyorum bu noktada. Fakat dünya çapında yaşadığımız şiddete bağladığımızda bunun yapısal bir sorun olduğunu hissedebiliyoruz. Başarılı bir liberal bir hegemonya anlattım ama Hegel’in de dediği gibi Minerva’nın baykuşu ancak gün batımında öter. Bir çağı ancak o çağ kapanırken anlayabiliriz. Bana öyle geliyor ki bugün neoliberalizmden bu kadar çok kişinin bahsetmesi ve neoliberalizm teorilerinin bu kadar karmaşıklaşması biraz da neoliberal dönemin sonuna gelmemizle alakalı olabilir. Bunu bir ihtimal olarak ortaya koyuyorum.

Bunun emarelerinden bir tanesi çok net bir şekilde Ortadoğu, burada ABD’nin dengeleri ayakta tutamaması. ABD’de 2000’li yılların başında çok iyimser bir ortam vardı. Biz oraya gideceğiz, kötü adamların hepsini öldüreceğiz ve çok liberal bir cennet kuracağız. Komplo teorilerine inanmıyorum, Amerika’nın hayali Ortadoğu’da liberal bir cennet kurmaktı. ABD’nin oradaki niyeti mezhepleri, etnik grupları birbirine düşürüp bir kan deryası yaratmak değildi. Şu anda ABD bunu el altından yapıyor olabilir, ama tam da öbürkünü beceremediği için. Liberal bir cennet kurulmaya çalışılıyordu ama kurulamadı.

Diğer taraftan da eşitsizlik gibi sorunlar kronikleşerek şiddete dönüyor. Marksistlerin dikkat çektikleri çevre sorunları sürekli artıyor. Tüm bunların sonucunda suç patlamaları ve kurumsal olmayan siyasetler yayılıyor. Bunun en iyi örneklerden biri soldan anarşizmin yükselişi, sağdan da ırkçı siyasetlerin tırmanışı Avrupa’da. Ortadoğu’da bunun muadili artık el Kaide’yi de aşan IŞİD fenomeni. Ben IŞİD konusunda da komplo teorilerine pek inanmıyorum. Yani tamam komploların da bir rolü olabilir, ama IŞİD’i yaratan bir sürü sahih dinamiğin de olduğunu düşünüyorum. Bu resmi ve popüler şiddet patlaması ortamında, neoliberalizmin kendini ayakta tutamaması ortamında, şiddeti merkezine alan hatta yücelten örgütlenmelerin arttığını görüyoruz.

Neoliberalizmin büyüme vaadinin sonu

Bu çok global çapta, fazla genel bir gözlem. Ancak ulusal çapta da neoliberalizmin sınırlarına geldiğini görüyoruz. Dünya Bankası ve IMF 2000’li yılarda hep neoliberalizm ve ekonomik büyüme arasındaki ilişkiden bahsetti. Marksistlerin 1980’lerde 1990’larda söyledikleri de “neoliberalizm bir büyüme yaratıyor ama bunu çok büyük eşitsizlikler yaratarak ve işsizlik yaratarak sağlayabiliyor” idi. Bugün neoliberal mekanizmaların büyüme de yaratamadığını görüyoruz, tersine sık sık (kısa sürede patlayan) balonlar yaratıyor.

Türkiye’nin bir istisna olmasının sebeplerinden biri neoliberalizmi çok saf bir şekilde uygulamaması. Türk neoliberalizminin içinde bir Keynezyen boyut da var. Bunlardan bir tanesi net olarak TOKİ’dir mesela. TOKİ devletin direk müdahil olduğu, devletin direk yarattığı bir talep ve arz piyasası. Yani bu neoliberalizmin abc’sine çok uymayan bir şey bir taraftan. ABD bunu hep yapıyordu, ne üzerinden yapıyordu? Finans üzerinden yapıyordu, yani finans piyasasını devlet ayakta tutuyordu; ve de asker ve ordu harcamaları üzerinden de yapıyordu bunu. Türkiye’de bu daha çok TOKİ gibi mekanizmalar üzerinden yapılıyor. Önümüzdeki dönemde de bu tarz dev Keynezyan projelerin çılgınlaşacağını görüyoruz. Şu anda Türk neoliberalizmi böyle bir şey vadediyor. Süreçleri daha çok piyasaya bırakmak değil de iyice devletin önderlik edeceği mega projeler. Artık piyasa kendi kendini döndüremez hale geliyor.

Orta sınıfın sağ ve sol radikalizmi

Olayın bambaşka bir boyutu orta sınıfın yükselişi. 1970’lerden itibaren bundan çok bahsediliyor: Orta sınıfın liberal projeye iyice destek olacağı. Liberalizmin hep düşleyip de yapamadığını orta sınıfın yapacağı, bireyin mülkiyeti ve onun özgürlüğü etrafında bir toplum kurulabileceği 1970’lerden 1980’lerden beri hep anlatılıyor. Oysa bugün orta sınıfın hem radikal sağ hem de radikal sol siyasetler güttüğünü görüyoruz. Bunlar kurumsallıktan uzak siyasetler. Takip etmişsinizdir belki bu Pegida gibi örgütlerin ciddi belkemiklerinden bir tanesi orta sınıf. Yani bunlar sadece kaybedenlerin siyasetleri değil. Pegida’nın bel kemiğinin orta sınıftan, orta yaşlı erkeklerden oluştuğundan bahsediliyor. IŞİD için ise Suriye, Irak, Arap Yarımadası gibi yerlerden gidenlerden farklı olarak Avrupa’dan IŞİD’e gidenler (ki Türkiye ve Tunus’tan gidenler de belki buna kısmen dahil olabilir) gayet eğitimli, gayet orta sınıf bir arka plandan geliyor.

Yani orta sınıf yükseliyor, o teori, o hipotez tuttu diyelim fakat hiç de öyle öngörüldüğü gibi toplumu liberal bir yere götürmüyor orta sınıf. Radikal sağı güçlendiriyor ve de radikal solu güçlendiriyor. Radikal soldan kastım nedir? Türkiye’deki anlamıyla radikal solu kastetmiyorum, bizde daha çok Stalinist örgütlere radikal sol denir. Daha doğrusu TKP-TİP-TSİP geleneğinin daha soluna düşen Stalinist örgütlere radikal sol denir. Radikal soldan buradaki kastım daha çok anarşizan hareketler. Occupy gibi, İşgal Et hareketi gibi özerklikçi hareketler. Özerklikçi hareketin ciddi bir tarihselliği var kimi Batı ülkelerinde. İtalya’da, Almanya’da fabrika temelli başlamış bir hareket. Fakat bu hareketler büyüdükçe, kurumsallaştıkça öğrenci ve elit öğrenci, yani iyi üniversitelerin öğrencileri ve de akademisyen, entelektüel,  profesör temelli hareketler haline geliyor. Bunun zaten en uç örneği olan ABD’deki İşgal Et hareketi neredeyse yüzde 90’ı orta sınıf olan bir hareket.

Bunu direk negatif bir şey olarak da anlatmıyorum, işte Gezi Patlaması’nda, İşgal Et hareketinde de görüldüğü gibi neoliberalizme karşı bir mevzi açabiliyor. O anda neoliberalizmi eleştirebiliyorsunuz, neoliberalizme saldırabiliyorsunuz yalnız o mevzi çok çabuk kapanıyor. Yani orta sınıf radikalizminin bir tür güvenilmezliği var. Marjinalleştirmemiz gerekiyor anlamında söylemiyorum ama çok güvenilmez bir radikalizm, onun biraz farkında olmak gerekiyor. Bunu en net olarak Gezi’de gördük zaten; ulusal çapta da küresel çapta da bütün 2011 ayaklanma dalgasında gördük. Neoliberalizm karşıtlığı güçlü olan bir yerden başlayan bu hareketler çok çabuk alakasız yerlere de gidebiliyor. İşte bir AK Parti karşıtlığı hemen neoliberalizmi saf dışı bırakabiliyor, ya da en azından görünmeyecek derecede arka plana itebiliyor. Occupy hareketinde tam olarak böyle bir şeyden bahsedemeyiz ancak hareket doğrudan gençlikle özdeşleşiyor ve toplum kendini bundan münezzeh addediyor ve hiç bulaşmıyor. Toplumun çoğunluğu olsun, işçi sınıfı olsun, siyahlar gibi farklı kesimleri olsun hiç bulaşmıyor İşgal Et hareketine.

 

IV. Bugün Emek Mücadelesi: Zorluklar, Gerekler

Yine mikroya dönecek olursak bahsettiğim şirketteki orta sınıf çalışanlar iki sene evvel gerçekleşen taşeron işçi direnişine çok ciddi destek veriyorlar.  Sol söylemin hegemonik hale gelmesi, insanların şirket dışındayken bile emekten, dayanışmadan bahsetmesi o dönem yaşanıyor. Fakat şu an orta sınıf çalışanlar ne yapıyor diye bakarsak aynı kurumda, bu kişiler hemen hemen hiçbir şeye bulaşmıyorlar. Ve de işin başını çeken (daha istisnai; siyasileşmiş bir arka plandan gelen) orta sınıf çalışanlar teker teker işten atılmaya başlanıyor. Yani hiç değilse buna tepki gösterirler diye bekliyorsunuz, yok, ona da tepki göstermiyorlar. Tepki göstermekten kastım molotof atmak filan değil; basit, dilekçe toplamak gibi işlere bile orta sınıf çalışanlar ciddi destek vermiyor, iki sene önceki işçi direnişindeki havanın tam aksine. Çok atomize bir dünya.

Peki, neden böyle bir dönüşüm olmuş? Çünkü iki senedir şirket çok iyi çalışıyor. Yani A şirketi, o büyük çatı çok iyi çalışıyor. Teker teker herkesi korkutuyor. Nasıl işçileri teker teker birbirine düşürmüşse, neredeyse bu işlere bulaşabilecek her orta sınıf çalışanı teker teker seçmiş ve hayatında bir komplikasyon yaratmış. Diyelim bir “yan hak” sorunu yaratılmış o kişinin hayatında ve o kişi kendini göbekten bağlı hissediyor idareye. Yani “Şu iş bir hallolsun da belki sonradan bir şeyler yaparım” diye düşünmeye başlıyor insanlar. İdare bu kadar başarılı; teker teker vakaların üzerinde çalışmışlar ve her vakayı çok kişiselleştirmişler.

Alternatif bir sınıf ahlakının zorunluluğu

Böyle koşullarda nasıl bir emek mücadelesi verilebilir? İş güvencesi konusunda bir obsesyon var; mücadele bu konuda bir mevzi kazanamadığı gibi, bunun bir adım ötesine de geçemiyor. Orta sınıf çalışanların bile akıbeti pamuk ipliğine bağlı, bir cümleyle insanların işi bitiriliyor, gerekçeye gerek yok. İnsanları işten atmak çok kolay. Yerlerine biri de alınmıyor bazen. Kalan işçiler daha çok çalışmak zorunda kalıyor. Taşeron işçilerin örgütlenebileceği yirmi kadar mecra var. Fakat tüm enerji “bir çatışma durumunda insanları nasıl işte tutabiliriz”e gidiyor. Diğer meselelere, iş koşullarına eğilmeye vakit kalmıyor. Ufak tefek kazanımlar oluyor tabii ama bunların yanında işten çıkarmadan dolayı büyük bir mevzi kaybı var. Küçük meseleler enerjiyi yiyor.

O yüzden, örgütlenilirken daha çok bir sınıf bilinci ve ahlakı oluşturmaya çalışılıyor. Bunu didaktik olmadan yapmak da zor bir iş. Hiç değilse emek-bazlı kavramlar meşru hale gelebildi. Buna rağmen, bazen en öndeki işçilerin bile patronun ayak oyunlarına yenik düştüğünü görüyorsunuz. Sınıf ahlakı öyle kolay oluşan bir şey de değil. Bir de bu işlere gönül veren orta sınıf çalışanlar atılıyor öncelikli olarak. Mevzuata hakim olan bu kişilerin işten çıkarılması, ileride bir kurumsal hafıza sorunu doğurabilir.

Varolan neoliberal koşullar içinde bu tür direnişler iğneyle kuyu kazmak gibi. Biz bunu Türkiye çapında yapmaya kalksak, 1000 kişi olsak ve çok başarılı olsak bile ancak 10-15 senede ciddi bir yere gelebiliriz. Dolayısıyla çok sabırlı bir mücadele tarzı geliştirmek gerekiyor ve -subjektif bir bakış ama- bunu alternatif bir ahlak yaratmadan mümkün görmüyorum. Çünkü nesnel koşullar tamamen aleyhimize.

Eğilimler ve öngörüler

Bazı şeyleri soru cevapta açmak üzere toparlayayım. Refah devleti meselesini soru cevapta açarız. Liberal refah devletinin Derviş ile başarılı şekilde kurulduğunu ve Ak Parti’nin bunu aynı şekilde sürdürdüğünü ama etnik ve mezhepsel komplikasyonlar yarattığını belirttik. Bugün ise bir kişi kültü etrafında örgütleniyor refah devleti ve bu sürecin liberal bir yerden yürümediğini düşünüyorum. Liberal olmayan bir yere doğru gidiyor refah devleti.

Başlangıçtaki noktaya dönecek olursak, işçi sınıfının defterinin dürüldüğünü ve bu sebeple neoliberalizmin çöküşünü çok kötü bir şekilde yaşayacağımızı düşünüyorum. İşçi sınıfının güçlü olduğu koşullarda örneğin Gezi isyanı gibi patlamalar aslında çok iyi yerlere eklemlenebilirdi, ama işçi sınıfı güçlü olmadığı için bu olmadı. Neoliberalizmin çöküşü, daha çok Gezi İsyanı getirecek belki ama daha çok Pegida ve daha çok IŞİD de getirecek. Önümüzdeki dönemde bol bol orta sınıf ve plebyen ayaklanmalar yaşayacağımızı düşünüyorum. Etnik, mezhepsel ve orta sınıf ayaklanmaları göreceğiz, bu isyanlarda belki ufak işçi-sınıfsal alanlar açılacak ve sınıfsal talepler dillendirilecek ama bunlar çok çabuk kaybolacak.

Bu koşullar altında bahsettiğim türden taşeron ya da enformel emek örgütlenmeleri bizi bir yere götürebilir mi? Benim için soru bu. Enformel proletaryayı daha sıkı örgütlersek bu tip süreçlere daha iyi müdahalelerde bulunabilir miyiz?

Bir başka soru işareti de, şiddetle alakalı. Artan siyasal şiddetten bahsettim ancak henüz görmediğimiz fakat görebileceğimiz farklı bir şiddet türü daha var. Bütün bu çalkantılara karşı devlet tarafından, yukarıdan bir kitle şiddeti örgütlenebilir mi? Bu olursa çok korkunç bir yere gideriz. Bu da bir ihtimal.

 

 

Soru-Cevap Bölümü

Soru: Neoliberalizmin liberalizmin devamı olduğunu söylemiştiniz. Literatür bunun tersini söylüyor, orayı biraz açar mısınız?

Evet, literatürün çoğunluğu tersini söylüyor. David Harvey, Foucaultcular, tarihselci kurumsalcılar vs. tersini söylüyorlar. Benim fikrim ise bunun abartı olduğu, liberalizm ve neoliberalizmin kurumsallaşma, kontrol mekanizmaları vs. açısından müthiş benzerlikler taşıdığı. Aksi düşüncelerin tarihsel şuur eksikliğinden kaynaklandığını düşünüyorum. Şöyle bir örnek vereyim. Foucault’ya göre klasik liberalizmde devlete çok görev düşmüyor. Klasik liberalizmde insan, doğası gereği rekabetçi bir varlık. Dolayısıyla biz Ortaçağ’dan kalma Hıristiyan geleneklerini bırakırsak, yeniden rekabetçi varlıklar oluruz birden. Böyle bir iyimserlik var klasik liberalizmde. Ama Hayek’de bu yok mesela. Hayek insana tembel bir varlık gözüyle bakıyor. Devletin zorla insanı liberal yapması gerekiyor. Dolayısıyla neoliberalizmin tam göbeğinde çözülemeyecek bir çelişki var. Çünkü neoliberalizmin bütün vaadi zaten insanı devlet tahakkümünden kurtarmak. Sosyalizm, komünizm, feodalizm hepsi devlet tahakkümü yarattı. Hayek’in tabiriyle kollektivist ilüzyonlardı bunlar. Vaat ise bunlardan kurtarmak. Foucaultcuların itirazı da buradan geliyor. Tam da bu çelişki yüzden neoliberalizm otoriterleşmiştir diyorlar. Bu itiraz doğru ama yanlış oldukları nokta liberalizmi eksik anlatmaları. Liberalizmde de bu var aslında. Örneğin Bentham’ın yapmak istediği her yeri hapishaneye çevirmek. Her yer hapishane olmadan liberal insanı yaratamayacağımızı düşünüyor (ilginç olan, bunu yine bizzat Foucault’nun anlatmış olması, ama neoliberalizm bahsinde değil de, başka bir tartışma etrafında). Diğer klasik liberaller de böyle. Aydınlar ve kurumlar liberal özneyi yaratmakla sorumlu. 19. Yüzyılın sonlarına doğru yavaş yavaş yaşanmaya başlanan da bu. O süreç bugüne çok benziyor. Liberaller bu söylediklerimin farkına varmış ve çok karmaşık kurumlar yaratıyor. Bugünkü hayır kurumları örneğin. 1870-1880lerde de patlama yaşayan hayır kurumları, bugün de tekrar yayılıyor; ve tam da liberal özneyi yoktan yaratma bağlamında neoliberalizmi yaşatıyor. 1870-1880lerde de bu kurumlar Amerika ve İngiltere’de çok fazlalar ama uzun yaşayamıyor. Sebebi de işçi sınıfının gücü: bugün de işçi sınıfı, neoliberalizm tökezledikçe yeterince müdahale edebilseydi, hayır kurumları bu kadar yaygınlaşmazdı. Bence liberalizmle neoliberalizm arasındaki ana fark bu. Diğer farklar çok abartılıyor.

Soru: Günümüzün en belirgin özelliği hız, dinamizm ve metalaşma galiba. Bir şeyi istikrarlı olarak sürdüremiyorsun. Aynı işte mi çalışacaksın, aynı mesaiyle mi çalışacaksın? Sürekli piyasayı takip etmek zorundasın. Bu hızın insanı köksüzleştiren bir tarafı var. Bu köksüzlük bir haysiyet meselesi haline geliyor ve işçi direnişlerinin temel saikinin de bu olduğunu gözlemliyoruz. Sizce bu saik ve hassasiyetler insanların direnişlerinde bir birleştirici unsur olabilir mi bugün, başka unsurların tükendiği bir zamanda?

Tabii ki. Direnişi bunun üzerinden kurmak mümkün. Hatta direniş kendi kendini bunun üzerinden kuruyor. Ama ne yazık ki parlayıp sonra sönüyor, çok uzun sürmüyor bu. Gezi direnişi de bir yerde böyle bir parlamanın ürünüydü. Ancak problem o parlamanın sönmesi işte. Yani o farkındalığı yaşayıp örgütlenen insanlar sonra onu hayatlarının her alanına taşımıyor. İngiltere’deki nehirlerin kirletilmesi örneğiyle başlamıştım. Şu an sadece nehirlerimiz değil gezegenin her yeri kirleniyor. Tükeniyoruz. Ve tüm bunlara bir tepkinin yükselmesi kaçınılmaz. Bu tepkiler ve öfke nereye akacak? Önemli olan soru bu işte.

Soru: İşyerlerinde dönen dolaplardan vs. bahsettik. Tüm bunlar gerçekten işverenin iradesi ve planıyla mı oluyor yoksa ortam bunu doğuruyor mu? Örneğin kraldan çok kralcı bazı aktörlerin içerdeki sistemi beslemesi mi söz konusu?

Mahallenin içi zaten kaynıyor. İnsanlar birbirinin kuyusunu kazmaya çalışıyor. İşveren de çok başarılı bir manipülasyonla bunu kullanıyor diyeyim. Bir de genel olarak ideolojik hava buna çok müsait ve zehirli. Sınıf kültürünün olmaması da buna zemin hazırlıyor.

Soru: İşçi sınıfının anlattığınız tarihselliği içinde Güney Amerika biraz ayrıksı kalıyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz. Ortodoks Marksistler hem hareketleri hem iktidarları çok eleştiriyorlar gerçi ama. Onlara bakarsak çok da bir farklılık yok.

Ortodoksların haklı olduğu bir taraf da var, ayrıksı bir tarafı da var. Haklı oldukları taraf şu: Plepler ile orta sınıfın, yer yer askerin ilginç bir ittifakı var. Nereye gideceği belli değil bu ittifakın (mesela popülist diktatörlükle sonuçlanabilir). Benzer bir süreç bizde, yani Ortadoğu’da yaşanabilir mi? Plep-orta sınıf ittifakı sosyalist bir hat yaratabilir mi? Din kilit faktör. Ortadoğu İslam’ı ve Latin Amerikan Hristiyanlığının bazı benzerliklerinden bahsedilebilir ama Latin Amerika’da Kurtuluş Teolojisi çok daha kurumsal. Venezuela’da sosyalist rejime kilisenin desteği var mesela. Kilisede ciddi bir sol damar var hala. 1980lerden beri çok gerilemesine rağmen hala var. Bunun nedenlerine bakmak lazım işte, nasıl olabilmiş diye. Başlı başına büyük bir mesele ama nedenlerden biri şu: Marksizm ve sosyalizmin bir tür Hıristiyan heretik düşüncesi olduğu söylenebilir. Marksizm ve sosyalizmin köklerinin Hristiyanlıkta olması sol ile kilisenin barışabilmesini kolaylaştıran bir şey olmuş bence. Başka bir nedeni ise şu: Bizde de kolonyalizm yaşanıyor ama oradaki çok farklı. Latifundia yapısı çok başka bir durum ortaya çıkarıyor. Latifundia çiftliği benzeri bir yapı bizde ancak Mısır’da bir parça var belki. Bu sistem ezilen kesimleri çok birleştiren bir şey, dayanışmanın kurulmasına müsait. Latin Amerika’da fabrika kültürüne geçişi çok kolaylaştıran bir faktör bu. Bizde böyle bir sistem olmamış. Bu da sınıfsallığın, toplumun her alanı kadar dinin üzerinde de etkisini azaltmış.

1 Response

  1. Vehbi Kara dedi ki:

    John Stuart Mill, insan hakları ile özgürlüğün biricik temelinin kısıtsız özel mülkiyet ve serbest piyasa olduğu görüşü ile ortaya çıkmıştır. Fiyatları belirlemenin ve imalat sürecini düzenlemek devletin bir görevi olmadığını, üretici ve satıcıları, alıcıların eşit özgürlüğünden başka denetleyici olmaksızın tamamen özgür bırakmanın çok daha iyi olduğunu savunmuştur. Klasik İngiliz iktisat ve siyaset teorisinde, laissez-faire ekonomisi ile kişisel özgürlük ya da demokrasi arasındaki bağ doğal olup aynı zamanda evrensel çıkarların bir ifadesi, evrensel özgürlük ve uyumun bir güvencesi olarak görülmüştür .
    Aydınlanma çağının devamında ortaya çıkan özgürlük ve liberal demokrasi devlet ve toplum yapılarını da değiştirmeye başlamıştır. Dönüşüm süreci sonunda devletin dayanağı “toplumsal sözleşme” (sociale contract) olarak gelişim göstermiştir. “Toplumsal sözleşme kuramının aydınlanma felsefesinde daha yoğun ve belirleyici bir etkisinin olduğu görülmektedir ”.
    Smith’in ‘Ulusların Zenginliği’ adlı kitabında en önemli bölümlerinden bir tanesi işbölümüyle ilgili olan ilk bölümüdür. 18. yüzyılda yazılmış olmasına rağmen bugün bile çok etkili olmuştur. Smith bu bölümde iş bölümünün üretimi nasıl arttırdığını toplu iğne üretimiyle ilgili bir örnekle açıklar. Tek bir kişi, yapılması için on aşaması olan bir iğneden günde sadece on tane yapabilmektedir; fakat her aşamayı yalnızca bir kişi yapsa, yani on kişi çalıştırsa bir günde üretilen iğne sayısı 4800’e çıkıyordu. Ama her biri, her aşamayı yapsaydı sadece 100 iğne üretilecekti. Bu demek oluyor ki, işbölümü sayesinde iğne üretimini 48 kat arttırmıştır. Ayrıca işçinin belli bir aşamada uzmanlaşması sayesinde o teknolojiyi kullanmanın yeni yolları bulunarak arttırılabilir, bu da daha hızlı üretime sebep olur .
    Uluslararası ekonomi bakımdan işbölümü, dünyayı çok geniş bir atölye haline getirmiştir. Bu atölyede emek en elverişli yere gidecek, en az zamanı gerektiren faaliyetleri arayacaktır. İş bölümü, üretimi arttıracağından dolayı piyasaların genişlemesini ve büyük piyasaları zorunlu kılacaktır .
    “İktisadi bireycilik, … bireye olanaklı olan tüm kendini geliştirme alanlarını özgürce kullanmasına izin vererek, toplumsal ilerlemeyi birey aracılığı ile gerçekleştirmeye çalışır. Bunun için iki kurumun gerekli olduğuna inanır: İktisadi özgürlük (yani girişim özgürlüğü) ve özel mülkiyet. Farklı bireylerin farklı becerileri olduğuna ve her birinin bunları yeteneğinin son noktasına kadar başkaları ile rekabet içerisinde geliştirmesine izin verilmesi gerektiğine inanır ”.
    Devletin ekonomik hayata müdahale etmemesi gerektiği iddia edilmektedir. Devletin müdahalesi özel sektörün üretemediği veya yapamadığı konularda olmalıdır; savunma, güvenlik, adalet gibi. Eğer devlet çok vergi alırsa, vergiler üretimi kısacağından dolayı ülke durgunlukla karşı karşıya kalabilir. Bu müdahale hem iç, hem de dış ekonomi için geçerlidir. Eğer devlet vergilerle bir malın ithalatını azaltırsa bu, içerde o malın üretiminin tekelleşmesini arttırmaktadır. Uluslararası iş bölümünden yararlanmak için ürünlerin ülkeler arasında serbestçe mübadele edilmesi gerekir .
    Devletin başlıca işlevi, özgürlüğü hem yurtdışında hem de yurttaşlara karşı korumak, adalet ve düzenin sürekliliğini sağlamak, özel antlaşmaları uygulatmak ve rekabetçi piyasaları güçlendirmektir . Ekonomik hayat mal ve hizmet üretimi olduğu için, Smith üretime önem vermiştir. Üretimin arttırılması, emeğin verimine bağlıdır. Verimlilik artışı işbölümü, tam rekabet, iktisadî hürriyet, tasarruf ve sermaye birikimi ile mümkündür .
    Ekonomik krizlerden çıkış yolu olarak görülen ve birçok hükümetin kamu projeleri ile desteklediği girişimcilik, hızlı bir yükseliş trendine girmiştir . Doğrudan satış şirketlerinden Amway, 38 ülkede anket yolu ile hazırlamış olduğu “Global Girişimcilik Raporunda” özellikle “Y kuşağı” olarak bilinen 15-35 yaş arasındaki gençlerin %80’inin kendi işini kurmaya istekli olduğunu tespit etmiştir. Aynı isimle yapılan araştırmada Türkiye’de girişimciliğe sıcak bakanların oranı ise 2013 yılına oranla % 7 artarak %68’e ulaştığı tespit edilmiştir. Bu araştırmada girişimciliğe olumlu bakanlara bunların nedenleri sorulmuş ve şu sonuçlar elde edilmiştir :
    • İşverene bağlı olmamak için……………. %31
    • İkinci bir gelir kaynağı olması nedeni ile…. %30
    • Aile, boş zaman ve kariyer dengesi için…. %27
    • Kişisel tatmin…………………………….. %26
    • İşsizliğe alternatif olması nedeni ile……… %10
    Yine aynı araştırmada Türkiye’de üniversite mezunlarının kendi işini kurmaya hevesli olanlarının oranının %74 ile daha alt düzeyde eğitimi olanların ise %66 düzeyinde olduğu tespit edilmiştir. Bu oranların Avrupa Birliği ülkeleri ile mukayese edildiğinde girişimcilik potansiyelinin Türkiye’de daha yüksek olduğu sonucuna varıldığı ifade edilmektedir.
    Toplumsal sözleşme anlayışına göre, toplumlar ve devlet, kendisini oluşturan bireylerin eşitler olarak, bir toplum oluşturmak ve böylelikle de kendi çıkarlarını iyileştirmek amacı ile karşılıklı taahhütler altına girdikleri bir sözleşmeye dayanmaktadırlar. Böylelikle ilişki rızaya dayalı olduğu için meşruiyet kazanmaktadır . Sonuçta feodal ve kapitalist düzenin dayandığı açık eşitsizlik ve hiyerarşiye dayalı yapı terk edilmiş olmaktadır. Tekâmül süreci ile birlikte efendi ile uşak arasındaki ilişkinin sonu bir şekilde görünmüş olmaktadır. İktisadi özgürlükler insanlık tarihinin belki de bu en eski geleneğini ortadan kaldırmak üzeredir.
    Malikiyet ve Serbestiyet devri, tekelci devletin sona ermesine yol açacak bir yapıyı öne sürmektedir. Ertem bu durumu “Malikiyet; tekelci olmayan yağmaya ve israfa yol açmayan bir sahiplik. Serbestiyet; yine yağmacı ve tekelci bir malikiyete yol açmayacak bir özgürlük” olarak ele almaktadır. Bu formülasyon, insanlık tarihinin ekonomide geliştirdiği bütün formülasyonlardan daha önemli bir açılımı hatta bir kopuşu ortaya koyacak önemli bir çıkış olarak ifade edilmektedir.
    Malikiyet ve Serbestiyet devri liberal demokrasi standartlarının gelişmiş halidir. Liberal demokrasinin önceki sistemlerden farklı ve çekici olduğu yönler şu şekilde sıralanabilir:
    • Diktatoryal rejimler engellenmektedir.
    • Demokratik ve serbest olmayan sistemlere göre vatandaşların birçok temel hakkı sağlanmaktadır.
    • Kişisel özgürlükler kanunlar ve hukuk kuralları ile garanti altına alınmıştır.
    • Kişilerin temel çıkarlarını korumaları için uygun bir sistem ortaya konulmaktadır.
    • İnsanlara kendi seçimlerinin ürünü olan kanunlar çerçevesinde yaşama fırsatı tanınmıştır.
    • Politik olarak eşitlik sağlanarak ifade özgürlüğü ve ekonomik bağımsızlık konusundaki engeller kaldırılmıştır

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir