Cuma Çiçek İle “Demokratik Özerklik Ve Kürtlerin Sınırları” Söyleşisinden Notlar

Demokratik özerklik meselesini detaylarıyla tartışmak, sonra da meseleyle bağını kurup güncel duruma gelmek istiyorum. Asıl çalışma konumsa demokratik özerklik değil. Bu konuda bazı makaleler yazdım ama tez konum “Kürtlerin İç ve Dış Sınırları”, daha doğrusu farklı Kürt gruplarının kolektif eylemi; yani çatışma sahaları, işbirlikleri, müzakereleri ve bugün Kürt meselesi bağlamında varmış oldukları mutabakatlar. Bu demokratik özerklik meselesi daha çok ana akım Kürt hareketi dediğimiz DBP ve HDP tarafından temsil edilen, bu hareketin hem Türkiye kamuoyuna hem Kürtlerin farklı aktörlerine sunmuş olduğu bir çerçeve. Bunun yaratmış olduğu çatışmalar, mutabakatlar ve bunun üzerine devam eden müzakereler üzerinden meseleye bakacağız. Oradan da yavaş yavaş bugün olan bitene anlamaya çalışacağız.

Demokratik Özerkliğin Bileşenleri

Demokratik özerklik meselesi birçok boyuttan tartışılabilir ama ben daha önce yaptığım bir sunumda 13 başlık çıkartmıştım. Bu maddeler üzerinden gitmeye çalışacağım. İlk olarak, demokratik özerklik meselesini her şeyden önce ana akım Kürt hareketinin toplumsal tahayyülüyle birlikte düşünmek gerekiyor. Çünkü bu bir toplumsal tahayyül projesi olarak sunuluyor.

Bu toplumsal tahayyülün ana dinamikleri, bileşenleri nedir diye baktığımızda Kürt hareketi bunu beş ana başlıkta özetlediğim sütuna oturtuyor. Bunlardan bir tanesi milliyetçi olmayan bir Kürt uluslaşması süreci. Bir ulusun, etnik grubun ya da milliyetin -bu konuda hareketin kullandığı çeşitli kavramlar var- ama son kertede başka bir grubun karşıtlığı üzerinden olmayan bir uluslaşma süreci. Ben buna “anti milliyetçi Kürt uluslaşma süreci” diyorum.

İkincisi toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadın özgürlüğü. Bu konuda da Kürt hareketinde muazzam bir hareketlilik var. Eş başkanlıkta sembolik olarak görülen, aslında alttan alta da muazzam politik, sosyal, kültürel hareketliliğe dayanan bir yaklaşım. Detayları açılabilir ama bir anlamda toplumda toplumsal cinsiyet eşitliğini, kadın özgürlüğünü sağlamak gibi bir iddiası var. Kürt hareketi özerkliği ikinci olarak bununla bağlantılandırıyor.

Üçüncüsü, son dönemde gündeme gelen ama aslında daha zayıf olan ekoloji söylemi. Aslında ekoloji kavramı geniş olmakla birlikte somut uygulamada çevreci olmakla özdeşleşiyor. Ama Kürt hareketinin bir ekolojik toplum tahayyülü ve buna dair söylemleri, çabaları var.

Dördüncüsü, topluluk ya da komünal ekonomi diyorlar; Kürt hareketi özetle kapitalist olmayan bir ekonomi modeli inşa etmek istiyor.

Son olarak radikal katılımcı demokrasi diyebileceğimiz ya da daha popüler isimle demokratik konfederalizm dedikleri, mahallede aşağıdan başlayıp yukarıya doğru meclisler ağına dayalı bir toplumsal örgütlenme öngörüyorlar. Bu meclisler kadın meclisi, gençlik meclisi, çeşitli dini etnik grupların meclisi olabilir. KCK ismi bile Koma Civakên Kurdistanê, yani Kürdistan Topluluklar Meclisi bunun sembolik ifadesi. Özünde mevcut toplumun aşağıdan yukarıya örgütlenmesini ve bunların bir konfederal yapıda temsil edilmesini öngörüyor. Bu beş boyut Kürt hareketinin mevcut toplumsal tahayyülünü ifade ediyor ve bu beş adımla beraber tartışılıyor. Detaylarına birazdan gireceğim.

Kürt Hareketi: Ulusal hareket mi, sosyal hareket mi?

Bu beş dinamikle demokratik özerkliği beraber ele aldığımızda akla birkaç soru gelebilir. Birincisi şu; Kürt hareketi bir ulusal hareket mi yoksa bir sosyal hareket mi? Bahsettiğim bu beş şey Kürtlük sınırlarının ötesinde şeyler söylüyor. Bunlar tek başına Kürtlük mefkuresi üzerinden algılayacağımız şeyler değil. Şu an devam eden bir tartışma, ana akım Kürt hareketinin gündemi Kürtlük meselesiyle mi sınırlı olmalı yoksa bundan öte mi olmalı? Bu konuda iki temel eğilim var. İlk eğilim bunun aslında daha sol, antikapitalist bir eğilim olduğunu ve ulusal mücadeleye zarar verdiğini, çünkü birtakım sınıfları, grupları dışarıda bıraktığını söylüyor. İkincisi ise tersini söylüyor. Özellikle yoksulluk meselesi bağlamında düşündüğünüzde Kürt toplumunun büyük çoğunluğu yoksul bir halk. Türkiye’deki sosyoekonomik gelişmişlik haritalarına bakarsanız anlarsınız. En son 2012’de Erdoğan’ın açıkladığı bir teşvik sistemi vardı. Orada Türkiye’yi altı kademeli bölgelere ayırmışlardı. Bu haritaya bakarsanız en yoksul 15 ili Kürt bölgesini teşkil ediyor. Dolayısıyla bu ulusal mücadeleye zarar veren bir söylem değil tam tersine daha alternatif bir toplum yaratmak için iyi bir şey. Ondan da öte Kürtlerin çok daha geniş bir kesimine erişmek anlamında iyi bir şey, dolayısıyla Kürt hareketi bir ulusal hareket mi bir sosyal hareket mi, derdi ulusal özgürleşme mi bir sosyal özgürleşme mi ya da ikisi birden mi? Kürt hareketi bu beş tahayyül üzerinden ikisini bir araya getirmeye çalışıyor.

Demokratik Özerklik; Araç mı, Amaç mı?

İkinci olarak hem akademide hem güncelde şöyle bir tartışma var. Bu evrensel söylemler yani kadın özgürlüğü, radikal demokrasi, ekoloji, Kürt hareketinin kendi milli davasını meşrulaştırmak, geniş kitlelere ulaştırmak için kullandığı bir araç mı yoksa içkin bir amaç mı? Buna dair birtakım tartışmalar var. Örneğin Hamid Bozarslan -bu alanda yazıp çizen biridir- bunun bir araç olduğunu söylüyor. 80 öncesi bu aracın sosyalizm olduğunu, sosyalizm fikri üzerinden evrensel değerlere atıfta bulunup tikel yerel mücadeleyi meşrulaştırma yaklaşımı olduğunu, bunun bugün kadın özgürlüğü, ekoloji vb… söylemlerle yer değiştirdiğini söylüyor. Bahsettiğimiz evrensel söyleme sahip toplumsal tahayyüllerin, mevcut ulusal mücadeleyi meşrulaştırma aracı olduğunu söylüyorlar.

Şahsen ben tam tersi olduğunu düşünüyorum. Kürt hareketi için içkin bir parça. Özellikle kadın hareketinde bunu çok net şekilde söyleyebiliriz. Çünkü kadın hareketi tek başına Kürt hareketinin yukardan mobilize ettiği, kullandığı bir hareket değil tam tersine hareketi, söylemi, fikri şekillendiren ve dönüştüren bir hareket. Dolayısıyla bunun tek başına araçsalcı bir yaklaşım olmadığını söyleyebiliriz. Özerklik meselesini ele alırken bu toplumsal tahayyülü dikkate almalıyız. İşin doğrusu, Kürt hareketinin içindeki toplumsal tahayyülü ve buna dair tartışmaları izlemeksizin, somuta dair söylenen şeyleri kavramak kolay olmuyor. Peki içine girersek nedir bu demokratik özerklik meselesi, somutta Kürt hareketi ne diyor?

Egemenlik Paylaşımı ve Karşı Hegemonya

Öncelikle bir parantez açayım. Hareketin bir temsilcisi değilim. Herhangi bir kurumunda yetkili değilim. Sadece meseleyi dışarıdan algılamaya çalışan, içerden de belli bir tecrübesi olan biri olarak konuşuyorum. Benim algıladığım bu proje aslında iki ayaklı bir proje. Bunlardan bir tanesi merkez yani Ankara ile Kürtler arasındaki ilişkiyi şekillendirmeye, yeniden kurmaya yönelik sunulmuş bir proje. Aslında buna özetle egemenliği paylaşma projesi diyebiliriz. İkincisi ise bir yandan merkezle egemenliği paylaşma projesi yürürken öte yandan bunu alternatif bir inşa projesi olarak okuyabiliriz. Bunu ben büyük oranda Gramsci’nin hegemonya kavramı üzerinden okuyorum. Aslında devletin hegemon olduğu alanlara alternatifler kurarak zaman içerisinde bir karşı hegemonya inşa etme ve bunu başarabildiği alanlarda Ankara’yı egemenlik paylaşımı noktasında masaya oturtmaya zorlama.

Buna TRT Şeş’i örnek gösterebiliriz. Aslında bana kalırsa TRT Şeş’i mümkün kılan en büyük dinamik Med TV geleneğidir. 1995’den başlayıp devam eden bir Med TV geleneği var. Med TV özetle şunu dedi; ey devlet, ben senin yasaklarını dinlemeksizin, onların kalkmasını beklemeksizin televizyonculuk, yayıncılık alanında bir alternatif inşa ediyorum ve senin bu sahadaki söz söyleme gücünü aşıyorum. Bilgi Üniversitesi’nde bir yardım kampanyası açılmıştı. Bir arkadaşım o vesileyle Diyarbakır’a gelmişti. Sivaslıydı ve şehre gelirken duvarlara bakıp “ya Cuma, burası bir çanak (anten) cumhuriyeti olmuş” demişti. Çanak cumhuriyeti meselesi aslında biraz da karşı hegemonya inşa etme ve devletin hegemonyasını ortadan kaldırmanın sembolik ifadesiydi.

Toplumsal inşa bağlamında demokratik özerkliği biraz böyle okuyorum. Televizyonculuk alanında, sağlık alanında, kültür politikasında, kentsel politikalarda farklı sahalarda farklı hegemonyalar inşa edip devletin bu sahada etkinliğini, söz söyleme, müdahale etme gücünü sınırlandırma projesi. Kürdistan’ı inşa edeceğiz söylemi biraz buna denk düşüyor.

Dolayısıyla bu bir anlamda Ankara’yla arasında bir egemenliği paylaşma bir yandan da bunu beklemeksizin somut olarak kendi yarasına bir derman bulma gücü, bir karşı hegemonya inşa etme gücü olarak kodlayabiliriz.

Benim gördüğüm bu iki boyut bazen çok iç içe geçiyor ve birbirini gölgelemeye başlıyor. Örneğin Kürt hareketi konuştuğu zaman bazen benzer şeyler yapıyorlar. Hangisinden bahsediyorlar? Kürdistan’ı inşa edeceğiz, özerkliği ilan ettik diye bir açıklama yapıyorlar sonra kıyamet kopuyor. Aslında orada inşadan kastettikleri bertaraf edip inşa etmek değil. Tam tersi devletin egemenliğinin yanı başında direk inşaya girişme meselesi. Bugün bu aşamada değil, bundan çok uzaktalar. Bu ayrı bir şey, ama kamuoyuyla konuşurken bu egemenliği paylaşma ve inşa meselesinin çok fazla iç içe geçtiğini ve birbirini çoğu zaman gölgelediğini söyleyebiliriz. Şimdi bu iki boyutun detayına girelim. Bir anlamda demokratik özerkliği egemenliği paylaşma meselesi ve bir yandan da karşı hegemonya meselesi, karşı toplumsal inşa projesi olarak tarif ettik.

Sınırlar Meselesi

Bu konuda birkaç mesele gündeme geliyor. Bir tanesi sınırlar meselesi. Kürt hareketi konuştuğu zaman Kürt bölgesi ya da Kürdistan bölgesi diye bir kavramımız var. Bunun sınırlarında bir miktar belirsizlik olduğunu söyleyebiliriz. Bu sınırların ne olduğu konusunda bir tartışmaya ihtiyaç var. Çok belli olmayan bir Kürt bölgesinden bahsediyoruz. Tarihsel olarak baktığımızda Türkiye’de yaklaşık olarak 22 ile 25 arasında ilin Kürt bölgesi olduğunu söyleyebiliriz ya da Kürtlerin çoğunluk olduğu bölge olarak tarif edebiliriz. Ama politik olarak baktığımızda 22 ya da 25 bölgenin tamamında Kürtlüğe dair bir talep yoktur. Politik talebin olmadığı bölgeye, Kars’tan Ardahan’dan başlayıp Erzurum’u Sivas’ın bir kısmını Adıyaman, Malatya, Antep, Maraş, Kilise kadar giden bir hattı katabiliriz.

Ama politik Kürt bölgesi dediğimiz bölge son kertede 15 ili kapsıyor. Politik bölgeden kastım Kürtlüğe dair bir politik talebin, bu anlamıyla ciddi bir mobilizasyonun olduğu belli bir temsil yeteneğinin olduğu iller. Ben teknik olarak BDP/HDP hareketinin son beş on seçimde birinci ve ikinci olduğu illere baktığım zaman, toplamda 15 ilden bahsediyoruz aslında. Bir de iki ilin birkaç ilçesinden bahsediyoruz. Örneğin Erzurum’un güneyde kalan dört tane ilçesinden. Buralarda BDP’nin sürekli yüzde elli ve üstünde oy aldığını görürsünüz. Politik Kürt bölgesi dediğimiz alan 15 ili kapsıyor. Geriye kalan 10 il diyeceğimiz Erzurum’dan başlayıp Sivas, Adıyaman, Maraş, Antep, Kilis’e kadar olan yer Kürt bölgesi ile geriye kalan bölge arasında ilk temas bölgesidir. Burası bugün tarihsel olarak, kültürel olarak Kürt bölgesinin bir parçasıdır ama politik olarak Kürt bölgesinin dışındadır. Çünkü burada orta vadede Kürt politik bölgesine katılabilecek ana akım Kürt hareketi marjinal görünür. Ortalama yüzde 7-8 bandında oy alır. Burada orta vadede Kürt politik bölgesine katılabilecek üç ilden bahsedebiliriz. Adıyaman, Ardahan ve Antep.

Antep’e parantez açacağım. Niye Antep? Şu an aslında Antep mevcut durumda Kürt politik bölgesi olmaktan çok uzak. Ardahan, Adıyaman yüzde 15-16 bandını zorlayan iller. Orta vadede Kürt hareketi Urfa’da yaptığı gibi yüzde 15 bandından 30-40 bandına çıkıp burayı da politik Kürt bölgesine dahil edebilir. Kültürel bölge ile politik bölgeyi ayrıştırmak bize şöyle bir olanak veriyor. Birincisi bu bölgeler kendisi birer politik sosyal inşa ve bu inşa zamanla değişebilir. Bu sınırları da böyle statik değişmez sınırlar olarak algılamamak gerekir. Antep’e gelirsek aslında Antep ekonomik olarak çok güçlü bir şehir. Hatta belki ekonomik hacmi bütün Kürt bölgesinin hacminden daha fazladır. Dıştan göründüğünde aslında Kürt bölgesinin çok dışında bir ilmiş gibi hareket ediyor. Ama sahada çalışan birkaç arkadaşım var. Ciddi bir Kürdi damarın olduğunu ama ekonomik çıkarlar gereği bugün büyük oranda Ankara ile iş yapmak zorunda olduklarını söylüyor. Benim kişisel öngörüm şu, Irak Kürdistan bölgesinde gelişmeler devam ederse, Suriye’de kantonlar, resmi olarak tanınan bir bölge oluşturursa ve Türkiye’de bir silahsızlanma süreci başlarsa, yani bir Kürt pazarı oluşursa Antep’teki ciddi ekonomik elitin kürdi damara kayabileceğini söyleyebiliriz. Ama şuan Kürt hareketi yüzde 8 ile 10 bandında gidip geliyor. Bu yüzden, durum aslında ekonomik dengelere bağlı. Bu ekonomik dengeler bir şekilde Kürt sermaye pazarına cazip gelirse bugün Kürtlüğünü çok fazla açıktan ilan etmeyen sermayelerin on-on beş yıl sonra bir Diyarbakır, Erbil, Qamişlo pazarında ticaret yapmak için daha fazla kürdileşme potansiyelinin olduğunu söyleyebiliriz. Sınırlar meselesi üçüncü başlığımızdı ve bunun esnek olduğunu söyleyebiliriz. Aslında bugün bir özerklik kurulacaksa kısa vadede 15 ilden öteye olmayacağını söylemek lazım.

Ölçek Meselesi

Bir diğer mesele ölçek meselesi. Bu demokratik özerkliğe dair nasıl bir ölçek olacak? Burada da aslında bir belirsizliğin olduğu söylenebilir. Ya da Kürt hareketinin bilinçli olarak müzakereye açık kapı kalsın diye bu belirsizliği bıraktığını söyleyebiliriz. Kastım şu, Kürt hareketi resmi belgelere baktığınızda Türkiye ölçeğinde 20-25 bölgeye dayalı bir bölgesel desantralizasyon öneriyor. Özellikle bu 2008’de bir broşüre dönüştü ve BDP tarafından mecliste dağıtıldı. Daha sonra bir sürü doküman üretildi ama resmi söylem hala 20-25 bölgeye dayalı ademi merkezileşme projesidir. Ama bunun yanı sıra Kürt hareketinin farklı aktörlerinin açıklamalarına baktığımız zaman bu 20-25 bölgenin çok net olmadığını görüyoruz. Baydemir ile görüştüğümüz zaman Türkiye’de 7 farklı coğrafik bölge var demişti. Kürdistan bu yedi bölgeden biri olabilir. Geri kalan bölgeler devam edebilir. Hatta geri kalan olmayabilir ama 7 bölge olsa iyi olur demişti. Selahattin Demirtaş ile görüştüğümde 10-15 bölge olabilir demişti.

Şu an somutta 2002’de çıkan bir yasa istatistiki bölge olarak illeri sınıflandırıyor. Yasayla Türkiye’deki illeri üç kademeli bölgelere ayırdılar. Her bir il üçüncü kademe bölgeye bölündü. Bunları bir araya getirip 26 tane ikinci kademe bölge yarattılar. Yine bunları bir araya getirip 12 tane birinci kademe bölge yarattılar. 26 ikinci kademe bölgenin her biri için kalkınma ajansları kuruldu 2004-2005 tahminime göre. Bir yandan da bu 26 bölgeye atıfta bulunanlar var. Örneğin HDP içinde bu meseleyi konuşan isimlerden Demir Çelik -özerklik meselesinde en yetkili isim diyebiliriz- O, bu 26 bölgenin demokratik özerkliğe denk düştüğünü, ya da idari sınır olduğunu söylüyor.

Bölgeler ve İlişkiler

Şimdi 26 bölge diye bir gerçekliğimiz var. Türkiye’nin bütün sosyal ekonomik verileri şu an bu üç kademeli bölgeye göre toplanıyor. Her 26 bölge beş yılda bir bölgesel plan hazırlıyor. Son olarak bundan kaç ay önce büyükşehir yasası değiştirildi. 16 büyükşehrin sayısı 30’a çıkarıldı. Ve her büyükşehirde belediyelerin yetki sahaları şehir merkezinden il sınırlarına genişletildi. Ve o illerde bulunan valiliğin başkanlığındaki il özel idareleri feshedildi. Yetkileri büyük oranda belediyelere verildi. Bir anlamda Türkiye’nin nüfusunun yüzde 70’nin yaşadığı 30 büyükşehirde aslında tek meclisli, valiliğin daha çok kontrol yapısına dönüştürdüğü gidişat var. Dolayısıyla demokratik özerklik meselesinde bir ölçek hikayesi var. Bu 81 ile dayanan bir ademi merkezileşme mi, 20-25 bölgeye dayanan bir ademi merkezileşme mi, ya da bunların içinde Kürdistan bölgesi tek bir bölge mi olacak, bölgeler federal mi olacak otonom mu olacak? Aslında Kürt hareketinin resmi söylemi 20- 25 bölge olmakla beraber hepsine açık bir söylem. Mesela Selahattin Demirtaş “Esas olarak bizim için iki şey var. Merkezle yerel arasındaki ilişki nasıl olacak? Bunun ölçeğinin nasıl olacağının çok da bir önemi yok. Ama esas şey güç paylaşımı nasıl olacak, bu kritik bir mesele. İkincisi her bir bölgede biz kendimizi nasıl yöneteceğiz. ” demişti. Söylediği aslında “özerklik” kavramı merkezle yerel arasında onun ifadesiyle “bir otonom sözleşmesine” göndermede bulunuyor. “Demokratik” nitelik açısından her bir bölgenin -il mi, bölge mi önemli değil- kendi içinde nasıl yönetileceğine dair mesele. Bu konuda Kürt hareketi konfederalizm dediğimiz meclislere dayalı bir yapılanmayı burada tartışıyor.

Kişisel öngörüm bu 20-25 bölgenin ya da 26 bölgenin sanki olası bir senaryoya en uygun temel olduğu yönünde. Bunda özellikle kalkınma ajanslarının ve mevcut yapının 12 yıllık geçmişi önemli. AB süreci devam ederse ben ciddi anlamda öne çıkaracağını düşünüyorum. Mevcut 30 şehirde bu 26 bölgeyle çakışıyor. 26 olmaz 30 olur. Sanki 30 bölgeye dayalı kendi içinde Kürdistan bölgesi olmayan, 30 özerk bölgenin olduğu, bunların içinde 4-5 bölgenin Kürtlerin çoğunlukta olduğu ve kendi içerisinde bir tür belediye birliği gibi birlikler kuracağı bir senaryonun daha mümkün olduğunu düşünüyorum. Bunun birkaç nedeni daha var.

Bir tanesi bahsettiğim AB süreci; 26 bölge, 30 büyükşehir var. Üçüncüsü Kürt hareketinin yapısı da müsait. Mesela 90’lı yıllarda hareketin hazırlamış olduğu bir anayasa önerisi var. Bu örgütün cezaevi yapısından çıkan bir öneridir. Buna baktığımızda daha çok eyalet sistemini görürüz. Ya da Kürt hareketinin mevcut örgütlenmesine baktığımızda isimlendirmede bile bir bölgelendirmenin olduğunu görürüz: Botan, Serhat, Barzan bölgesi gibi. Bunlar daha çok silahlı hareketin örgütlenme modeline uygun yapılanmalar. Ama belli ölçü de Kürtlerin sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel yapısını gösteren yapılanmalar. Dersim bölgesi tek başına Tunceli değil, aslında Erzincan’ı, kısmen Sivas’ı, Maraş’ı, Varto’ya kadar Kürt Alevilerin olduğu bölgedeki örgütlenme. Örneğin Botan bölgesi Siirt, Batman, Şırnak ve Hakkari’nin tamamını içeren bölge, Serhat dediğimiz Van ve yukarısının tamamını içeren bir bölge. Aslında Kürt hareketi en az 20-25 yıldır kendi içerisinde tam bahsettiğimiz alt bölgelere dayanan yapılanmalara sahip.

Bir adım ötesini daha söyleyeyim. Kürtlerin aslında sosyo-dilsel ayrımı da bunu gerektiriyor. Sahadaki Demirtaş, Baydemir, Kışanak gibi aktörlerle konuştuğumuz zaman hepsi şunu söylüyor. İster Kürdistan gibi tek bölge olsun, ister 4-5 bölge olsun, ister il bazlı olsun ama Kürdistan kendi içinde özerk olmak zorunda. Kürtlerin sosyo-ekonomik sosyo-kültürel sosyo-linguistik farklılıkları bunu gerektirir. Örneğin bir Dersim’le bir Mardin’in sosyolojisi bambaşka. Mardin Kürtlerin Araplarla Süryanilerle yaşadığı bir bölge iken Dersim büyük oranda Zaza olan ama Alevi Kürtlerin yoğun olduğu bir bölge. Bizim Dersim’i Diyarbakır’dan yönetme şansımız yok. Dolayısıyla bu bir anlamda Zazalık ve Kurmanclık, Alevilik, Sunnilik meselesi. Ya da Siirt, Mardin, Urfa gibi Arapların, Yezidilerin, farklı halkların olduğu illerdeki yapılanmalar zaten kendi içerisinde bunu gerektiriyor. Diğer üç bölgeyi (İran, Irak ve Suriye’deki Kürdistan bölgeleri) geçtim, Türkiye’deki Kürdistan bölgesi idari olarak kurulsa bile kendi içinde bir alt ölçekte özerkliği sağlamak durumunda.

Bu konuda aslında Kürt hareketinin zihni oldukça açık. Bir Kürdistan kurarsak bu ulus devlet olmayacak. Özerkliğin kendi içinde farklı modeller barındırdığını söyledik ya, “20-25 bölge mi, tek bölge mi?” şeklinde, bu bir yönüyle müzakereye açık bir dildir. Kürt hareketi devlete bunu tartışabiliriz diyor. Çok net sınırlar, çerçeveler çizmek istemiyorlar, bir yönüyle böyle okunabilir. Ben biraz böyle okuyorum.

Ama ikinci yönüyle Kürt hareketinin kendi kişisel farklılığıyla ilgili bir şey. Dışarıdan çok homojen bir yapı gibi görünüyor ama harekete baktığımız zaman özetle dört ana grubun koalisyonu olduğunu söyleyebiliriz: Sosyalistler, klasik milliyetçiler, liberaller ve İslamcılar. Özellikle tabanda bu çeşitlilik çok daha yoğun. Örneğin il örgütlerindeki yapıya bakarsanız çok daha heterojen bir yapı olduğunu görürsünüz. Ama yönetim kademesinde büyük oranda sosyalist ve milliyetçilerin hakim olduğunu görürüz. Dolayısıyla bu açıklık ve açık söylem şunu da sağlıyor. Bir yönüyle bu içsel farklılığın yansıması, bir yönüyle bu farklılığı idare etme biçimi. Bu açık kapı bırakma federasyonu savunan bir Kürdü de, ademi merkeziyetçiliği savunan il ölçeğinde bir yerelleşmeyi, ama Ankara’yla bütünleşmeyi savunan işveren Kürdü de bir arada tutmaya yarıyor.

Egemenlik Paylaşımının Sınırları

Başta demokratik özerliği birinci olarak egemenliği paylaşma projesi, ikinci olaraksa bir toplumsal inşa projesi olarak tarif ettik. Peki, devletle, Ankara ile egemenliği paylaşırken bu egemenliğin sınırları ne olacak? Hangi egemenlik alanları Ankara’da hangileri yerelde kalacak? Aslında bu konuda da belirsizliğin ya da müzakereye açık bir dilin olduğunu söyleyebiliriz. 2008’deki belgeye göre dışişleri, maliye ve savunma merkezde kalsın; emniyet ve adalet merkezle bölgeler arasında ortak yönetilsin, geriye kalan bütün hizmetler ise eğitim, sağlık, kentsel politikalar gibi il genel meclisi gibi seçimle başa gelen ve kendi içerisinde bir hükümet seçen bölge meclislerine verilsin diyorlar.

Bu belgeden sonra birkaç belde daha kamuoyuyla paylaşıldı. Ama somutta olan şu. BDP’den DBP’ye (Demokratik Bölgeler Partisi) geçildi. DBP’nin amblemine, kurulma gerekçelerine bakarsanız şunu görürsünüz. Kürt hareketi demokratik özerklikte bahsedilen sekiz boyut üzerinde yerel bölgesel örgütlenmeye gidiyor. Bunlar siyasasal, hukuki, özsavunma, sosyal, kültürel, ekolojik, diplomatik boyutlardır. Aslında Kürt hareketi bu sekiz başlıkta Ankara dışında yerel bölgesel ölçekte örgütlenmeyi ve burada bir hakimiyet kurmayı öngörüyor. Aslında buradan baktığımız zaman ilk başlıkla kısmen uyuşan kısmen çatışan şeyler var.

Örneğin özsavunma dediğimiz şey -Irak Kürdistan bölgesinde de böyledir, istihbaratın ve silahlı gücün bile yerel olduğu bir yapılanmadır- bu aslında klasik federasyondan öte bir talep. Dolayısıyla bu 20-25 bölgeye dayanan ademi merkezileşme gibi bir projeden bahsederken öte yandan sekiz boyut üzerinden örgütlenmek, ki son ambleme bakarsanız DBP’nin sekiz yıldız görürsünüz. Aşağıdaki o sekiz yıldızın her biri bir boyutu ifade ediyor. Genel olarak sekiz boyut üzerinden ciddi bir örgütlenmeye gidiliyor. Diplomasi meselesi: Ankara’nın ötesinde doğrudan bir diplomatik ilişki kurmayı mı hedefliyor? Kısmen buna açık bir dil kullanıyor şu an Kürt hareketi. Dolayısıyla şunu söyleyebiliriz; çoğu zaman federasyonun altı bir adem-i merkezileşme projesi olarak tartışılırken aslında bu sekiz boyut üzerine tartışılan şeyler ya da çizilen çerçeve bir federasyonun da ötesinde talepler.

Yani ben yine aynı şeyi söyleyeceğim. Bu bir kafa karışıklığı değil bence, ben şahsen öyle okumuyorum. Bu müzakere süreci içerisinde biraz kapıyı açık bırakma ve limitleri zorlama stratejisi kendi içerisinde. Aslında bu egemenlik meselesini konuşacaksak şunun konuşulması gerekiyor öncelikle: Bu bölgelerin (il mi bölge ya da tek bir Kürdistan bölgesi mi her ne olacaksa), bu bölgelerin hükümetlerinin ya da bölgesel meclislerinin bir hukuk kurma yetkisi olacak mı olmayacak mı? Çünkü aslında son kertede egemenliği tartıştığımız zaman siyaset bilimi literatüründe egemenlik meselesi her şeyden önce bir hukuk kurma meselesidir. Yani hukuku kim kuracak? Bu hukuktan kasıt tek başına yasal formel hukuk değil. Enformel hukuku da buna katabilirsiniz. Yani normları değerleri kuran aktör kim olacak. Özellikle formel bağlamda bölge meclislerinde bir hukuk kurma…

Yani şu an Kürt hareketi komünal bir ekonomik düzen kurmayı tartışıyor. Mesela Öcalan bundan 2 ay önce şunu demişti: Diyarbakır’da kapitalist ekonomi %15’i geçmemeli, %85 komünal ekonomi olmalı diye bir perspektif sunmuştu Kürt hareketinin önüne. Eğer ekonomik sahayı yeniden kurmayı öngörüyorsanız mesela, vergi meselesi. Yani vergiye dair bir şey söylemeniz gerekecek. Bunu yasal ya da enformel yapabilirsiniz. Bunu yapmak demek aslında hukuk kurmak demek normları belirlemek demek. Bu da egemenliği bölüşme meselesi demek. Bir yandan Gülten Kışanak’ın “biz petrolden pay istiyoruz” dediği zaman bir kıyametin koptuğu tabloyu görüyoruz ki petrolden pay istemek altını çizeyim bir egemenlik talebi değildir. Örneğin Irak Kürdistan Bölgesinde Barzani şu an neyi tartışıyor; diyor ki: “biz kendi petrolümüzü istediğimiz şekilde satabilecek miyiz?” Petrolü yönetme yetkisinden bahsediyor. Ekonomik kaynakları yönetme yetkisinden bahsediyor. Ekonomik egemenlikten bahsediyor. Ama ekonomik kaynaktan elde edilen gelirin bir kısmının yerine devredilmesi bir egemenlik meselesi değildir. Çünkü hukuku Ankara kuruyor, sadece elde ettiği gelirden bir pay veriyor. Ama bundan öte siz alternatif bir ekonomik model inşa etmekten bahsediyorsanız o zaman hukuk kurmayı, norm oluşturmayı dolayısıyla bir egemenlik inşa etmeyi talep ediyorsunuz demektir. Klasik anlamda adem-i merkeziyetçilikten öte bir söylem söz konusu burada. O yüzden demokratik özerklik meselesinin hukuk kurma bağlamında egemenlikle ilişkilendirilerek ele alınması gerekir.

Ama burada bir sorun var. Yani ben sorun olarak tanımlıyorum, Kürt hareketi belki öyle görmüyordur. Bence Kürt hareketinin bir açmazı, bazı projelerinin dünya ölçeğindeki örneklerle çakışmaması. Sürekli yerel, kendine has modeller geliştirme çabası var ama bu modellerin uluslararası hukukta bir karşılığı çoğu zaman olmuyor ve bu durum sıkıntı yaratıyor. Kısmen özerklik meselesi bu sorunu yaşıyor.

Batıdaki Kürtler

Bir diğer mesele ise batıda yaşayan Kürtler. Şu ana kadar özerklik meselesini 15 il üzerinden konuştum ama Kürtlerin ortalama 3’te biri batıda, özellikle de 10 büyükşehirde bulunmakta. Örneğin İstanbul’da 2-3 milyon Kürt yaşıyor. En son iki seçime baktığımızda HDP’nin 10 büyükşehrin 5’inde oyunu artırdığını görüyoruz. Dolayısıyla batıda Kürt hareketinin mobilize ettiği ve belli beklentilere sahip koca bir camiadan bahsediyoruz. Demokratik özerklik modeli, Türkiye’nin geneline hitap eden, 20-25 bölgeye dayalı bir yapı öngörse de, batıda kısa ve orta vadede Kürtlerin ya da alternatif demokratik bir hareketin yönetime gelme ihtimalinin düşük olduğunu dikkate aldığımızda, buradaki geniş Kürt nüfusunun özellikle kültürel taleplerini somut olarak nasıl karşılayacağı konusunda net bir çerçeveden bahsedemiyoruz.

Ancak demokratik özerkliğin, son kertede, merkezin yetkisinin yerel ve bölgesel idarelerle dengelendiği, her yerelin kendi içerisinde kendi rengini ifade ettiği bir model olduğunu söyleyebiliriz. Mardin örneği çok veriliyor. Mardin büyük ihtimalle 4 dilli bir şehir olacak diyorlar. Mardin bölge meclisinin resmi 4 dil olacak: Arapça, Süryanice, Türkçe ve Kürtçe. Ama mesela İstanbul’da azınlık olan Kürtlerin bunu başarma şansı olacak mı? Dolayısıyla tek başına oradaki yerelin vereceği karardan öte asgari haklar diye bir çerçeve sunmak gerekmez mi? Bu modelin, asgari kültürel haklar konusunda çok somut bir şey söylemediğini belirtmek isterim.

Federasyonu savunan gruplar şunu söylüyorlar: Kürt bölgesinde federasyon batı bölgesinde ise kültürel özerklik, en azından azınlık hakları. Federasyon eğilimliler bunu söylüyorlar; iki gruplu bir federal model. Örneğin Kürt bölgesinde Araplar azınlık durumundaysa onların bir azınlık hakları ve siyasi temsilcileri olacak. Yine batıda Kürtlerin azınlık olduğu bölgede Kürtlerin azınlık hakları ve siyasi bir temsili olacak diyorlar. Özerklik bu konuda çok net bir şey söylemiyor. Kürt hareketinin bu konuya detaylı bir şekilde kafa yormasının söz konusu olmadığını söyleyebiliriz.

Kürt Hareketinde Sınıfsal Ayrımlar

Şimdi geldik demokratik özerklik ve sınıf meselesine. Bence bu önemli bir şey. Başlarken Kürt Hareketinin toplumsal tahayyülünün beş bileşeninden bahsetmiştim. Onlardan bir tanesi olarak toplumcu antikapitalist bir ekonomik sistem dedik. Şimdi aslında sınıf meselesi bu demokratik özerklik hikayesinde ciddi bir boyutmuş gibi duruyor. Ben bunun Kürt hareketinin sola dönüşünün bir aracı olarak da işlev gördüğünü düşünüyorum.

Önce şunu söyleyeyim, Kürt hareketi son 15-20 yıldır en azından 99’dan, belediye deneyiminden bu yana ciddi bir orta sınıflaşma sürecini yaşadı. Hem aktörler düzeyinde hem de söylem düzeyinde. Önce bunun bir altını çizelim. 80’lerde büyük oranda bir alt sınıf-yoksullar hareketiyken, 99 sonrası yerel bir iktidar gücü olmasıyla beraber daha çok alt ve orta sınıfların bir koalisyon hareketine dönüştü Kürt hareketi. Legal sahada, şu andaki temsilcilerinin profiline bakarsanız bunu çok net görebilirsiniz. Ya da de facto merkez olan Diyarbakır’daki mekânsal dinamiklere bakarsanız, örneğin Diyarbakır’daki siyaset erkanının yaşadığı mahalleleri gözden geçirirseniz, tek başına kentin hangi mahallelerinde hangi mekanlarında yaşıyorlar; diğer yandan en son 6-7 ekim olaylarının, Kobani üzerinden bir halk ayaklanmasının gerçekleştiği mekanlara bakarsanız, bunların çok çakışmadığını görürsünüz. Aktörler düzeyinde ciddi bir orta sınıflaşma söz konusu. Söylem düzeyinde de bir orta sınıflaşmanın olduğunu söyleyebiliriz. Demokratik cumhuriyet tezi büyük oranda bunun karşılığıydı. Aslında devletten sürekli talep eden ve devletle müzakere üzerinden meseleyi çözmeye çalışan bir dil olarak tanımlayabiliriz orta sınıf siyasetini, söylem bağlamında. Demokratik özerklik bu orta sınıflaşmadan bir çıkış kapısı gibi de duruyor.

Neden böyle düşünüyorum? Başlarken süreci iki ayaklı olarak tanımlamıştım: Egemenliği paylaşma ve toplumsal inşa projesi olarak. Şimdi biraz bu inşa meselesine gelmek istiyorum. Zaten Kürdistan’ı inşa edeceğiz söyleminin daha çok Kürt hareketindeki sol damara ait olduğunu görürsünüz. Şimdi “biz devletin adım atmasını beklemeden Kürdistan’ı inşa edeceğiz. Kendi dertlerimize kendi gücümüzle derman bulacağız” söyleminin mecburi açacağı kapılar var. Birincisi siz Ankara’yı beklemeksizin kendi derdinize derman olmak istiyorsanız yapmanız gereken ilk şey sokağa inmek ve sokağa indiğiniz andan itibaren; Kürtlerin ekonomik sorunları var, yoksulluk sorunları var, ne diyelim bir kentleşme sorunları var. Sokağa indiğiniz andan itibaren mevcut aktörlerin söylemi ile sokağın gündemi arasında belirli bir uçurumun olduğunu fark edeceksiniz.

Kişisel bir örnek vereyim, bu aslında kişisel olmaktan öte yapısal bir mesele. Diyarbakır’da “Sarmaşık” diye bir dernek var, belki bilirsiniz. Bu derneğin bir projesi vardı. Bir yandan kaynak temin ediyorlar bir yandan da belirlenen ailelere çek veriyorlar. 2008’de 50 milyonluktu. Aileye bir çek veriliyor her ayın 5-6’sı gibi. Aile gider gıda bankası dediğimiz bir markete, ki içinde 15-20 çeşit ürünün olduğu bir marketten bahsediyoruz. İşte gelip 50 milyonluk alışveriş yapıyorlar o marketten. Kampanya başlamıştı “el açtırmayalım el ele verelim” diye. Sarmaşıktaki arkadaşlar Diyarbakır Büyükşehir Belediyesinin tüm birimlerini tek tek geziyorlardı. Ben de o zaman orada çalışıyordum. 13 bin aile başvuru yapmış, kapasiteleri 1000 kişiye yetiyordu. Diyarbakır’da bizim kriterimiz şu: iş versek bile çalışacak biri yoksa ailede, o zaman yardım ediyorduk. Şu an buna uyan 13 bin ailemiz var sadece 1000 kişiye yardım edebiliriz. Değiştirme şansımız yok. Mesela bir ev kadını 30’lu yaşlarda ekonomiden kopmuş, koca cezaevinde ya da ölmüş bu tür durumlarda olan ailelere yardım ediliyordu. 2011’de sayı 25 bine çıkmıştı. Bu ailelerde ortalama kişi sayısı 6,25, düşünürseniz toplam 150 bin kişilik bir nüfustan bahsediyoruz. Tek tek bütün personelleri kapı kapı dolaşıyorlar “böyle bir kampanyamız var, siz de burada maaş alıyorsunuz, iyi kötü bir geliriniz var hani, yardım edin 5 lira olur 10 lira olur, bir ailenin 50 lira gideri var, ama düzenli olsun bankaya talimat verin her ay düzenli olarak kapınızı çalmak zorunda kalmayalım” falan. Neyse arkadaşları da uğurladık. Sonra üç arkadaş kendi aramızda konuşmaya başladık ya biz niye derneğe gitmedik diye. … Kaloriferli evde oturuyoruz, sokaklarımız tertemiz. Bir an şunu düşündük, aslında hani içimizden bir tanemiz akşam eve gittiği zaman çamurlu sokaklardan geçip aç çocuklarla karşı karşıya kalsaydı sonraki gün gittiği kurum, artık bu bir dernek mi olur oda mı olur her neyse, bunun siyasetini yürütürdü. Ama gündelik hayatta yoksulluk meselesinden kopmak, fikri hayatınızı da etkiliyor. Dolayısıyla sokağa inmenin kendisi gündemi değiştirir çünkü gündemler farklı.

İkincisi sokağa inmek kent yoksullarına Kürt hareketinin karar mekanizmalarında yer almanın alanını da açacak. Kürt hareketi demokratik özerklik ile alternatif toplum kurma, kent yoksullarına dönmenin diskurunu da kuruyor. Bu diskurdaki yapının ana gövdesini dikkate aldığımız zaman, hakikaten sokaklara inen kendi derdine kendi gücüyle derman bulmaya çalışan bir eğilim, talep edenden inşa eden siyasete doğru bir dönüş olursa bu Kürt hareketinin tekrardan sokaklara döndüğü, sokaklarla bütünleştiği ve sokağa söz ve karar yetkisini devrettiği bir yapıya dönüşebilir. Bu anlamıyla sol siyasete dönüşün bir aracı olabilir.

Ama bu konuda şunu da söylemek gerekiyor: Bu sınıf meselesinin yarattığı çatışmalar da var. Özellikle iş camiasıyla konuştuğum zaman aslında onların demokratik özerkliği bizim bildiğimiz anlamda devlet egemenliğini paylaşma meselesi olarak almaktan öte işte öz savunma, komünal ekonomi ve kooperatifler üzerinden okuduklarını ve bunu kendi sınıfsal çıkarları için ciddi bir tehlike olarak gördüklerini de söyleyebilirim. Tezim için yaptığım 35-40 görüşmede hemen hemen hepsinde böyle bir kaygı vardı.

Söylem ve Eyleme Birlikte Bakmak

Bu meseleyi tartışırken biraz şuna da bakmak lazım. Tek başına bir söylem, diskur aracıyla bakmamak gerekiyor. Sadece Kürt hareketinin söyledikleri üzerinden olan biteni okumamak gerekiyor. O yüzden hem söyleme hem eyleme bakmak lazım. Aslında şu ana kadar formüle ettiğim her şeyin daha çok diskur, söylem düzeyinde kaldığını eylemin daha farklı olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin bir komünal ekonomi söylemi var şu an Kürt hareketi içerisinde ama 15 yıllık belediye deneyimi var. Bu belediye deneyimine baktığımız zaman bir komünal ekonomi inşası söz konusu mu? Ne yazık ki değil. Hatta söylem komünal bir söylem ama eylem büyük oranda liberal. Ya da söylem büyük oranda inşacı bir söylem ama siyaset büyük oranda talepkar. Bu anlamda bir dönüşüm sancısı olduğunu da söyleyebiliriz. Daha önce bahsettiğim grupların arasındaki gerilim, bu söylem ve eylem arasında ciddi bir dinamik olarak işlev görüyor.

Negatif Kürdistan

Bir başlıktan daha bahsedeyim. Özerklikten ondan bundan falan bahsediyoruz ama aslında bir anlamıyla da Kürdistan var. Ve bu Kürdistan devletin Kürdistanı. Yani Türk devleti bugüne kadar bir Kürdistan kurmuş. Ben buna negatif Kürdistan diyorum tersi anlamda. Şöyle ki Türkiye’nin sosyoekonomik haritalarına bakarsanız, 1960’dan bugüne kadar çeşitli haritalar var, işte kalkınmada öncelikli yöreler, 96’daki bölgelerin sosyoekonomik araştırması, en son 2011’da kalkınma planı bir daha yapıldı. Türkiye’deki sosyoekonomik araştırmalara bakarsanız aslında bir Kürdistan bölgesi görürsünüz, esasında devlet kendi eliyle sosyoekonomik bir bölge yaratmış. Tehcir politikasına maruz kalan ve bir türlü kalkınamayan bir bölge var. 2012’deki teşvik sistemi haritasına bakın, benim o politik bölge dediğim bölgeyle bire bir çakıştığını görürsünüz. İdari açıdan bakarsanız 1927’den 1952’ye kadar umumi müfettişlikler söz konusu. Üç tane darbe araya girdi daha sonra OHAL meselesi. Aslında devlet sürekli bölgeye dair idari yapılar da kurmuş, bölgeye has bir idari yapısı var devletin. Alıkoymuyor ama bir bölge kurmuş idari sınırları belli. İdari açıdan da bir Kürdistan var. Hatta bu idari yapı çoğu zaman askeri yapıyla da yönetilen bir idari yapı. Askeriyenin Türkiye’deki örgütlenmesine bakarsanız 3’te 1 oranında Kürdistan coğrafyasında ayrı bir örgütlenmesi var. Kolordu üzerinden örgütleniyor büyük oranda. Aslında askeri açıdan da idari yapı farklılaşmış durumda. O açıdan sosyoekonomik etkiye bakarsanız, idari yapıya bakarsanız… Mesela ben İstanbul’da dağa taşa yazılmış bir “Ne Mutlu Türküm Diyene” diye bir kültür politikası görmedim. Bahsettiğim sınırlardaki illeri gezerseniz kültür bağlamında da size bir hatırlatma yapıyor. Dolayısıyla hem kültürel bağlamda hem sosyoekonomik bağlamda hem idari bağlamda hem de askeri bağlamda aslında devletin bir Kürdistan bölgesi var. Aslında Kürdistan diyemediği ama Kürdistan olduğunu iyi bildiği bir negatif Kürdistan da var. İşin trajikomik yanı mı diyelim, bu negatif Kürdistan sonraki özerk bölgenin zemini bile olabilir. Hatta şu anda biraz zemini sağlayan o gibi. Çünkü son kertede şiddet dediğimiz şey devlet şiddetiyle başlayan bir şey, sınır çizen egemenlik alanını kuran bir şey. Bu yüzyıllık şiddet politikasının kendisi aslında karşı şiddeti ve onun mekanını da büyük oranda inşa etmiş durumda. Dolayısıyla Türk devletinin bir negatif Kürdistan diye bir coğrafyasından bahsetmek mümkün.

Jeopolitik Denklem

Son iki başlığın bir tanesi jeopolitik. Aslında bütün bahsettiğim şeyleri son kertede şöyle düşünmek lazım: bunları sınırları bitmiş bir çerçeve olarak düşünmemek lazım. Aslında sınıra açık bir proje, değişen bir proje. Bu anlamıyla jeopolitik meselesi: Kürdistan 4 parça, dört ülkenin sınırları içerisinde ve bu sınırlar hem Kürtler hem de devletler için çok iç içe geçen bir bölge teşkil ediyor. Buna kısaca jeopolitik denklem diyebiliriz. Bu denklemin alacağı seyir aslında Türkiye’nin Kürt meselesini büyük oranda şekillendiren bir şey.

Bana sorarsanız demokratik cumhuriyet tezinden demokratik özerklik tezine geçiş aslında büyük oranda bahsettiğim bu jeopolitik denklemde 2003’te Irak Kürdistan bölgesinin kurulmasıyla birlikte yaşanan jeopolitik değişime verilmiş bir cevap. Demokratik cumhuriyet özetle şunu söylüyordu: Kürt meselesi Türkiye’nin bir demokratikleşme ve çok kültürlülük meselesidir. Hatırlarsanız Öcalan ilk kitabında otonomi olmaz, federasyon olmaz, bunlar gerici modellerdir, esas aldığımız demokratik bir cumhuriyettir diyordu. Bunun içerisinde kültürel hakların AB çerçevesinde tanınmasıydı. Bu aslında şunu söylüyor, Kürt meselesi bir egemenlik meselesi değil. Çünkü 99’a kadar Kürdistan bir sömürgedir tezi vardı. Bir egemenlik meselesi ve egemenliği daha çok bağımsız devlet bazında yeniden elde etme söz konusuydu. Ama 99’dan 2005’e kadar yeni bir parantez açıldı demokratik cumhuriyet diye. Bu egemenlik söyleminden vazgeçildi. Ama özerklikle beraber 2005’den sonra 99 öncesine bir geri dönüş oldu. 25 bölge mi olacak tek bölge mi olacak ayrı mesele, ama son kertede Kürt hareketi şunu tartışıyor: egemenliği paylaşalım. Dolayısıyla bu 99 öncesine bir geri dönüşü ifade ediyor. Bunu ne sağladı? Benim verdiğim tek cevap: Irak Kürdistan Bölgesi. Çünkü yanı başında bir Kürt egemenliği kuruldu. Parlamentosu, askeri gücü olan, istihbaratı olan, hükümeti olan kendi kaynaklarını yöneten ekonomik egemenliği olan bir Kürt egemenliği oluştu. O yüzden o dönüşüme benim verebildiğim tek cevap bu. Belki ikinci bir cevap şu olabilir; Kürt hareketi taleplerini indirdi, bir toparlanma sürecine girdi, toparlandıkça söylemini artırdı. Böyle bir içsel sosyolojiyi de katabiliriz.

Suriye meselesinden sonra Irak Kürdistan bölgesinin yanı sıra ikinci bir Kürt bölgesinin kurulması durumunda, sahadaki bir aktörün söylediğiydi, özerklik meselesi de aşılabilir, işin asgari limiti federasyona dönüşebilir diye. Dolayısıyla bu jeopolitik mesele nereye gidecek? Kobani için peşmergeler bölgeden geçiyor, sokaklara baktığınız zaman Kürt yurttaşların aklında bu bahsettiğimiz sınırlar çoktan aşılmaya başlamış bile. Kürdistan 4 parçası üzerinden bakmaya başlamışlar. Dolayısıyla bugün tartıştığımız birçok şeyin değişme ihtimali de var. Bu jeopolitik meselenin alacağı seyir Kürt meselesinin parametrelerini büyük oranda yeniden kuracak. O yüzden, aslında Suriye meselesi özellikle Rojava meselesi, bahsettiğim belirsizlikler, o müzakereye açık dilin alt ve üst limitleri nereye varacak, bu jeopolitik dinamiklere bağlı.

Müttefikler ve İttifaklar; İslamcılar ve Ekonomik Elitler

Son başlığıma, müttefikler ve ittifaklar meselesine geçeyim. Bu özerklik meselesinin alacağı seyir biraz da şuna bağlı: Bu projenin muhatapları kim, ittifak kurabileceği güçler kim? Birincisi Kürt bölgesinde ana akım Kürt hareketinin müttefikleri kim? Bu konuda benim kişisel görüşüm, iki ana camiayı katamadığı sürece Ankara’yla uzlaşma şansı çok zor. Birincisi Kürt Müslümanları ya da İslamcı Kürtler. Buna Hizbullah’tan tutun Ak Partiye destek veren Kürtlere kadar, Milli Görüş hareketidir, Gülen cemaatidir, işte Med Zehra grubudur, çeşitli Ankara merkezli İslamcı gruplar gibi, Süleymancılar gibi. Hani bu İslamcı Kürtler bu demokratik özerklik projesinin neresinde?

İkinci ise Kürt ekonomik elitleri. Son 10 yılda ciddi anlamda büyüyen, gelişen ama öte yandan aslında birtakım limitlerinin de olduğunu bilen bir sermaye camiası var. Bu limitleri de şöyle söyleyeyim: Özellikle Irak Kürdistan bölgesinde benim görebildiğim kadarıyla Kürt işveren camiası şunu fark etmiş durumda. Ankara’nın onlar için açacağı alanın sınırları belli, bunun en somut ifadesi şu: son 10 yıldır 15 yıldır bas bas bağırıyorlar Diyarbakır’a havaalanı açılsın, biz Diyarbakır’dan Erbil’e gitmek için ya 5 saat yol gidip 5 saat orada beklemek zorundayız, ya da bir gece İstanbul’a uçup, sabah tekrar Erbil’e gitmek durumundayız. 15 yıldır bas bas bağırıyorlar ama Diyarbakır’a bir türlü havaalanı açılmıyor.

Bir tanesi şunu söylüyordu, Ankara’nın bölge için Diyarbakır ile Erbil arasında bir köprü kurmak gibi bir vizyonu yok. Onların öngördüğü Erbil ile Antep, Mersin, Konya, İstanbul arasında bir köprü kurmak. Bir yandan kişi başına 25 bin doların düştüğü ciddi bir pazardan bahsediyoruz, Türkiye’nin yıllık ticari hacmi ilişkisi oranında 10 milyar dolar civarında. Ama öte yandan yanı başında 40 yıldır teşviklerle kalkındırmaya çalıştığı bir bölge var. Ve bu bölgenin ekonomik elitleri aynı dili konuştukları aynı kimliğe sahip oldukları bölgedeki pazarda kendilerine yer bulamıyorlar. Mesela Erdoğan Erbil’e gittiği zaman uçağında yanı başına aldığı 300 iş adamı arasında çok fazla bu isimler yok. Daha çok Antep’ten, Mersin’den, İstanbul’dan sermaye var.

Bunun daha ötesinde Barzani’nin de Diyarbakır sermayesiyle bağ kurmak gibi bir vizyonu yok. O da bu ekonomik ilişkiyi Ankara’nın siyasi hatlarını yumuşatmak için kullanıyor. Ama bir yandan Diyarbakır gibi “çapsız” bir ekonomiyle iş yapmaktansa, İstanbul gibi koca bir küresel sermayeye entegre olmuş bir kapı üzerinden küresel sermayeyle bütünleşmek, dahil olmak daha çekici geliyor Barzani için de. Diyarbakır Erbil’e daha yakın, ama Antep’in Diyarbakır’a oranla yaptığı ticaret 1’e 30. Bir yandan küresel sermayeye entegre olmuş 30 40 ülkeyle ticaret ilişkisi olan bir ekonomik grup var ve bunların Ankara’yla ilişkisi biraz gevşemiş durumda, beklentileri zayıflamış durumda. Ama öte yandan birçok şeyden de emin değiller. Tamam Ankara arkamızda değil ama Diyarbakır arkamızda olacak mı diye bir kaygıları var.

Şöyle bitireyim, hiçbir burjuvazi yoktur ki, arkasında bir siyasi egemenlik olmadan büyüyebilsin. Biz biliyoruz ki Ankara arkamızda değil ama Diyarbakır arkamızda duracak mı? Şimdi buradan özerklik meselesine geçeyim, işte Kapitalist ekonomik olarak yüzde 15’i geçmemeli diyen bir söylem var. Öte yandan ekonomik olarak büyümeye çalışan, 40’a yakın ülkeyle ticaret yapan bir grup var. Ama Ankara da çok fazla yanlarında değil ve bunun limiti var pazarın belli bir hacmi var.

Neyse İslamcı gruplar ve bu ekonomik gruplara sorduğunuz zaman genelde şunu diyorlar: “Kürtlerin özerkliğinin evet yanındayız, ama demokratik özerkliğe karşıyız” diyorlar. Benim sahada yaptığım çalışmada genel fikir buydu. “Evet Kürtler özerk olmalı ama biz demokratik özerkliğe karşıyız, çünkü Demokratik özerklik son kertede ana akım Kürt hareketinin, PKK’nin yönettiği bu toplumsal tahayyülünü icra edeceği bir bölge olacak. Ve bu bizim çıkarımıza değil.” Bu konuda Kürt hareketinin İslamcı camia ve ekonomik elitlerle arasında ciddi bir çatışma söz konusu.

İslamcı camianın da ana kaygısı şu: Kürt hareketini büyük oranda bir sol hareket olarak görüyorlar. Solu da büyük oranda sekülerlikle eşdeğer olarak görüyorlar. Sekülerizmi de büyük oranda Allah bilmez, kitap bilmez, ahlak bilmez bir çerçeve üzerinden okuyorlar. Bu samimi bir okuma da olabilir onu çok bilmiyorum ben. Ya da bir araçsallaştırma da olabilir. Yani kendi egemenlik alanını açmak için bir propaganda da olabilir. Ama son kertede siyasi sahnede İslamcı grupların dili böyle bir dil. Yani Kürt hareketi içerisinde kendilerine bir temsiliyet alanı bulamıyorlar. Dolayısıyla özerkliğin şu an bu camiada bir karşılığı yok.

Kısmen Alevilerin sıcak baktığını söyleyebiliriz ama Aleviler de küçük bir grup Kürt hareketi içerisinde. Onların perspektifi şu; Kürt Aleviliğinin ya da genel olarak Aleviliğin temel dinamiğinin şu olduğunu düşünüyorum ve tezimde yazdım, Sünni İslam ile kurdukları tarihsel ötekilik ilişkisi aslında Alevi Kürtler’in siyasi pozisyonunu belirleyen temel dinamik. İşte Selim’den bu yana 500 yıllık Osmanlı katliam tarihi diye ana bir söylem, diskur var Aleviler’in çok benimsediği ve yoğun bir şekilde anlattıkları. Kendi pozisyonlarını belirlerken sürekli Sünni İslam karşısında bir pozisyon almaya çalışıyorlar ve son 12 yıllık AK parti yönetimi ve deneyimi bu Alevi hassasiyetini oldukça yükseltmiş durumda ve bu anlamıyla Kürt hareketinin toplumsal eşitliği komünal ekonomi ve sekülerlik üzerinden kendilerini yakın hissediyorlar, ama öte yandan da bir korkuları var. İşte Ak partiyle devam eden bir müzakere süreci var, sivil cumalar üzerinden yapılan çeşitli İslami açılımlar ciddi bir kaygı yaratmış Aleviler’de. Bir sıkışmışlık hali var. Gerçi son Kobani meselesi üzerinden IŞİD karşıtlığıyla tekrardan yakınlaşma sürecinden bahsedebiliriz. Alevi Kürtler’in de büyük oranda pozisyonu şu: Sünni İslam üzerinden bir projeyle Öcalan’ın Newroz metnini hatırlarsınız, benim çevremde 10-12 yıl PKK davasından cezaevinde yatmış ama o metne itiraz eden bir sürü arkadaşım var. Yani PKK davasından 10-12 yıl yatmış ama ben bu dille konuşamam diyen bir sürü bir alevi kitlesi var.

***

TARTIŞMA BÖLÜMÜ

 

Şimdiye kadar anlattığınız bu teorik çerçeveye Kürt hareketi ne kadar yakın yani yönetim kadrosu olarak ve taban olarak ne kadar anlamış vaziyette, uygulayacak düzeyde ?

Sahada çalışırken çok ilginç bir gözlemim olmuştu, bir arkadaşla Avrupa yerel yönetim şartını konuşmuştuk. O bana şey demişti, işte sen çok teorik düşünüyorsun, “işte bu özerklik nasıl olacak, nasıl hayata geçecek” gibi, ama sokaktaki bir vatandaşa sorsak o şunu düşünüyordur, “ben buradan bir Kürdistan’ı nasıl çıkarabilirim?”. Son kertede sokakta herhangi bir BDP’liye sorsanız, o size derki, işte “biz Kürdüz, Kürdistan’da yaşıyoruz ve kendimizi idare etmek istiyoruz”. Bu kadar basit. İşin doğrusu ben sokaktaki taban içindeki ana eğilimin bu olduğunu düşünüyorum. Bunu bir bağımsız Kürdistan gibi algılamayın, bunun daha çok kendi kimliğiyle, kendini yönetme isteği olduğunu düşünüyorum. Kürt hareketinin yönetim kadrosunda ise olayı teorik olarak anlama ve kavrama konusunda bir sıkıntı yok, ama işin nasıl uygulanacağı ile ilgili sıkıntı var. Yani şu anda Kürdistan’da karşı bir hegemonya oluşturma konusunda söylemle eylem arasında çok ciddi bir uçurumun olduğunu söyleyebiliriz.

Bunu şunun için söylüyorum, Kürt hareketi bir yandan bütün Ortadoğu için model olacak bir dönüşümden bahsediyor, çok iddialı laflar ediyor ama diğer yandan da 15 yıllık bir belediye deneyimi ve geçmişine baktığımız zaman böyle büyük bir dönüşümü yapacak kapasitesi var mı? Bana sorarsanız yok. Çoğu zaman bir asgari Belediye hizmetini sunmaktan uzak noktada, bunun birkaç nedeni var. Birincisi bu sürekli silahlı çatışmalar, devletle olan çatışma hali, işte parti kapatılma açılma halleri filan düşünüldüğünde, sadece 2008 ile 2011 yılları arasında 8000‘e yakın kadronun KCK operasyonlarında içeri alındığını söylüyorlar.

Diğer yandan bakarsak böyle bir şeyi gerçekleştirmek için bir kurumsallaşmanın gerekli olduğunu görüyoruz ama 90’dan bu yana 7 legal siyasi partinin kapatıldığını görüyoruz. Ortalama bir Kürt siyasi partisinin ömrü üç yıl, üç yılda bir Türkiye çapında bir seçime girebilecek bir parti kurması gerekiyor. Şöyle düşünelim, sizin seçime girebilmek için ortalama 400 tane 5 kişilik birimden oluşan bir teşkilat kurmanız gerekiyor. Bazen 7 kişilik. Seçime girebilmek için Türkiye’nin yarısında örgütlü olmanız gerekiyor. Bir ilde seçime girmek için o ilin üçte birinde örgüt kurmanız, o ilçede seçime girebilmek için belde sayısının yarısında örgüt kurmak gerekiyor. Bu şu anlama geliyor, Türkiye çapında polise dosyasını verebilecek 3000’e yakın adli sicil anlamında temiz eleman gerekiyor. Kuruluş maliyeti 3 trilyon, bunu kabaca ifade ediyorum, işte Kürt hareketi bunu 3 yılda bir tekrar ediyor. Legal sahada bir türlü alan bulamayan ve şiddet odağına sıkışan bir Kürt hareketinden bahsediyoruz. Bunu harekete geçirecek ve taşıyacak olan koca bir kadroya ihtiyaç var ve bunun sıkıntısı çekiliyor. Bir diğer yönden bakarsak orta sınıflaşmanın bir riski var, Kürt hareketini yoksullardan koparma riski taşıyan bir dönüşüm ama öte yandan da baktığımızda Kürt hareketi orta sınıfa muhtaç vaziyette, çünkü demin bahsettiğimiz, parti kurma, dergi, gazete, dernek vb. şeyler için bir sosyal sermaye gerekli. O yüzden bir yandan da böyle bir gerilim yaşanıyor. O nedenle kadro yapısı olarak bir boşlukları olduğunu söyleyebilirim.

Entelektüel düzeyde soracak olursanız, işin doğrusu ben Kürt hareketinin en zayıf noktasının bu olduğunu düşünüyorum. Çok entelektüel bir üretimin olduğundan bahsedemeyiz, daha çok merkez tarafından üretilmiş tekstler, fikirler var. Son on yılda hareketin lideri Abdullah Öcalan tarafından yürütülen fikirler daha çok ön planda, benim bildiğim son on yılda on bin sayfalık bir doküman üretti, evet o üretiyor ama o tartışmayı besleyecek ve ondan öteye gidebilecek bir tartışma düzeyi var mı, orada da bir sıkıntı var. Şu anda Kürt hareketinin siyasi projesi ile taşıyıcı aktörler arasında böyle bir açmaz mevcut. Bunu hem sınıf, hem de kapasite bağlamında okuyabiliriz.

Son olarak şöyle söyleyeyim bu saha şiddetten arınmadıktan sonra bu işler bir yere bağlanır mı, zor, devletin bu legal sahaya uyguladığı şiddet sürdüğü sürece Kürt hareketi silahtan vazgeçer mi, o da zor. Şu anda Kürt hareketinin legal sahada misyonunu devredebileceği bir aktör yok, o yüzden Kürt hareketi misyonunu buraya devretmez, bu alan için devlet de herhangi bir adım atmaya niyetli görünmüyor.

Yani çözüm sürecinin geleceği yok diyorsunuz?

Bu biraz daha geniş bir soru, geleceği yok demeyelim de, biraz daha zamana ihtiyacı var diyelim. Bu jeopolitik mesele netleşmeyene kadar, işte Irak Kürdistan bölgesi nereye gidecek bir bağımsız Kürdistan oluşacak mı? İşte Suriye’de rejim krizi nereye gidecek, özellikle Rojava’da ayrı bir bölge oluşacak mı, Kürtler kendilerini yönetebilecekler mi? Bu konularda radikal bir değişim, bir netlik olmadan ben Ankara’nın bir adım atmasını beklemiyorum. Nedeni şu, Ankara’nın günlük siyaset anlayışı ve bakışı ile Kürtlerin temel talepleri arasında uçurum var.

Benim açımdan Kürt meselesi özellikle bir egemenliği paylaşma meselesi, dünya deneyimlerine baktığımızda bütün bu çatışmalı meselelerde gücün paylaşımı meselesi gündeme gelmiştir.

Egemenliği paylaşma deyince benim aklıma üç saha geliyor, bir tanesi sosyoekonomik alan, bu bölgesinin yüz yıllık geri bıraktırılma hikayesi devam ettikçe, bu sahada bir egemenlik kurulmadıkça en azından kendi kaynaklarını kullanma yetkisi elde etmedikçe nihai çözüm olmayacak. Bir tanesi kimlik meselesi, burada dünya deneyimlerine baktığınız zaman, bana sorarsanız ana dilde eğitim bile yetmez. Hatta iki dil arasında simetrik bir eşitlik kursanız bile bu Kürtçeyi kurtarmaya yetmeyecektir. Katalan deneyimi bize şunu söylüyor, bir dilin hayatta kalmasını sağlayan temel öğe o dilin kullanım değeridir. Hani bir dilin kullanım değeri yani pazarda, sokakta, kamuda kullanılmıyorsa o dil birkaç kuşak içinde ölmeye mahkumdur. Bunun önüne geçemezsiniz, insanlar niçin İngilizce öğreniyor çünkü kullanım değeri var, statünüz artıyor, işiniz iyileşiyor, maaşınız artıyor. Tek başına aman dilimize sahip çıkalım diyerek gönüllülük üzerinden bir dili yaşatma şansınız yok.

Şimdi Kürtçeye baktığımız zaman ben üç kuşağı kıyaslıyorum, babam, bizim kuşak ve çocuklarımızın kuşağı. Baktığımızda Kürtçe sıfıra doğru gidiyor, şimdi tablo bu iken eşitlik bile kursanız bu yetmeyecek.

Mesela Kürt hareketi bir petrolden pay almayı söyledi, kıyamet koptu, hükümet bu ekonomiden pay alma meselesini konuşmuyor bile, kimlik meselesine gelince Ak Parti en iyi ihtimalle ana dilde eğitime kısmi olarak evet diyecek ve o da en iyi ihtimalle… Ama Kürtçe Kürt bölgesinde bir resmi dil olacak mı, bana sorarsanız bu konuda çok ciddi bir uçurum var.

Üçüncüsü siyaset alanının genişlemesi, yani dağın yolunun kapanmasını istiyorsak ovanın önünün açılması gerekiyor ama yeni bir Kobani ile ilgili eylem oldu, hemen Polis yasası gündeme geldi. Polise molotoflu, maskeli kişileri sorgusuz, sualsiz vurma yetkisinden bahsediyoruz. Burada da Kürt hareketinin talepleri ile hükümetin durduğu yer arasında ciddi bir uçurum var.

Dördüncü nokta idare meselesi, belki de en önemli mesele, Kürtlerin kendini yönetmesi yani özerklik meselesi ne olacak, şu anda Ak Parti maksimum olarak Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartını yerine getirebilir gibi görünüyor, o da ancak en fazla yapabileceği şeydir. Aslında o yasa kısmi olarak belediyelerin yetkisinin arttırılmasını söylemekten öte bir şey söylemeyen bir yasa, en iyi ihtimalle onu onaylayacaklardır. 92’de Türkiye bunu imzalamış ama temel maddelerine şerh koymuş, işte enerji, planlama gibi maddelerine şerh koymuş durumda. Kürt hareketinin şu andaki talebine baktığımız zaman bambaşka bir yerde, bu uçurum kapanır mı, bana zor görünüyor.

İkincisi, jeopolitik mesele… Burada da ya birlikte işbirliği yapıp birlikte bölgeyi şekillendirmeye çalışacaklar, yani stratejik bir işbirliği yapılacak, iki yıl önceki Newroz bildirisinde bunun ipuçları sanki vardı ama iki yılda gelinen noktaya bakıldığında hiç de öyle olmadığı görüldü. Öbür yandan çatışmanın da maliyeti var, iki taraf açısından da. Bence AK Parti üç seçimi atlatmanın çabası içinde görünüyor. Böyle bir işbirliğine gitmek için en azından iki seçimi atlattı, genel seçimleri de atlatıp gücünü konsolide ederse, ancak o seçimden sonra gündeme gelebilir. Şu anda çatışmaya giremez, Suriye’de böyle bir iç savaş varken onu içeriye taşıma riskini göze alamaz, öte yandan Kürt hareketi de Suriye’ye kaynak ve personel aktarımı varken, ikinci bir cephe açıp savaşı yaymak riskini alamaz. Ben şahsen, ta başından beri şeyi düşünmüştüm, iki tarafın da zamana ihtiyacı var, kazan kazan formülü iki tarafta bu üç seçime kadar işi idare edecekler. Kürt hareketi bu süre içerisinde en azından Rojava’yı kurtararak orada uluslararası camianın tanıdığı bir yer inşa etmeye çalışacak, Türkiye’yi mümkün olduğu kadar nötralize edecek, bir düşman pozisyonundan çıkarıp daha tarafsız bir pozisyona düşürecek. AK Parti ise bu üç seçimi geçip Yeni Türkiye dedikleri sürecin önünü açacak diye düşünüyordum, bu stratejik işbirliğini öngörmemiştim, hala da öyle düşünüyorum.

O yüzden bu çözüm süreci olacaksa iki taraf için daha karlı bir hale gelmesiyle olacak bir şey, bunun tek umut veren yönü şu anda Türkiye’nin Irak Kürdistan bölgesiyle yıllık ticari hacmi resmi olarak 10 milyar dolar, bir o kadar gayri resim bir işbirliği var. Suriye’de sular durulursa, yani yeni bir durum söz konusu olursa o bölge Türkiye için yeni bir inşaat alanı olacak, yeni bir Pazar olacak başta Kürt bölgesi olmak üzere, bu işin daha karlı seçenekleri öne çıkarsa belki çözümü zorlayabilir.

Aslında Kürt ve Türk toplumları arasında barış çoktan kaybedilmiş durumda, eşitlikçi bir ilişki kurulması için en azından bir kuşak beklenilmesi lazım. Bu ancak bir nesilden sonra olur, şu anda Türkiye’nin batısından birisini çevirip sorsanız kafasında ne yazık ki bir Kürt ile eşitlik meselesi hiç yok. Bu hemen hemen her kesim için böyle, çalışanı, işsizi, iş adamı, çoğunluk bu şekilde bakıyor, o yüzden şu anda hükümetin dediği gibi bir siyasi çözüm meselesi var, bir barış yok. Barış ancak siyasi çözüm sağlandıktan sonra bir nesil sonra ortaya çıkabilecek bir şey olduğunu düşünüyorum, ne yazık ki durum böyle

Barış sürecinin başarılı olabilmesi için Türk Sünni kesiminin daha duyarlı olup, AKP’yi sıkıştırması lazım. Tayyip bey bu konuda tek başına karar veriyor, o yüzden süreç ilerleyemiyor. Tabii PKK’nin de bazı eleştirilecek yanları var ama ben güneyde Rojava ile birlikte özgürleşileceğini, komünal değil ama yarı liberal bir sisteme ulaşacağını ve Demokratik Suriye olacak ama orada bir harita olacak ve insanla pasaportsuz güneye gidip gelebilecekler. Orada anlaşıldı, orası Kürdistan olacak ama Türkiye karışık olacak, karışık olmasının sebebi de işte AKP’nin politikaları olacak.

Ben biraz daha geliştireyim, mesela son dönemde Kürt İslamcıları arasında bazı örgütler kuruldu, mesela Hüda Par, Azadi filan kuruldu. Ben bu kuruluşu şöyle okumuştum, aslında Kürt bölgesinde küçük de olsa bir Kürt grubun üçüncü yol arayışına girdiği gibi görmüştüm. Bir yandan BDP’yi seküler, din bilmez, kitap tanımaz bir camia olarak görüyorlar, önümüzde DTK deneyimi var, mesela onlar bu camiayı bütün çabalarına rağmen DTK içine alamadı. Öte yandan Ak Parti tarafından da umutlar kesilmeye başlandı bu camia içerisinde, bu camia küçük bir camia ama bir dalgaya dönüşebileceğini düşünüyorum. Şöyle ki, Kürt İslamcıları arasında bir algı vardı; “Bir Müslüman hükümet iş başına gelirse ancak bu meseleyi onlar çözer çünkü biz Müslümanız, Müslüman kardeşliğimiz var ve İslam aslında milliyetçi bir din değil ve kavimler arasında eşitliği ve kardeşliği öngörür” diye. Ama Kürt İslamcıları son kertede şunu gördüler. Bu İslamcı dedikleri AK Parti’nin, bir Türk milliyetçisi olduğunu keşfettiler. Bu diskurun da eşitlikçi bir çözüme engel olduğunu gördüler, bu yüzden 2008-2009’dan beri bir takım küçük grupların kurulduğunu görüyoruz. AK Parti ile BDP arasında üçüncü bir yol inşa etme meselesi…

Sorun şu ki cumhuriyetin başından beri, İslamcılarla Kürtler toplumsal muhalefetin iki temel gücüydü. Bu iki muhalefet grubunun ittifak kurup Türkiye’de yeni bir sayfa açacağına dair bir umut da vardı. Ama bölgede AK Parti’ye dönük olan bu umut ciddi anlamda kaybedilmiş vaziyette, ben kırka yakın cemaatle görüştüm hepsinin bana hatırlattığı iki ayet vardı. İşte Rum suresi, 13. Ayet, birde Hucurat 22. Ayet, birinde “sizi bir kadın ve bir erkekten yarattık, sonra farklı farklı kavimlere ayırdık ki tanışabilesiniz diye”, diğeri de “nasıl göğü ve yeri yarattıysak sizi de farklı diller ve renklerden yarattık, bu bilenler için Allah’ın ayetidir”. Bu cemaatler bana dediler ki, Allah böyle söylüyor ama AK Parti ana dilde eğitime hayır diyor. Ha bir ayeti inkar etmişsin, ha bütün Kuran’ı inkar etmişsin diyorlardı.

Bence bu işin çözümü, belki size tuhaf gelecek ama İslamcıların elinde, bu meseleyi Kürt İslamcılarla, diğer İslamcıların alacağı pozisyon belirleyecek. Ben bu konuda şahsen şöyle düşünüyorum, Türkiye’de sol camia ile İslami camia, fikirsel, eylemsel bir birliktelik yaşayamadığı sürece hem Kürt sorununda çözüm uzak, hem de çatışmayı bertaraf etmek uzak. Kürt hareketinin 90’larda beri yürüttüğü bir İslam açılımı var. İşte son zamanlardaki sivil Cumalar, Altan Tan gibi isimlere alan açmalarla birlikte son Demokratik İslam Kongresini düzenlediler. Fakat Kürt hareketi de aynı Türkiye solu gibi İslam’la barışabilmiş değil. Tabanda aslında hiç öyle bir problem yok, Kürt hareketiyle Müslümanlık arasında çelişen bir şey yok, fakat yöneten kadrolara baktığında İslam işte arkaik, tarih dışı ve zaman içinde ortadan kalkacak bir öge olarak algılanıyor. Bunu dönüştürmek için son yirmi yıl içinde belli bir çaba gösteriyor. Aslında kısmen başarılı oldu, bu kadar Marksist bir literatürden gelip de bu kadar geniş bir taban bulmak da kolay değil. Bugün 15 ilde mevcut yaşayan Kürtlerin en az yarısının desteğini alan bir hareketten bahsediyoruz, bu söylediğim rakamları küçümsemeyelim.

Michael Mann diye bir adam var, onun devletin altyapısal ve despotik gücü diye yazdığı metin üzerinden biraz okursak, özetle şöyle, Kürtlerin yarısı bu Ankara’nın politikalarının yanında durduğu ve destek sağladığı sürece Kürt hareketinin Barış yapmak gibi bir şansı yok. Kürtler kendi aralarında ve bu İslamcı Kürtlerle de olmak üzere en az yüzde yetmiş, seksen oranında bir araya gelmezlerse, en azından kültürel ve ekonomik haklar bağlamında bu sorunun çözülme şansı yok.

Barış ve çözüm sürecinin buradan bakınca bana kalırsa geleceği İslamcı Kürtlere bağlı, çünkü Kürtler dışarıdan bakınca kendi içinde bir bütün oldukça Ankara ile aralarındaki mesafeyi ortadan kaldıracaklar. Eğer bu olay bir siyasi çözümden öteye bir barışa dönüşecekse, o zaman batı yakasında da asgari olarak bir eşitliğe rızanın üretilmesi gerekir. Yine de buna bakıldığı zaman, bu konuda en müsait camia eşitliğe rızanın üretilmesi bakımından İslamcı camia, bu bir defa reel olarak böyle, bir kere Türkiye’nin siyasi haritasına bakarsanız ortalama % 65-70 gibi, AK Parti ve Refah gibi bir İslamcı damarın güçlü olduğunu görüyoruz. %25-30 bandında da CHP gibi bir yapılanmanın olduğunu görüyoruz.

Buradan bakınca eşitlik söylemine yakın olan muhafazakar damardır. En azından İslam söylem olarak eşitlik kurmaya daha yakın bir din ama şöyle bir açmazımız var. İslamcılığın şöyle bir açmazı var. Türkiye İslamcılığının 60-70’lerden sonraki seyrine bakıldığı zaman Türk İslamcılığının milliyetçi ve sağcı bir muhafazakarlık olduğunu ve devletçi bir damarının olduğunu görüyoruz. Bu milliyetçi ve devletçi İslam anlayışı aşılmadan Türkiye toplumunda böyle eşitlikçi bir rızanın inşa edilmesi de çok zor. Şu anda HDP böyle bir iddia ile yola çıkıyor, Türkiye kamuoyunda böyle bir eşitlik üzerinden rıza üretme iddiasında bulunuyor, yapabilir mi? Ben bunun çok gerçekçi bulmuyorum, HDP tarzı bir partinin kısa ve orta vadede bir karşılık bulmasının çok zor olduğunu görüyorum.

AK Parti üzerinden değil de daha tabandan bir okuma yaparsak bu işin çözümü İslamcıların elinde görünüyor. Aşağıda yerelde böyle bir eşitlik ilişkisi inşa edilmedikçe belki siyasi bir çözüm olur ama barış olmaz. Bunca kavga ve savaştan sonra bu inşayı Kürtlerin yapabilme imkanını da yok gibi kabul ediyorum. Bu kadar kan ve bedel varken ortada bunu kurmaları çok zor görünüyor. Batıda yerelden böyle bir eşitlikçi İslami söylem yükselmediği sürece belki bir çözüm buluruz ama bu barış olmaz.

Bana göre BDP limitine varmış bulunmakta bu saatten sonra en fazla %50’den bir on puan daha fazla alır ve % 60 bandına gelir. O yüzden İslamcı Kürtlerin bu söylemi yani kendi kültürel ve ekonomik hakları ile ilgili söylemi yükseltmesi lazım. Yoksa tek başına BDP’nin gücüyle olmayacak ve o yüzden biz bu iki camiaya muhtacız, o yüzden BDP bir yandan İslamcı Kürtlerle bir ittifak kurmanın arayışına girmek zorunda, öte yandan da batı kamuoyunda bu eşitliği kuracak arayışlara girmek zorunda. Ama birincisini mutlaka başarmak zorunda.

Bu 6-7 Ekim olaylarından sonra böyle bir ittifakın şansı daha zorlaşmadı mı?

6 Ekimden daha ileriye gideyim, Rojava’dan sonra zorlaştı. Önce şunu söyleyeyim, ben Hüda Par gibi bir partinin Kürdistan’da daha fazla taban bulabileceğini düşünmüyorum. Hüda Par gibi şeriatçı, kökten dinci bir hareket temsil düzeyi asgari düzeyde olan bir hareket. Toplamda yüzde 2-3’leri geçemeyecek bir hareket, çünkü sokağa baktığımız zaman Kürtler içindeki İslamcılık çok siyasal bir İslamcılık değil, ana babadan öğrenilmiş daha gündelik hayatta olan İslamcılık bir bu, ikincisi daha liberal bir İslamcılık, ötekiyle yaşamaya daha alışkın bir İslamcılık, Hizbullah mesela sadece PKK ile çatışan bir örgüt değil, örneğin Med Zehra ile çatışan bir İslamcılık. Sahada örneğin Kardeşlik için Adalet Platformu diye, 60’a yakın Kürt bölgesindeki STK, örgüt ve cemaatin bir araya geldiği yapılanma ve Kürt meselesine dair yeni bir söylem kurmak üzere bir araya geldiği bir yapılanma, bu yapı kurulurken Hizbullah’ı davet edelim mi, etmeyelim mi diye tartışıyorlar. En sonunda ana eğilim etmeyelim şeklinde çıkıyor.

Aslında bende daha genel bir soru sormuştum, bu 6-7 ekim olaylarının kamuoyuna saçılış biçimine bakılınca, bölgedeki diğer İslamcı grupların Kürt hareketine bakışında daha uzaklaştırıcı ve daha tedirgin edici olmadı mı?

Bence Hüda-Par ile PKK arasındaki çatışma bence bilinçli bir strateji ve Hüda-Par’ın işine yarayan bir strateji ama meseleyi daha genel olarak ele almak lazım.

6-7 Ekim’de olan olaylar İslamcı Kürtlerin Kürt hareketine bakışını etkilemedi mi sizce?

Oraya geleceğim, Kürt hareketi aşırı sekülerleşmiş ve İslami camiaya açılma sorunu var, diğer yandan Rojava’dan sonra birkaç ufak tepki dışında bir şey gelmedi İslamcı camiadan, yani iki taraflı. Rojava kırılmaya dönüşecek ya da yeniden düşünmeye sebep olacak, burada rol daha çok Kürt hareketine düşüyor. Kürt hareketi toparlanmaya gidip Demokratik İslam Kongresi gibi girişimlerin üzerine gitmeli, yapamazsa mesafe açılabilir. Ancak ben üçüncü yolun açılabileceğini düşünüyorum, orta vadede gerçekleşeceğine inanıyorum. Yoksa daha çatışmalı ve cepheleşmeye giden bir nehir göreceğiz. İslamcı hareketin yatağında Kürt hareketi durabilirse hem ona öğretebilir, hem de ondan öğrenebilir. Bu temasın önemli olduğunu düşünüyorum. Bu temas, İslam’la barışık bir sol-toplumcu hareketin oluşmasını sağlayabilir, öte yandan İslamcı hareket daha feminist -kadın haklarını önemseyen-, daha çevreci, daha demokratik bir çizgiye yerleşebilir. Bu dönüşüm şansı bence hala var. Sahanın büyük abisi/ablası Kürt hareketi olduğu için, o inisiyatif alabilirse dönüşebilir. Zira sokakta Kürtlük ve İslam arasındaki mesafe büyük oranda kalkmış ve barışma sağlanmış durumda, sokaktaki bu algının (mesafenin büyümesine karşı) en temel güvence olduğunu düşünüyorum.

Ülkenin batı yakasında eşitlik probleminden bahsettiniz, Orta Doğu toplumlarındaki merkezi iktidar tabanı şekillendirir, o yüzden AKP’nin alacağı tavır siyasi atmosferi daha fazla etkileyemez mi?

Bu iki inisiyatif birbirini etkiler elbette ama ben tabanın daha belirleyici olduğuna inanıyorum, Kürt hareketinde tabanın siyaseti etkilediğini gördük. Bildiğiniz gibi, devletin bir sopa, bir de rıza gücü vardır, dolayısıyla Kürtler’in üzerinde bir baskı varsa, bu batı kamuoyunun (İzmir’in, Bursa’nın vs. ) rıza göstermesiyle olduğunu görüyorum. Dolayısıyla sokağın rızası olmadan bunlar olamazdı. İslami camiada da siyaseti etkileyecek tabandan çıkan gruplar olabilir.

Bu birkaç İslamcı aydının çabasıyla değişebilecek bir şey değil ama, AKP tabanında böyle bir eşitlik temeli yok ki… Tabanı değiştirip dönüştürmede böyle bir ufuk var mı?

Barışçıl bir kuşağa ihtiyaç var. Bana sorarsanız Kürt meselesinin çözümü artık kamuoyunu işletmekten geçmiyor, bu reel de değil, bu işin çözümü şuradan geçiyor: eğer Kürtler kendi içinde İslamcısıyla, işvereniyle vs… bir rıza üretirlerse Ankara’nın rızasına ihtiyaçları kalmaz. O yüzden bana sorarsanız Kürtlerin İslamcı Kürtlerle kuracağı birliktelik, HDP’nin batıdaki solcularla kuracağı birliktelikten daha önemli. Her inşa başkalarının yıkımından geçiyorsa, öte yandan, daha çevreci, daha demokratik bir İslami camia inşa olmazsa, daha kötüsü inşa edilebilir. İslami camia içinde İslam’ı eşitlikçi bir yerden okumak bu coğrafyada gördüğümüz en kıymetli şeylerden biri. Böylesi bir inşaya ihtiyaç var, bence başka bir seçenek yok.

Bölgede AKP’ye destek veren Kürtleri iki türlü okuyabiliriz: Biri AKP’nin mobilize ettiği Kürtlerse ikincisi -ben bunun daha doğru olduğunu düşünüyorum- AKP’yi kendi çizgisini genişletmek için uygun bir araç olarak gören Kütler. AKP kendi içindeki Kürtlerin taleplerine cevap vermezse onların kopmasına engel olamaz. Bence zamanla AKP’lilerin içinden çıkacak ve BDP’ye alternatif olabilecek, BDP kadar sol, feminist referanslarla değil İslami referanslarla yapacak olan yeni bir “KDP” çıkacak Kürdistan’da.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir