Metin Karabaşoğlu – Risale-i Nur’a Göre Emek ve Adalet

Hepiniz hoş geldiniz. İlk 10 dakikada genel bir giriş mahiyetinde konuşacağım. İkinci 10 dakikada ise, Bediüzzaman Said Nursî Risale-i Nur’da ve daha önce, Eski Said döneminde yazdıklarında bu meseleye ilişkin neler söylüyor, ona dair ana hatlarıyla birkaç kelam edeceğim. Böyle ortamlarda ana fikirler söylenir. Bunun detaylandırılması daha sonra makaleler şeklinde olur. Benim konuşmam spotlar şeklinde olacak. Bunu en başta belirtmiş olayım.

Burada bulunmaktan bahtiyarım. Böyle bir teşebbüsün, Emek ve Adalet Platformu’nun oluşturulmasından dolayı da bahtiyarım. Bu ülkenin en önemli talihsizliklerinden biri, solun Kemalizmle, dindarlığın da sağla özdeşleştirilmesi olmuştur. Bundan bu ülkenin bütün insanları zarar görmüştür. Sol düşünce ile İslam ve Müslümanlar arasındaki diyalog çok geç kalmıştır. Bugüne kadar olmaması bir kayıptır. Fakat bugünkü bu çabanın olmasını da, hiç olmazsa bu kaybın bundan sonra da devam etmemesi noktasında bir kazanç olarak görüyorum.

Ben meseleyi çok farklı bir yerden aldım. Yine Kuran’a atıfla başlayacağım. Kuran’da kıssalar var, işte Firavun kıssası ve diğer kıssalar var. Firavun kıssası okunduğunda, İlhami [Güler] Hoca’mızın da değindiği gibi, beni belki en fazla çarpan husus, Firavun kavmini aşağıladığında kavminin ona itaat etmesidir. Bu da insanlık onurunu korumanın, yani kula kulluğun önüne geçmenin, en başta da insanın kendi iç dünyasında buna karşı bir dirence sahip olmanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Firavunlar durduk yerde Firavun olmuyorlar. Ona “sen en yüksek rabbimizsin” diye cevap veren insanlar sayesinde Firavun oluyorlar. Dolayısıyla bu, çift taraflı bir hadise.

Ben çok gerilerden alacağım. Kuran kıssalarının içinde birçok surede anlatılan bir kıssa İblis ile Adem’in kıssasıdır. Cennette başlayan bir yolculuk yeryüzünde devam ediyor. Burada İblis’in Adem’i kandırmasının ana sebebi olarak “şeceretül huld” yani ebedi ahiri diye ifade edilen ağaca yaklaşmaya ikna etmesi gösterilir. İblis’in Adem’i “Allah size bu ağaca yaklaşmayı men etti, çünkü bu ağaca ulaşırsanız ebediyet kazanırsınız” diye ikna ettiğini görüyoruz. Buradan şunu anlıyoruz: İnsan için en önemli mesele beka meselesidir, var oluşun devamı meselesidir. İnsanın en önemli duygusunun, en önemli damarının bu olduğunu görüyoruz.

Dönüp buradan Kureyş suresine gelelim. Kureyş toplumunun, o günün Mekkesinin ve bütünüyle Arabistan’ın Peygamber Efendimiz (a.s.) doğduğunda, Peygamberlik ile vazifelendirilinceye kadar, o dönemde nasıl bir ortam olduğunu biliyoruz. Bir şirk düzeni var ve bunun getirdiği sosyal siyasal ve iktisadi bir yığın adaletsizlik var vs. Kureyş suresi Kabe’nin Rabbine ibadet etmeye çağırıyor insanları. Doğrudan Kureyş’e hitap ediyor. Orada Kabe’nin Rabbi iki önemli vasıfla anılıyor. “Felya’budû rabbe hâżâ-lbeyti’llezî et’amehum min cû’in ve âmenehum min havf.” “O ki, O Kabe’nin Rabbi, sizi açlıktan kurtardı.” Karnınız doyuyorsa –ki karnınızın doyması varoluşsal bir meseledir, İblis kıssasını hatırlayalım, en önemli meselemiz varoluş meselesidir– bu, Kabe’nin Rabbinden dolayıdır. Ve ardından da “ve âmenehum min havf” yani “ve korkudan emin iseniz” deniyor. Yine bu, Kabe’nin Rabbinden dolayıdır. Dolayısıyla en önemli temel nokta, insanın, varoluşunun devamını kime ve neye bağladığıdır. Kuran’dan anladığım üzere, temel mesele buradan başlıyor, kula kulluklar da veya kendine Rab edinmeler de bu noktadan hareketle gelişiyor.

Kabe’nin Rabbinden söz ettik, Kureyş suresine atıfta bulunduk. DoğruPeygamber Efendimiz’in (a.s.) yaşadığı mekana atıfta bulunduk. Yine doğrudan doğruya o mekana yemin ederek başlayan bir diğer surede, Beled suresinde ise insanın önündeki sarp yokuştan söz ediliyor. Burada bulunanlarımızın hemen hemen hepsi biliyordur diye ümit ediyorum. “Sarp yokuşu aşamadı” diyor, bazıları için. Sonra “nedir o sarp yokuş?” diye soruyor. “O, boyunduruğu çözmektir” yani köleyi özgürlüğüne kavuşturmaktır “ve salgın bir açlık gününde yoksulu ve yetimi doyurmaktır.” Buradan da şunu anlıyoruz: En temel, insanı insan yapan en önemli özelliklerden biri, vicdanını diri tutabilmesidir. Vicdanını diri tutup tutmadığı da, onun sosyal siyasal ekonomik bir sorumluluk hissedip hissetmediğidir. Bugünün diline çevirirsek, burada Kuran müminlerin üzerine “boyunduruğu çözmek” yani özgürlük yönünde siyasal bir sorumluluk, “salgın bir açlık gününde yoksulu ve yetimi doyurmak” yani ekonomik bir sorumluluk yüklemektedir, diye düşünüyorum.

Ki diğer taraftan “devlet” kelimesi Kuran’da bir tek Haşr suresinde geçer. O da servet veya refah anlamındadır. “O devlet yani servet sadece zenginleriniz arasında dolaşan bir devlet olmasın” diye kullanılır. Burada refahın yayılması meselesi yine Kuran’da müminlerin üzerine bir vazife olarak düşüyor. Bütünüyle katılmasam bile –çünkü eşitlik kavramının açılması gerekiyor– İhsan Eliaçık Hocamızın eşitlik vurgusunu bu bakımdan, Haşr suresindeki bu ayetin yüklediği sorumluluk bakımından son derece önemli buluyorum.

Bütün bu kısa atıflardan da anladığımız üzere –ki daha önce hem İhsan Eliaçık hem de İlhami Güler Hocalarımız da Kuran’dan farklı ayet ve surelere atıfta bulundular– insanlığın dünyasında siyasi zulüm de iktisadi zulüm de var ve Kuran müminlerden siyasi zulmün de iktisadi zulmün de ortadan kaldırılması için bir çaba sarf etmelerini istiyor. Peki bu zulüm nasıl giderilecek? Kritik noktanın burası olduğunu düşünüyorum. Başlıkta da geçiyor: “Ortadoğu’da ve Türkiye’de Emek ve Adalet Mücadelesi”. Mücadele dediğimizde otomatik olarak bloklar oluşturuyoruz; emeğin yanında olanlar ve sermayenin yanında olanlar veya zulmedenler ve zulme karşı olanlar şeklinde. Buna karşılık, dünyanın yaşadığı bir tecrübe var. Bugün söz konusu olan, nispeten ehlileştirilmiş, nispeten zapturapt altına alınmış bir kapitalizmdir. Özellikle 19. yüzyıl şartlarında dünya, Charles Dickens’ın, Jane Austen’ın vs. romanlarında da görülen, çok çok daha vahşi bir kapitalizm uygulamasıyla yüz yüze gelmiş durumdaydı. Buna karşı son derece insani ve haklı bir tepki olarak oluşmuş sosyalizm teori, eylem ve uygulamalarını görüyoruz. Ama sosyalizmin kendini gerçekleştirme imkanı bulduğu ülkeler anlamında baktığımızda da elimizde kocaman bir hüsrandan başka bir şey kalmıyor. İşte tam da bu noktada en kritik meselenin atlanmış olduğu gerçeğini göz önüne almamız gerektiği anlaşılıyor ki, o da insan gerçeğidir. Eğer mücadeleden söz edeceksek, bu mücadelenin en başta insanın kendi içinde yaşanıyor olduğu; insanın bir taraftan melek ilhamına olduğu kadar şeytanın vesvesesine, telkinine de açık olduğu; bir taraftan vicdan ve kalp taşıdığı ama öbür taraftan nefis, heva ve heves taşıdığı gerçeğini atlamamamız gerekiyor. Bu gerçek atlanıp mesele sadece mücadele, ezenler ve ezilenler, sermaye ve emek denklemi içerisine oturtulduğunda, bu mücadele zulmün karşısında galip de gelse; bu defa egemenler-ezilenler şeklindeki denklemin o mücadele içinde kendisini yeniden ürettiğini görüyoruz. Ki, bu dünya bu gerçeği tecrübe etti. Dolayısıyla meseleyi iyi insanlar-kötü insanlar denklemi içerisinde oluşturmadan önce, her halde ve her zamanda meselenin insanın kendi dünyasında başlıyor olduğunun akılda tutulması gerekiyor. İnsanın kendi dünyasında nefsinin hevasının hevesinin mi hüküm sürdüğü yoksa kalbinin aklının vicdanının yolunda mı yürüyor olduğu denkleminin sürekli muhafaza edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ki bir mümin olarak Kuran’ın varlığı benim için bundan dolayı önemli. Çünkü nefsimi, kendini merkez almaktan, benmerkezli olmaktan, hevamın ve hevesimin peşine düşmekten alıkoyuyor. Bunların peşine düştüğüm zamanlarda ise geri dönüp, benim dışımda oluşmuş, beni yaratan Allah tarafından ortaya konmuş ilke çerçevesinde kendimi yeniden denetlememi, kontrol etmemi ve düzeltmemi sağlıyor. Meseleyi ilke merkezli değil de bloklar, kitleler şeklinde ele aldığımızda mesele çözülmüyor. Zulüm döngüsü kendisini bu defa yeni bir düzlemde tekrar üretiyor. Kazananlar-kaybedenler şeklindeki denklem içerisinde, kazananlar yer değiştiriyor ve kazananların içinde de yeni bir kazananlar sınıfı oluşuyor. Burada Frantz Fanon’un çok çok önemsediğim bir sözünü özellikle belirtmek isterim, ki bu da insanın dönüp, kendi iç dünyasındaki, mücadelenin asıl, merkezî noktasına atıfta bulunduğu için önemli: “Kölenin en büyük meselesi, özgür olmak değil, efendi olmaktır.” Özgürlük mücadeleleri niye başarısızlıkla sonuçlanıyor? Başarılsa bile sonu hüsranla bitiyor. Bu defa özgürleşmemiz gereken yeni insanlar ortaya çıkıyor. Az önce İlhami Hoca sözünü etti, Ortadoğu’daki diktatörler. Bunların hepsi, ülkelerini Batı’nın zulmünden kurtaran insanlardı. Ama bu defa toplumlarının, kendilerinden kurtulmak için mücadele vermesi gereken insanlar oldular. Biz özgür olmak için mi mücadele ediyoruz, efendi olmak için mi? Bu, bizim kendi iç dünyamızda denklemi nasıl kurduğumuz ve iç dünyamızdaki mekanizmayı sürekli kontrol altında tutup tutmadığımızla ilgili. Tam da burada Bediüzzaman’a gelmek istiyorum. Zalimlerin yanında yer almamış, bilakis cefa ile yaşamış, özgürlük, hürriyet, adalet, kulun kula kul olmaması, kulluk etmemesi, kul edilmemesi için hayatını ortaya koymuş bir insan olarak Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da yazdıklarına baktığımızda –ki burada kendisine atıfla tadımlık niteliğinde birer kısa pasaj da okuyacağım– daha çok, insanın kendi iç dünyasını vahyin ve peygamberin örnekliğinde, vicdan merkezli, hak merkezli, ilke merkezli olarak inşa etmesi üzerinde durduğunu, yani insanın kendini tanıması üzerine odaklandığını görüyoruz. Bundan dolayı ilk anda “siyasal, sosyal, ekonomik meselelere çok değinmiyor, bunlara fazla yer vermiyor” diye bir kanaat oluşabiliyor. Ama şu ana kadar anlattığım meselelere baktığımızda Bediüzzaman tam da insan merkezli konuşarak sosyal, siyasal, ekonomik anlamda bir duruş ortaya koyuyor.

Bunun yanında, nispeten daha az olmak üzere, sosyal-siyasi meselelere, bu arada da emek ve sermaye arası ilişkilere doğrudan atıfta bulunduğu, Müslümanların kapitalizm ve sosyalizme ilişkin takınması gereken tavırla ilgili doğrudan konuştuğu yerler de var. Burada bulunan birçok insana imkansız gelecektir ama Bediüzzaman burada çatışmadan ziyade barıştırma merkezli yaklaşıma sahip. Emek ile sermaye ille de mutlak surette çatışmak zorunda değildir, Bediüzzaman’a göre, barışmaları mümkündür ta ki insanlar insan olabilsin. Rumuz isimli eserinde soruyorlar, o da cevaplıyor:

– Şu âlemin ihtilâli nedir?

– Sa’yin (emeğin) sermaye ile mücadelesidir.

– Acaba ikisini barıştırmak çaresi yok mudur?

– Evet, vücub-u zekât ve hurmet-i ribâ, karz-ı hasen şerâit-i sulhiyedir.

Burada Bediüzzaman Kuran’da sıklıkla vurgulanan üç emre atıfta bulunuyor: zekatın emredilmesi, faizin yasaklanması ve “karz-ı hasen”. Yani Allah için borç vermek, darda bulunana borç vererek yardımda bulunmak ki –çok teknik meselelere girmiyorum– biri karz-ı haseni ödeyemediğinde peşine düşmüyorsunuz. Barışın şartları bunlardır diyor. Bugünün de gerçeğini ifade eden bir cümleyle devam ediyor:

– Şu riba (faiz) taşını altından çeksek, şu zalim medeniyet kasrı (medeniyet sarayı) çökecektir.

IMF’ler Dünya Bankalarından başlayarak bütün bir sistemin nasıl işlediğini bir özeti olarak görüyorum bu cümleyi. Ondan sonra şöyle bir soru geliyor:

– Gâvurlardaki (Batı’daki, Avrupa’daki) iki cereyanları (kapitalizmle sosyalizmi) nasıl görüyorsun?

– Şimdilik biri necis, biri encestir. Tâhir-i mutlak yalnız desâtir-i İslâmiyettir.

– Öyleyse iki cereyana da lânet!

– Evet. Lâkin bize bulaşmış olan encesin temizliği hesabına, onun izalesine çalışan necise necis demekle onu da kendimize sıçratmak, maslahat olmasa gerektir.

Bugünün diline çevirirsek, Bediüzzaman kendisi açısından eksenin, ana merkezin İslam olduğunu, seküler bir ideoloji –ki kapitalizm kendisini bir ideolojiden ziyade bir yaşama biçimi ve iktisadi-siyasal sistem olarak sunar– veya karşıtı bir diğer seküler ideoloji olmadığını ifade ediyor. Bir Müslüman olarak doğru duruşun, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki gerilimde şu veya bu seküler ideolojiyi merkeze almamak olduğunu ifade ettikten sonra, bu iki ideoloji arasında sosyalizmin kapitalizme göre İslam için daha kabul edilebilir ve diyalog kurulabilir bir mahiyet taşıyor olduğunu söylüyor. Ama Türkiye’de bu gerçekleşmemiştir. Bediüzzaman gibi isimler daha 1910’larda bunu söylediği halde Türkiye’de bu gerçekleşmemiştir. Niye gerçekleşmemiştir? En başta söyledim. Sol veya sosyalizm açısından iki problem var: (1) solun kendisini Kemalizmle özdeşleştirmesi; (2) Türkiye’de solun din karşıtlığı ya da din düşmanlığı olarak algılanır durumda oluşu. Bu da Müslümanların sağla, milliyetçilik, devletçilik ve kapitalizmle eklemlenmeleri gibi bir sürece yol açmıştır.

Çözüm anlamında Bediüzzaman’a atıfla konuşayım. İhsan Eliaçık Hocamız eşitlik-adalet denklemine değinerek “eşitlik değil adalet” şeklindeki vurgunun külliyen yanlış olduğunu söyledi. Bediüzzaman ise “mutlak eşitlik” diye bir kurgunun insan gerçeğine uygun olmadığını söylüyor. Bunun uygulanması da mümkün değil. Adaletin içinde eşitlik elbette yer alıyor ama bu eşitliği “mutlak eşitlik” şeklinde algılamak mümkün değil. Adaleti eşitliği düşmanı gibi sunmak doğru değil. Nasıl adalet deyip, hukukta, iktisatta, temel meselelerde eşitliğin uygulanabilir bütün formlarını göz ardı etmek ne kadar yanlışsa, eşitliği mutlaklaştırarak adalet üzerine vurguyu zalimlerin işine yarayacak bir duruşun yanına koymak da o kadar uygunsuz.

Bediüzzaman’ın vurgusu adalet üzerinedir. Temel problemi zekatsızlık ve faiz olarak görür ki bugünün Müslümanlarının imtihanıdır. “%90 küsuru müslüman olan” diye bir sözün dilimize yerleştiği bu ülke aynı zamanda tasarrufların % 95’inin faizli kurumlara gittiği, sadece % 5’inin faizsiz kurumlara –faizsiz bankaların varlığı ve getirdikleri birikim vs. de ayrıca sorgulanır, sorgulanmalıdır– gittiği bir ülke. Faizle mücadele noktasında Müslümanların mutlak bir yenilgisinden söz etmek maalesef mümkün.

Son bir noktaya değineceğim. Oğlum lisede okuyor. Yakınlarda onunla bir görüşmemiz olmuştu. Faşizm nereden çıkıyor vs. diye, böyle bir duruşun uzağında olmak üzerine konuşuyoruz. Bir gece kalktı, uyuyamamış, gece on iki veya yarımdı, dedi ki: “Baba ben faşizmin ana damarını çözdüm.” “Nedir ana damarı?” dedim. “Genellemelerdir,” dedi, “öyle ki, ben dahi desem ki bütün faşistler şöyledir, ben dahi faşizmin o ana damarının içerisine girmiş oluyorum.”

Kuran’daki infak ayetlerini hatırlayalım. Kuran’dan, Bediüzzaman’ın aldıkları itibariyle, “emek mutlak iyidir, sermaye mutlak surette kötüdür” denklemi çıkmıyor. Peygamber Efendimizin (a.s.) söyledikleri ortada, Kuran’ın sa’y ile, emek ile ilgili ayeti ortada, emek temeldir, merkezdir. Ama “sermaye mutlak surette kötüdür” demek yerine, “zekat vermeyen, infak etmeyen sermaye kötüdür” demek daha doğru. Aksi takdirde, sermayeyi mutlak surette kötüleştirmekle, yanlış bir genellemenin tuzağına düşmüş oluyoruz. Teşekkür ederim.

1 Response

  1. 19 Mayıs 2011

    […] V. Metin Karabaşoğlu: Risale-i Nur’a Göre Emek ve Adalet […]

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir